Eski günahların gölgesi uzun olurmuş...
29 AĞUSTOS 2005
Bülent Ersoy – Deniz Baykal polemiği üzerine çok sayıda yorum yapıldı. Türkiye günlerdir bu olayı konuşuyor. Bizi ise işin iletişim boyutu ilgilendiriyor.
Pek çok iş adamı, marka ya da ünlü kişinin başına gelebilecek bir olay olduğu için iletişim açısından konunun irdelenmesinde yarar var. Bize göre Sayın Baykal iletişim açısından şöyle bir yol izlemeliydi:
1. Dakika kaybetmeden bir araştırma şirketine ‘hasar analizi’ yaptırmalıydı. Ortada bir krizin olup olmadığını, varsa ne kadar büyüklükte bir hasarla üstüne gelindiğini tespit etmeliydi. Çünkü reaksiyon biçim ve şiddetine, bu araştırmayı yapmadan karar vermek vahim sonuçlar doğurabilirdi ki; bence hiç gereksiz yere doğurmuştur.
2. Aradan zaman geçtiği için rahatlıkla söylenebilir ki, bu ‘abuk’ gibi görünen durum, Sayın Baykal’a hasar vermiştir. Bunda Baykal’ın ‘savunma ve inkâr stratejisini’ seçmiş olmasının payı büyüktür. İşi “yüz yüze görüştüm, görüşmedim” noktasına kilitlemek; oradan da Ersoy’un yalan söylediğini kanıtlamaya çalışmak hatalı bir iletişim taktiği idi. Mağduriyeti kendi tarafına çevirmeyi başarması gerekirdi.
3. Sonrasında hiç konuşmamak, ya da “mahkemede görüşürüz” tavrı izlemek de ‘müphemiyeti’ (belirsizlik) ortadan kaldırmadı. Müphemiyet ise algılamada en güçlü zehirdir. Hakkınızda müphem bıraktığınız her şey aleyhinize çalışır.
4. “Eski günahların gölgesi uzun olurmuş” ilkesinden sıyrılmanın tek yolu ya ‘eski bir günahın’ söz konusu olmadığını kanıtlamak, ya da gölgeyi kısaltmanın yollarını aramaktan geçer. Baykal ikisini de yapmadı.
5. Kalkıp aslanlar gibi “Evet olmuşsa olmuş. O günün koşullarında bir avukat – müvekkil ilişkisidir. Aynı şey bugün de olsa aynı şekilde davranırım. Ayrıca Bülent Hanım davasında son derece haklıydı. Hizmet bedelinde anlaşamamıştık. Hepsi bu!” dese ne olurdu? Bence herkes susardı... Ama bütün bunlar için bir şeyi bilmesi gerekiyordu Sayın Baykal’ın: Böyle durumlarda ânında Salim Kadıbeşegil, Necla Zarakol, Cem İlhan, Cengiz Turhan gibi kriz iletişimi uzmanlarından birisini araması gerektiğini ve her şeyi bilmek zorunda olmadığını...
Foyam meydana çıktı...
Şu Formula 1 meselesine iletişim açısından bakmaya çalışmış ve demiştim ki, “Bu yıl fırsat kaçırıldı. Gelecek yıl şimdiden hazırlanmaya başlanmalı”. Formula 1’in organizasyon açısından geçer not aldığını, Türkiye ve İstanbul’un ‘Bilinirliğine’ büyük katma değer getirdiğini teslim etmemek için kör olmak lazım.
Beni ilgilendiren kısım ise ‘bilinirlikten’ çok ‘beğeniydi’. Satın alma davranışını da etkileyen bu ikincisidir. Birincisi değil. Pek çok şeyi biliriz. Ama ancak beğendiklerimizi satın alırız. Ekranda binlerce saat İstanbul Park ya da F1 Turkish Grand Prix yazması tek başına bir şey ifade etmez. Mutlaka beğeniye yönelik mesaj ve iletişim etkinlikleriyle konunun yönetilmesi gerekir.
İletişim açısından işin sahibi olarak gördüğüm ve F1’in alt yapısının hazırlanmasında büyük başarı göstermiş olan İstanbul Belediyesi’nin stratejik iletişim konusunda eksik kaldığını belirtmiştim. Bazı köprülerin, alt geçitlerin alınlıklarını ‘tanınırlığa’ yönelik afişlerle donatılmasını yeterli bulmamıştım. Özellikle de yarışa adını verecek bir babayiğit Türk markasının çıkmamasını yadırgadığımı ifade etmiştim. Getirisi çok yüksek, bu yıl ilk olduğu için ücreti çok düşük bir iletişim fırsatı uluslararası olmaya çalışan Türk markaları tarafından yakalanamamıştı.
Bu sponsorluk meselesini yazıyı yazdığım günlerde Fatih Altaylı da dile getirmişti. Ben her gün yazmıyordum. Onun ise böyle bir şansı vardı. Konuyu benden önce dile getirme şansını iyi kullandığını ifade etmiştim aynı yazıda.
Oysa aynı konuyu neredeyse bir hafta önce ilk kez sevgili dostum Mehmet Altan kaleme almış. Ben de atlamışım. Yeni Şafak gazetesinde Taha Kıvanç adıyla yazan Fehmi Koru kardeşimiz de yazısının tamamını bu işe ayırmış. Hayır, benim ‘tanınma’ ve ‘beğenilme’ arasındaki bağlantı üzerine yazdıklarıma değil... Aynı gazetede yazan Mehmet Altan’ın yazısını atlamış ve kendisine haksızlık etmiş olmama... Bir iki kişi daha aynı konuda beni uyarınca bu önemli meseleye açıklık getirmek ve sevgili Mehmet Altan’a özür borcumu ödemek şart oldu.
Ben iyi bir ‘gazete entelektüeli’ değilim. Gazeteleri satır satır ‘okumak’tan çok onları ‘tararım’. Bu tarama içinde de ancak bazı kısımlarını okurum. Mesleğim köşe yazarlığı değildir. Bu yüzden de gazetelerin her satırı ilgi alanıma girmez. Bu yüzden de bazen böyle önemli hatalar benim için kaçınılmaz oluyor. Fehmi Koru benim ‘alıklığımdan’ çok yazımın özüne ilişkin görüşlerini dile getirseydi, okur için çok daha katma değerli bir noktaya gelebilirdik. Olsun. Yine de ‘sehven’ içine düştüğümüz bu hata için Altan ve Koru’dan özür dileriz.
İşin suyu çıktı...
İş dünyasında iş değiştirme konusunda sıkça kullanılan İngilizce bir kavram vardır: Leverage... Türkçesi müşteri kızıştırmak şeklinde karşılanabilir. Türk Dil Kurumu bir çalışma yapıyormuş. Şimdiden 2000 kavramın Türkçeleri için öneri geliştirmişler. O zaman iş dünyasında kullanılan İngilizce sözcükleri daha rahat temizleyeceğiz herhalde.
Geçenlerde bir arkadaşımıza ülkenin en büyük holdinglerinden birinden üst düzey iletişim sorumluluğu pozisyonu için teklif geldi. Bize bilgi verdi.“Tabii ki git görüş!” dedik. Böyle büyük bir kurumdan gelen görüşme teklifini ‘kafadan’ reddetmek saygısızlıktı. Kurumun insan kaynaklarından sorumlu kişi mülakat sırasında bizim arkadaşa demiş ki, “Bu teklifimizi, umarım mevcut iş yerinizdeki pozisyonunuzla ilgili ‘leverage’ için kullanmazsınız...”
Arkadaşımız, “Bu uyarınızı profesyonellik ve şahsım adına bir aşağılanma olarak kabul ediyorum” demiş ve oradan ayrılmış. Sonra teklifi kabul etmemiş. Bu kararında başka nedenler de rol oynamıştır mutlaka ama; bir neden de, kendisinin kişisel davranış bozukluğu olarak gördüğü bir hususta uyarılmış olmasıydı...
Profesyonellerin dünyasında yazılı olmayan kuralların en başında bu ‘kızıştırma’ işi gelir. 25 yıllık yöneticilik hayatımda, her kim ki bana gelip “Falanca firma bana üç kuruş daha fazla veriyor, ya da daha yüksek bir pozisyon teklif ediyor. Ne dersiniz?” dediyse, verdiğim cevap standart olmuştur: “Hiç düşünme! Teklifi hemen kabul et!”... Ondan sonra da o kişiye, eğer kalacak olursa, ‘mim’ koymuş; o davranış bozukluğunu değiştirip değiştirmediğini kontrol etmiş; eğer değiştirmemişse ‘allame-i cihan’ da olsa yolları ayırmak için fırsat kollamışımdır. Tüm yöneticilerin de bilinçli bilinçsiz böyle davrandıklarını düşünürüm.
Şu sıra basın dünyasında ‘leverage’ işinin suyu çıkmış gibi. Bırakın asgari profesyonellik etik kodlarını, bireysel ‘söz’ vermek, ‘el sıkışmak’ gibi kişisel erdemler bile ayaklar altında. İnternetteki dedikodu siteleri de ‘sunî kızıştırma’ için mümbit birer zemin oluşturuyorlar. Sonunda kim kazanıyor? Bence herkes kaybediyor. En çok da ‘kızıştıran’ kişi... Günün birinde silinip gider böyleleri. Aynen mahallede birkaç erkek arasında zırt pırt dolanan kızlar gibi. Bir gün kimse yüzlerine bakmayabilir...
Cehennem yolları iyi niyet taşları ile döşelidir...
İletişimde sık sık rastlanan talihsiz olaylardan biri de sözcülerin ve liderlerin, iyi niyetle bile olsa kendi ayaklarına ateş etmeleridir. “Bizim herhangi bir taksiratımız, suçumuz yoktur!” içeriğiyle verilen tam sayfa gazete ilanları bunun en tipik örneğidir. Ya da, biri kalkıp tam sayfa ilan verse ve dese ki, “Kamu oyuna duyurulur!!! Ben homoseksüel değilim!!!” Ne düşünürsünüz?..
Bunu en sık yapanlardan biri de eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren Paşa idi. Mitinglerde kalkar, kendisine sol fraksiyonlar tarafından gönderilmiş faksları halka okur. Lafı “Bakın, işte bunlar böyle kötü adamlar” demeye getirir; üç kişinin göreceği faksı tüm kamuoyu önünde okuyarak aslında fraksiyonların ekmeklerine yağ sürerdi.
Geçenlerde sevgili Mustafa Taviloğlu ile sohbet ediyorduk. Mudo’nun yaptığı başarılı işlerin 35 yıllık hikâyesini heyecanla dinliyordum. Bir ara getirip gazeteleri önüme attı; “Şu başlıklara bak!” dedi. Türkiye’deki markaları temsil etmek amacıyla kurulmuş olan Birleşmiş Markalar Derneği Başkanı Saruhan Tan’ın geçen hafta yaptığı bir açıklama vardı gösterdiği gazetelerde. “Perakendecilerin cirosu yüzde 20 geriledi!”
“Ne var bunda?” dedim, “Başkan gerçekleri açıklamış işte!” Taviloğlu, yüzünden eksilmeyen tebessümüyle baktı bana: “Ne olacak?” dedi “Gel de şimdi sektördeki mağazaların sorumlularından bundan sonra hesap sor. Artık hepsinin başarısız satışlar için bir sebebi olacak. İş bununla da bitmiyor. Alışveriş sektörü son derece kırılgandır. En ufak bir moral bozukluğunda hemen elini ayağını alışverişten çekiverir. Ya insanlar ‘Bu işte bir iş var ki, alışverişler düşmüş. O zaman ben de yapmayayım, diye düşünürlerse...”
Mustafa Taviloğlu’na göre sektörde böyle rakamlar verebilecek somut araştırmalar zaten yoktu. Yazın satışların biraz gerilemesi her sene beklenen bir sonuçtu. İşini beceremeyen bir iki şirketin moral bozucu rakamından yola çıkıp bütün sektöre yönelik tahminlerde bulunmak hayırlı sonuçlar vermeyebilirdi...
Saruhan Tan, aynı zamanda YKM’de görev yapan genç ve dinamik yöneticilerdendir. “Gazetelerde görüneyim de nasıl görünürsem görüneyim” zihniyetine prim verenlerden değil. Mutlaka tüketicilerin ve alışveriş merkezlerinin moralini düzeltecek bir şeyler yapacaktır... O da bilir ki, iyi niyet taşları bazen yanlış yolara işaret eder...
Bu konferans kaçmaz...
Şu sosyal sorumluluk meselesi hayli karışıktır. İşi doğru analiz edip, doğru kararlar veremezseniz, kaş yapayım derken göz çıkarır, paralarınızı gereksiz yere havaya savurursunuz. Bu konuda bilgilenmek için önemli bir fırsat daha geliyor. Bu konuya kafa takan ve takmak isteyen herkesin yararlanması gereken bir fırsat. Sosyal Sorumluluk ve Sporda Pazarlama konularını işleyen en kapsamlı etkinliklerden biri olan 4. Uluslararası Sponsorluk Konferansı “Sponsorluk 2005”- Hedef, 15-16 Eylül’de Feriye Konferans Merkezi-Ortaköy’de düzenleniyor.
Arya Sponsorluk ve İletişim Danışmanlığı tarafından; 2002 yılında “Vizyon’’, 2003 yılında “Strateji”, 2004 yılında “Sinerji” temalarıyla düzenlenen Uluslararası Sponsorluk Konferansları’nın bu yılki teması “Hedef” olarak belirlenmiş.
Türkiye’den ve yurtdışından uzman konuşmacıların katılımıyla, Sosyal Sorumluluk ve Sporda Pazarlama konularında 2 ayrı günden oluşacak konferansta ayrıca workshop ve paneller de yer alacak. Konferansı’nın konuşmacıları arasında Visa, P&G, Nike, Turkcell, Garanti Bankası, Eczacıbaşı Holding, Aras Holding, Avon, Bar Honda, Soyak, Teknosa, Siemens gibi kurumların yöneticileri de yer alıyor. www.sponsorluk.com adresinden her türlü bilgiyi almak mümkün. “Nerede hata yaptık yahu?” diye sızlanmamak için bilgilenmenin şart olduğuna inanan herkese duyurulur.
Pek çok iş adamı, marka ya da ünlü kişinin başına gelebilecek bir olay olduğu için iletişim açısından konunun irdelenmesinde yarar var. Bize göre Sayın Baykal iletişim açısından şöyle bir yol izlemeliydi:
1. Dakika kaybetmeden bir araştırma şirketine ‘hasar analizi’ yaptırmalıydı. Ortada bir krizin olup olmadığını, varsa ne kadar büyüklükte bir hasarla üstüne gelindiğini tespit etmeliydi. Çünkü reaksiyon biçim ve şiddetine, bu araştırmayı yapmadan karar vermek vahim sonuçlar doğurabilirdi ki; bence hiç gereksiz yere doğurmuştur.
2. Aradan zaman geçtiği için rahatlıkla söylenebilir ki, bu ‘abuk’ gibi görünen durum, Sayın Baykal’a hasar vermiştir. Bunda Baykal’ın ‘savunma ve inkâr stratejisini’ seçmiş olmasının payı büyüktür. İşi “yüz yüze görüştüm, görüşmedim” noktasına kilitlemek; oradan da Ersoy’un yalan söylediğini kanıtlamaya çalışmak hatalı bir iletişim taktiği idi. Mağduriyeti kendi tarafına çevirmeyi başarması gerekirdi.
3. Sonrasında hiç konuşmamak, ya da “mahkemede görüşürüz” tavrı izlemek de ‘müphemiyeti’ (belirsizlik) ortadan kaldırmadı. Müphemiyet ise algılamada en güçlü zehirdir. Hakkınızda müphem bıraktığınız her şey aleyhinize çalışır.
4. “Eski günahların gölgesi uzun olurmuş” ilkesinden sıyrılmanın tek yolu ya ‘eski bir günahın’ söz konusu olmadığını kanıtlamak, ya da gölgeyi kısaltmanın yollarını aramaktan geçer. Baykal ikisini de yapmadı.
5. Kalkıp aslanlar gibi “Evet olmuşsa olmuş. O günün koşullarında bir avukat – müvekkil ilişkisidir. Aynı şey bugün de olsa aynı şekilde davranırım. Ayrıca Bülent Hanım davasında son derece haklıydı. Hizmet bedelinde anlaşamamıştık. Hepsi bu!” dese ne olurdu? Bence herkes susardı... Ama bütün bunlar için bir şeyi bilmesi gerekiyordu Sayın Baykal’ın: Böyle durumlarda ânında Salim Kadıbeşegil, Necla Zarakol, Cem İlhan, Cengiz Turhan gibi kriz iletişimi uzmanlarından birisini araması gerektiğini ve her şeyi bilmek zorunda olmadığını...
Foyam meydana çıktı...
Şu Formula 1 meselesine iletişim açısından bakmaya çalışmış ve demiştim ki, “Bu yıl fırsat kaçırıldı. Gelecek yıl şimdiden hazırlanmaya başlanmalı”. Formula 1’in organizasyon açısından geçer not aldığını, Türkiye ve İstanbul’un ‘Bilinirliğine’ büyük katma değer getirdiğini teslim etmemek için kör olmak lazım.
Beni ilgilendiren kısım ise ‘bilinirlikten’ çok ‘beğeniydi’. Satın alma davranışını da etkileyen bu ikincisidir. Birincisi değil. Pek çok şeyi biliriz. Ama ancak beğendiklerimizi satın alırız. Ekranda binlerce saat İstanbul Park ya da F1 Turkish Grand Prix yazması tek başına bir şey ifade etmez. Mutlaka beğeniye yönelik mesaj ve iletişim etkinlikleriyle konunun yönetilmesi gerekir.
İletişim açısından işin sahibi olarak gördüğüm ve F1’in alt yapısının hazırlanmasında büyük başarı göstermiş olan İstanbul Belediyesi’nin stratejik iletişim konusunda eksik kaldığını belirtmiştim. Bazı köprülerin, alt geçitlerin alınlıklarını ‘tanınırlığa’ yönelik afişlerle donatılmasını yeterli bulmamıştım. Özellikle de yarışa adını verecek bir babayiğit Türk markasının çıkmamasını yadırgadığımı ifade etmiştim. Getirisi çok yüksek, bu yıl ilk olduğu için ücreti çok düşük bir iletişim fırsatı uluslararası olmaya çalışan Türk markaları tarafından yakalanamamıştı.
Bu sponsorluk meselesini yazıyı yazdığım günlerde Fatih Altaylı da dile getirmişti. Ben her gün yazmıyordum. Onun ise böyle bir şansı vardı. Konuyu benden önce dile getirme şansını iyi kullandığını ifade etmiştim aynı yazıda.
Oysa aynı konuyu neredeyse bir hafta önce ilk kez sevgili dostum Mehmet Altan kaleme almış. Ben de atlamışım. Yeni Şafak gazetesinde Taha Kıvanç adıyla yazan Fehmi Koru kardeşimiz de yazısının tamamını bu işe ayırmış. Hayır, benim ‘tanınma’ ve ‘beğenilme’ arasındaki bağlantı üzerine yazdıklarıma değil... Aynı gazetede yazan Mehmet Altan’ın yazısını atlamış ve kendisine haksızlık etmiş olmama... Bir iki kişi daha aynı konuda beni uyarınca bu önemli meseleye açıklık getirmek ve sevgili Mehmet Altan’a özür borcumu ödemek şart oldu.
Ben iyi bir ‘gazete entelektüeli’ değilim. Gazeteleri satır satır ‘okumak’tan çok onları ‘tararım’. Bu tarama içinde de ancak bazı kısımlarını okurum. Mesleğim köşe yazarlığı değildir. Bu yüzden de gazetelerin her satırı ilgi alanıma girmez. Bu yüzden de bazen böyle önemli hatalar benim için kaçınılmaz oluyor. Fehmi Koru benim ‘alıklığımdan’ çok yazımın özüne ilişkin görüşlerini dile getirseydi, okur için çok daha katma değerli bir noktaya gelebilirdik. Olsun. Yine de ‘sehven’ içine düştüğümüz bu hata için Altan ve Koru’dan özür dileriz.
İşin suyu çıktı...
İş dünyasında iş değiştirme konusunda sıkça kullanılan İngilizce bir kavram vardır: Leverage... Türkçesi müşteri kızıştırmak şeklinde karşılanabilir. Türk Dil Kurumu bir çalışma yapıyormuş. Şimdiden 2000 kavramın Türkçeleri için öneri geliştirmişler. O zaman iş dünyasında kullanılan İngilizce sözcükleri daha rahat temizleyeceğiz herhalde.
Geçenlerde bir arkadaşımıza ülkenin en büyük holdinglerinden birinden üst düzey iletişim sorumluluğu pozisyonu için teklif geldi. Bize bilgi verdi.“Tabii ki git görüş!” dedik. Böyle büyük bir kurumdan gelen görüşme teklifini ‘kafadan’ reddetmek saygısızlıktı. Kurumun insan kaynaklarından sorumlu kişi mülakat sırasında bizim arkadaşa demiş ki, “Bu teklifimizi, umarım mevcut iş yerinizdeki pozisyonunuzla ilgili ‘leverage’ için kullanmazsınız...”
Arkadaşımız, “Bu uyarınızı profesyonellik ve şahsım adına bir aşağılanma olarak kabul ediyorum” demiş ve oradan ayrılmış. Sonra teklifi kabul etmemiş. Bu kararında başka nedenler de rol oynamıştır mutlaka ama; bir neden de, kendisinin kişisel davranış bozukluğu olarak gördüğü bir hususta uyarılmış olmasıydı...
Profesyonellerin dünyasında yazılı olmayan kuralların en başında bu ‘kızıştırma’ işi gelir. 25 yıllık yöneticilik hayatımda, her kim ki bana gelip “Falanca firma bana üç kuruş daha fazla veriyor, ya da daha yüksek bir pozisyon teklif ediyor. Ne dersiniz?” dediyse, verdiğim cevap standart olmuştur: “Hiç düşünme! Teklifi hemen kabul et!”... Ondan sonra da o kişiye, eğer kalacak olursa, ‘mim’ koymuş; o davranış bozukluğunu değiştirip değiştirmediğini kontrol etmiş; eğer değiştirmemişse ‘allame-i cihan’ da olsa yolları ayırmak için fırsat kollamışımdır. Tüm yöneticilerin de bilinçli bilinçsiz böyle davrandıklarını düşünürüm.
Şu sıra basın dünyasında ‘leverage’ işinin suyu çıkmış gibi. Bırakın asgari profesyonellik etik kodlarını, bireysel ‘söz’ vermek, ‘el sıkışmak’ gibi kişisel erdemler bile ayaklar altında. İnternetteki dedikodu siteleri de ‘sunî kızıştırma’ için mümbit birer zemin oluşturuyorlar. Sonunda kim kazanıyor? Bence herkes kaybediyor. En çok da ‘kızıştıran’ kişi... Günün birinde silinip gider böyleleri. Aynen mahallede birkaç erkek arasında zırt pırt dolanan kızlar gibi. Bir gün kimse yüzlerine bakmayabilir...
Cehennem yolları iyi niyet taşları ile döşelidir...
İletişimde sık sık rastlanan talihsiz olaylardan biri de sözcülerin ve liderlerin, iyi niyetle bile olsa kendi ayaklarına ateş etmeleridir. “Bizim herhangi bir taksiratımız, suçumuz yoktur!” içeriğiyle verilen tam sayfa gazete ilanları bunun en tipik örneğidir. Ya da, biri kalkıp tam sayfa ilan verse ve dese ki, “Kamu oyuna duyurulur!!! Ben homoseksüel değilim!!!” Ne düşünürsünüz?..
Bunu en sık yapanlardan biri de eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren Paşa idi. Mitinglerde kalkar, kendisine sol fraksiyonlar tarafından gönderilmiş faksları halka okur. Lafı “Bakın, işte bunlar böyle kötü adamlar” demeye getirir; üç kişinin göreceği faksı tüm kamuoyu önünde okuyarak aslında fraksiyonların ekmeklerine yağ sürerdi.
Geçenlerde sevgili Mustafa Taviloğlu ile sohbet ediyorduk. Mudo’nun yaptığı başarılı işlerin 35 yıllık hikâyesini heyecanla dinliyordum. Bir ara getirip gazeteleri önüme attı; “Şu başlıklara bak!” dedi. Türkiye’deki markaları temsil etmek amacıyla kurulmuş olan Birleşmiş Markalar Derneği Başkanı Saruhan Tan’ın geçen hafta yaptığı bir açıklama vardı gösterdiği gazetelerde. “Perakendecilerin cirosu yüzde 20 geriledi!”
“Ne var bunda?” dedim, “Başkan gerçekleri açıklamış işte!” Taviloğlu, yüzünden eksilmeyen tebessümüyle baktı bana: “Ne olacak?” dedi “Gel de şimdi sektördeki mağazaların sorumlularından bundan sonra hesap sor. Artık hepsinin başarısız satışlar için bir sebebi olacak. İş bununla da bitmiyor. Alışveriş sektörü son derece kırılgandır. En ufak bir moral bozukluğunda hemen elini ayağını alışverişten çekiverir. Ya insanlar ‘Bu işte bir iş var ki, alışverişler düşmüş. O zaman ben de yapmayayım, diye düşünürlerse...”
Mustafa Taviloğlu’na göre sektörde böyle rakamlar verebilecek somut araştırmalar zaten yoktu. Yazın satışların biraz gerilemesi her sene beklenen bir sonuçtu. İşini beceremeyen bir iki şirketin moral bozucu rakamından yola çıkıp bütün sektöre yönelik tahminlerde bulunmak hayırlı sonuçlar vermeyebilirdi...
Saruhan Tan, aynı zamanda YKM’de görev yapan genç ve dinamik yöneticilerdendir. “Gazetelerde görüneyim de nasıl görünürsem görüneyim” zihniyetine prim verenlerden değil. Mutlaka tüketicilerin ve alışveriş merkezlerinin moralini düzeltecek bir şeyler yapacaktır... O da bilir ki, iyi niyet taşları bazen yanlış yolara işaret eder...
Bu konferans kaçmaz...
Şu sosyal sorumluluk meselesi hayli karışıktır. İşi doğru analiz edip, doğru kararlar veremezseniz, kaş yapayım derken göz çıkarır, paralarınızı gereksiz yere havaya savurursunuz. Bu konuda bilgilenmek için önemli bir fırsat daha geliyor. Bu konuya kafa takan ve takmak isteyen herkesin yararlanması gereken bir fırsat. Sosyal Sorumluluk ve Sporda Pazarlama konularını işleyen en kapsamlı etkinliklerden biri olan 4. Uluslararası Sponsorluk Konferansı “Sponsorluk 2005”- Hedef, 15-16 Eylül’de Feriye Konferans Merkezi-Ortaköy’de düzenleniyor.
Arya Sponsorluk ve İletişim Danışmanlığı tarafından; 2002 yılında “Vizyon’’, 2003 yılında “Strateji”, 2004 yılında “Sinerji” temalarıyla düzenlenen Uluslararası Sponsorluk Konferansları’nın bu yılki teması “Hedef” olarak belirlenmiş.
Türkiye’den ve yurtdışından uzman konuşmacıların katılımıyla, Sosyal Sorumluluk ve Sporda Pazarlama konularında 2 ayrı günden oluşacak konferansta ayrıca workshop ve paneller de yer alacak. Konferansı’nın konuşmacıları arasında Visa, P&G, Nike, Turkcell, Garanti Bankası, Eczacıbaşı Holding, Aras Holding, Avon, Bar Honda, Soyak, Teknosa, Siemens gibi kurumların yöneticileri de yer alıyor. www.sponsorluk.com adresinden her türlü bilgiyi almak mümkün. “Nerede hata yaptık yahu?” diye sızlanmamak için bilgilenmenin şart olduğuna inanan herkese duyurulur.