Ey CEO’lar, markalarıma sahip çıkın! Hem de hemen!
28 KASIM 2004
Karnınızdan konuşarak krizi yönetemezsiniz!
İşin adlî, polisiye yanı beni aşar. Haber boyutunu da bizim ekonomi servisi bütün diğer gazetelere inat sonuna kadar kovalıyor. Fakat ‘Sarıgül Vakası’nın iletişim boyutu tam da benim laf ebeliği yapacağım alana giriyor.
Geçen hafta rahmetli babamın sevdalı gibi bağlandığı CHP’sinin içine düştüğü duruma ağıt yakmış, kendi bacağına sürekli ateş etmesine şaştığımı ifade etmiştim. Bu seferki şaşkınlığım bu işin içinde adları geçen diğer markalara, yani İş Bankası’na, Doğuş Grubu’na, Eczacıbaşı’na... Maslak yollarındaki o iki çok katlı bina çevresinde CHP yönetiminin fitillediği itibar sarsıcı ‘kaos bombası’ Türkiye’nin en itibarlı 5 markasını birden içine almakta: İş, Doğuş, Eczacı, CHP ve Sarıgül...
Ne yazık ki bu 5 marka da durduk yerde içine çekildikleri krizin iletişim boyutunu yönetme konusunda çaresiz görünüyorlar. Hepsi birden anlaşmış gibi, karınlarından konuşuyorlar.
Oysa kriz iletişiminin birinci kuralı ne? Önce hasar tespiti yapacaksın. Hasarın boyutu ne ise, vereceğin yanıtın şiddeti de aynı ölçüde olacak. İtibar sarsıcı krizler, hasarı en tehlikeli ve ağır olanlarıdır. Sonuçları anında görülmez. Sinsice, aheste aheste çıkar... Sürekli eriyen ANAP, bir zamanlar zirveye oynamış olan Toprak, ‘hortum’la suçlanan bir dizi suçlu suçsuz işadamı, içine bulaştıkları yasadışı işlerden çok krizlerini doğru dürüst yönetemedikleri için, olması gerekenden çok daha ağır hasarların bedelini ödemek zorunda kaldılar.
Ünlü Harris araştırma raporuna göre, binlerce CEO’ya sormuşlar: “Sizce kurumunuzun yönetilmesi gereken en değerli ‘kıymeti’ (asset) nedir?” Yüzde 96 oranında tek yanıt verilmiş: “Yönettiğimiz kurumun itibarı!”...
Bu markalar, ya ortadaki hasarın farkında değiller, ya da birileri onlara ‘devekuşu taktiği’ öğütlüyor... Hani o şarkı gibi. “Geçer... Geçer... Bunlar da geçer... Neler gördük biz!...” Hayır geçmez. Geçse de izi kalır. Yıllarca silemezsin... Nerede bu markalarımızı, ekonomimizin kalelerini yöneten ve yumruklarını masaya vurup, “Bizi bireysel çatışmalarınıza malzeme yapamazsınız! Durum öyle değil böyledir!” diye haykıran CEO’ları?
SPK’ya gönderilen kara kuru açıklamalar, taze suya tirit “Yasal olmayan hiçbir şey yoktur” şeklindeki imzasız beyanlar, ‘Susalım, bakalım ne olacak’ taktikleri, ‘Kim kurcalıyor bunları yahu?’ araştırmaları... Bunlarla bu kriz geçiştirilemez. Belli ki başta Sabah, medya bu işin peşini bırakmayacak. Clinton, dünya tarihinde bir liderin başına gelebilecek en büyük krizden, ABD’nin en sevilen Başkanı olarak kayıtlara geçerek çıktı. Bu ne ki onun yanında? Reklam baskısı ile, bireysel ilişki ile bazı yayın organlarında olumsuz yayını şu aşamada bıçakla keser gibi durdurabilseniz bile, olay kamu vicdanında yerini aldı. Gerekeni yapmazsanız, onu oradan söküp atamazsınız artık. Yavuz Semerci’nin Cuma günkü yazısında Sarıgül’e sorduğu soruların benzerlerinin yanıtını hemen, yani şu an, hem de birinci ağızdan, hem de gümbür gümbür vermenizi bekliyorum ben. Çünkü dürüstlüklerinden bir an bile tereddüt etmediğim ‘markalarıma’ en az benim kadar sahip çıkmanızı bekliyorum. Ülkenin bu en muteber kurumlarının itibarının bir nebze olsun sarsılmasına izin verirseniz, her şeyden önce insanlar neye inanacakları konusunda tereddüde düşerler ki, bundan daha büyük hasar ve manevi kaos olamaz zaten.
Beko ve Sabah’ın aklına sağlık!
İstanbul Levent’te terör saldırısına uğramış olan binaya takmıştım. Dış cephesinin öylece harap halde bırakılması, terörün zafer anıtı gibi algılanmasına yol açıyordu. Sonunda Beko elini uzatmış, binanın görünen cephesini medenice kaplamıştı. O binanın ön bölümü de şimdilerde reklam panolarıyla donatılmış durumda. Son olarak da bombalı saldırının yıldönümünde Sabah 6 aylığına oraya muhteşem bir pano çalışması yapmış. Görmediyseniz, yolunuzu Levent’e düşürün ve gidip bakın.
70 metreye 5 metre ebadında hazırlanan anıt gibi panonun önüne, özellikle de ‘Asla Unutmadan’ sözleriyle daha da anlamlandırılmış orta bölümüne insanların gelip çiçekler bırakması ve binanın bir hüzün abidesi olmaktan çıkarılıp bir ‘ortak inanç’ anıtı haline getirilmesi mükemmel bir fikir. Şimdi artık içim rahat. Çünkü ortak akıl teröre galip geldi. En azından iletişim açısından, en azından Levent’te. Düşünenlerin, uygulayanların ellerine sağlık.
Benim favorim Anne Sütü kampanyası
Hani bazı iletişim uzmanı arkadaşlar zaman zaman “Halkla ilişkiler çalışmaları ölçülemez” buyururlar ya. İşte size tokat gibi bir yanıt. Önce bundan bir yıl öncesine gidelim. Ekim ve Kasım aylarında 3 tane yazı yazmışım. Berna Laçin ile Hülya Koçyiğit’in herhangi bir ücret almadan rol aldıkları “İlk 6 ay sadece anne sütü” adı verilen kampanyayı çok doğru bulduğumu ancak bu güzel kampanyanın doğru dürüst duyurulmadığından söz etmişim.
Sağlık Bakanlığı, UNICEF ve Coca-Cola’dan Turkuaz’cılar da gönderdikleri yanıtlarla durumu aydınlatmışlar. Pilot bölge olarak seçtikleri İstanbul ve Diyarbakır’da 40 bin aileye yüzyüze ulaşmayı hedeflediklerinden söz etmişler. Ben de şöyle bir not düşmüşüm o tarihte: “Hele Bakanlık, nefis hazırlanmış posterler, emzirme video klipleri, emzirme ile ilgili çok güzel çizimler içeren bir kitapçık, ‘Başarılı emzirmede 10 öneri’, ‘Emzirmek için 1001 neden” gibi geniş kapsamlı metinler de eklemeyi ihmal etmemiş. O kadar ikna oldum ki, anne olabilseydim herhalde çocuğumu, kızsa evlenene, erkekse askere gidene kadar emzirirdim...”
Aradan bir yıl geçti ve bu kampanyanın üç tarafı, Bakanlık, UNICEF ve Coca-Cola bir basın toplantısı ile sonuçları bu hafta açıkladılar. (Cuma günkü Sabah 1 ve 4. Sayfa) Sonuç müthiş. 1988 yılında binde 77.7 olan çocuk ölümü, binde 29’a gerilemiş. Anne sütü ile beslenme oranı ise 1998’de yüzde 9.4 iken yüzde 27.3 düzeyine çıkmış. Bu tür çalışmaları 168 ülkede yürüttüklerini söyleyen UNICEF yetkilileri Türkiye’nin bu alanda en başarılı ülkelerden biri olduğunu belirtmiş.
Türkiye Halkla İlişkiler Derneği’nin (HİD) bu yılki Altın Pusula ödülü için benim adayım hiç şüphesiz bu proje. Bu arada hatırlatalım. Başvuru süresi uzatılmış. Birkaç gün daha var. Bu ve benzer projelerin mutlaka Altın Pusula’ya katılmaları şart. Hem kendilerini biraz daha duyurmak için, hem de bir şeyler öğrenmek adına...
‘Kıl’ olmamak elde değil...
Lisedeyken bir şu Deniz Harp Okulu öğrencilerine ‘kıl’ olurdum; bir de Saint-Joseph’lilere. Kız liselerindeki havamız denizciler ortaya çıktı mı, bir anda ikinci üçüncü plana düşüverirdi; Saint-Joseph’liler de hem voleybolda hem basketbolde bizi evire çevire yenerlerdi.
Oysa Saint-Joseph’in giriş sınavını 4’üncülükle kazanmıştım. Başta kadim dostum Y. Mimar Bülent Uluengin, Profesör Dr. Tayfun Sunay olmak üzere Feneryolu’ndaki neredeyse tüm mahalle arkadaşlarım orada okuyordu. Kendisi de Fransa’da eğitim görmüş olmasına rağmen rahmetli babam “Bunları papazlar okutuyor, buradan mezun olan silik ve asosyal birer Fransız olur!” buyurdu ve hem ağabeyimi hem beni Almanca eğitime yönlendirdi. Amma ileri görüşlüymüş rahmetli... Çünkü ne hikmetse şu sıra çevrem bol miktarda Saint-Joseph’li ile sarılı. Olacak iş değil. Hepsi son derece Türk, hepsi kendi alanlarında son derece başarılı ve bal gibi de sosyal.
Önümde bir faks duruyor. Saint-Joseph’liler Derneği’nin faksı. Bize bu kez de halkla ilişkiler öğretiyorlar. Şimdi bakın iç içe geçmiş kaçlı bir sarmal iletişim etkinliği hazırlamışlar. Akıllara durgunluk verir: 10-11 Aralık’ta Nardis Jazz Kulübü’nde Piyanist Bill Evans anısına bir Türk – Fransız Caz gecesi düzenlemişler. İki Türk iki Fransız piyanist katılıyormuş geceye (Tuna Ötenel, Kürşad Deniz, Etienne Geerreau, Jean François Giansily) Bunlara kontrbasta Selçuk Sun, davulda Cem Aksel eşlik edeceklermiş. Gecenin geliri de derneğin Adapazarı depremi sonrasında yaptırdığı okulun ihtiyaçları için kullanılacakmış. Buyurun... PR analizini ve katma değerini size bırakıyorum. Sadece başta kendi lisem (İstanbul Erkek Lisesi) olmak üzere tüm diğer liselerin mezunlarının dikkatine sunuyorum. Tabiri amiyane ile biz ‘fan-fin-fon’ kermes düzenleme, salma çıkarma işleriyle uğraşırken onların ‘fon yaratma’ taktiklerine bir bakın. Bu işi böyle bir de TED’liler beceririr... Üniversiteye gelip STK iletişimi dersi verseler yeridir.
Kısa...Kısa...Kısa...
· Okurlarımızdan Mustafa Taha yazmış: “Beşiktaş'ın İstanbul'daki her maçına gidiyorum. İnönü'de dev bir scoreboard var. Maç içerisinde scoreboard işlevini yapıyor. Ekranda devamlı NTV ve CNBC-E tanıtımları dönüp duruyor. Ama öyle böyle değil. Herhalde aynı dizilerin ve programların tanıtımını yaklaşık abartısız 50 kere seyretmiş oluyorsunuz. Elinde böyle koca bir ekran var. Hazır 30 bin kişide varken neden Beşiktaş TV'nin (bu sezon sadece 1 kere GS maçında yayın yapıldı) yayınını veya NTV'nin İngiltere veya Alman liginden verdiği maçları yayınlamadıklarını anlamış değilim. Eldeki koskoca bir olanağı kullanmaktan yoksun oluyorlar.” Taha Bey önerinizi dikkate alacaklardır. Ayrıca orası mükemmel bir reklam alanı olarak da işe yarayabilir... Fakat Beşiktaş’ın şu sıra uğraştığı başka bir dolu işi var...
· T-box’dan bu sayfada arada sırada söz ederiz. Bizce son yıllarda Türkiye’de uygulanmış en başarılı, en ekonomik marka yaratma çalışmalarından biridir. Onlarla ilgili bilgi almaya çalışırken internette bir web sitesine rastladım. T-box prezervatifleriyle ilgili. Girin bir bakın: http://www.rafineri.net/test/game.t-box.com.tr Bir oyun bu. Daha çok erişkinler için. Ama gençlere de iyi ders veriyor. Hem bu sayfayı hazırlayan Trafo’yu hem de Trafo’yu bünyesinde geliştiren Rafineri Ajansı kutluyorum. Her iki kuruluşun kendi web siteleri de bir harika.
· Doritos genellikle iletişimini iyi yönetir. Çalıştıkları halkla ilişkiler ajansı Idea da işini çok iyi biliyor. Yeni ürünü tattırmak için çok şirin bir kutu içinde hem cips yollamış hem de sosundan. Şirkette herkese test yaptırdım. Bayıldılar. ‘Çift taraflı simetrik’ iletişim dediğimiz işte bu. Ya da basını adam yerine koymak... Ürün beğenilmemiş olsaydı bile ‘iyi duygular’ besleyecektik Doritos Dippas için.
İşin adlî, polisiye yanı beni aşar. Haber boyutunu da bizim ekonomi servisi bütün diğer gazetelere inat sonuna kadar kovalıyor. Fakat ‘Sarıgül Vakası’nın iletişim boyutu tam da benim laf ebeliği yapacağım alana giriyor.
Geçen hafta rahmetli babamın sevdalı gibi bağlandığı CHP’sinin içine düştüğü duruma ağıt yakmış, kendi bacağına sürekli ateş etmesine şaştığımı ifade etmiştim. Bu seferki şaşkınlığım bu işin içinde adları geçen diğer markalara, yani İş Bankası’na, Doğuş Grubu’na, Eczacıbaşı’na... Maslak yollarındaki o iki çok katlı bina çevresinde CHP yönetiminin fitillediği itibar sarsıcı ‘kaos bombası’ Türkiye’nin en itibarlı 5 markasını birden içine almakta: İş, Doğuş, Eczacı, CHP ve Sarıgül...
Ne yazık ki bu 5 marka da durduk yerde içine çekildikleri krizin iletişim boyutunu yönetme konusunda çaresiz görünüyorlar. Hepsi birden anlaşmış gibi, karınlarından konuşuyorlar.
Oysa kriz iletişiminin birinci kuralı ne? Önce hasar tespiti yapacaksın. Hasarın boyutu ne ise, vereceğin yanıtın şiddeti de aynı ölçüde olacak. İtibar sarsıcı krizler, hasarı en tehlikeli ve ağır olanlarıdır. Sonuçları anında görülmez. Sinsice, aheste aheste çıkar... Sürekli eriyen ANAP, bir zamanlar zirveye oynamış olan Toprak, ‘hortum’la suçlanan bir dizi suçlu suçsuz işadamı, içine bulaştıkları yasadışı işlerden çok krizlerini doğru dürüst yönetemedikleri için, olması gerekenden çok daha ağır hasarların bedelini ödemek zorunda kaldılar.
Ünlü Harris araştırma raporuna göre, binlerce CEO’ya sormuşlar: “Sizce kurumunuzun yönetilmesi gereken en değerli ‘kıymeti’ (asset) nedir?” Yüzde 96 oranında tek yanıt verilmiş: “Yönettiğimiz kurumun itibarı!”...
Bu markalar, ya ortadaki hasarın farkında değiller, ya da birileri onlara ‘devekuşu taktiği’ öğütlüyor... Hani o şarkı gibi. “Geçer... Geçer... Bunlar da geçer... Neler gördük biz!...” Hayır geçmez. Geçse de izi kalır. Yıllarca silemezsin... Nerede bu markalarımızı, ekonomimizin kalelerini yöneten ve yumruklarını masaya vurup, “Bizi bireysel çatışmalarınıza malzeme yapamazsınız! Durum öyle değil böyledir!” diye haykıran CEO’ları?
SPK’ya gönderilen kara kuru açıklamalar, taze suya tirit “Yasal olmayan hiçbir şey yoktur” şeklindeki imzasız beyanlar, ‘Susalım, bakalım ne olacak’ taktikleri, ‘Kim kurcalıyor bunları yahu?’ araştırmaları... Bunlarla bu kriz geçiştirilemez. Belli ki başta Sabah, medya bu işin peşini bırakmayacak. Clinton, dünya tarihinde bir liderin başına gelebilecek en büyük krizden, ABD’nin en sevilen Başkanı olarak kayıtlara geçerek çıktı. Bu ne ki onun yanında? Reklam baskısı ile, bireysel ilişki ile bazı yayın organlarında olumsuz yayını şu aşamada bıçakla keser gibi durdurabilseniz bile, olay kamu vicdanında yerini aldı. Gerekeni yapmazsanız, onu oradan söküp atamazsınız artık. Yavuz Semerci’nin Cuma günkü yazısında Sarıgül’e sorduğu soruların benzerlerinin yanıtını hemen, yani şu an, hem de birinci ağızdan, hem de gümbür gümbür vermenizi bekliyorum ben. Çünkü dürüstlüklerinden bir an bile tereddüt etmediğim ‘markalarıma’ en az benim kadar sahip çıkmanızı bekliyorum. Ülkenin bu en muteber kurumlarının itibarının bir nebze olsun sarsılmasına izin verirseniz, her şeyden önce insanlar neye inanacakları konusunda tereddüde düşerler ki, bundan daha büyük hasar ve manevi kaos olamaz zaten.
Beko ve Sabah’ın aklına sağlık!
İstanbul Levent’te terör saldırısına uğramış olan binaya takmıştım. Dış cephesinin öylece harap halde bırakılması, terörün zafer anıtı gibi algılanmasına yol açıyordu. Sonunda Beko elini uzatmış, binanın görünen cephesini medenice kaplamıştı. O binanın ön bölümü de şimdilerde reklam panolarıyla donatılmış durumda. Son olarak da bombalı saldırının yıldönümünde Sabah 6 aylığına oraya muhteşem bir pano çalışması yapmış. Görmediyseniz, yolunuzu Levent’e düşürün ve gidip bakın.
70 metreye 5 metre ebadında hazırlanan anıt gibi panonun önüne, özellikle de ‘Asla Unutmadan’ sözleriyle daha da anlamlandırılmış orta bölümüne insanların gelip çiçekler bırakması ve binanın bir hüzün abidesi olmaktan çıkarılıp bir ‘ortak inanç’ anıtı haline getirilmesi mükemmel bir fikir. Şimdi artık içim rahat. Çünkü ortak akıl teröre galip geldi. En azından iletişim açısından, en azından Levent’te. Düşünenlerin, uygulayanların ellerine sağlık.
Benim favorim Anne Sütü kampanyası
Hani bazı iletişim uzmanı arkadaşlar zaman zaman “Halkla ilişkiler çalışmaları ölçülemez” buyururlar ya. İşte size tokat gibi bir yanıt. Önce bundan bir yıl öncesine gidelim. Ekim ve Kasım aylarında 3 tane yazı yazmışım. Berna Laçin ile Hülya Koçyiğit’in herhangi bir ücret almadan rol aldıkları “İlk 6 ay sadece anne sütü” adı verilen kampanyayı çok doğru bulduğumu ancak bu güzel kampanyanın doğru dürüst duyurulmadığından söz etmişim.
Sağlık Bakanlığı, UNICEF ve Coca-Cola’dan Turkuaz’cılar da gönderdikleri yanıtlarla durumu aydınlatmışlar. Pilot bölge olarak seçtikleri İstanbul ve Diyarbakır’da 40 bin aileye yüzyüze ulaşmayı hedeflediklerinden söz etmişler. Ben de şöyle bir not düşmüşüm o tarihte: “Hele Bakanlık, nefis hazırlanmış posterler, emzirme video klipleri, emzirme ile ilgili çok güzel çizimler içeren bir kitapçık, ‘Başarılı emzirmede 10 öneri’, ‘Emzirmek için 1001 neden” gibi geniş kapsamlı metinler de eklemeyi ihmal etmemiş. O kadar ikna oldum ki, anne olabilseydim herhalde çocuğumu, kızsa evlenene, erkekse askere gidene kadar emzirirdim...”
Aradan bir yıl geçti ve bu kampanyanın üç tarafı, Bakanlık, UNICEF ve Coca-Cola bir basın toplantısı ile sonuçları bu hafta açıkladılar. (Cuma günkü Sabah 1 ve 4. Sayfa) Sonuç müthiş. 1988 yılında binde 77.7 olan çocuk ölümü, binde 29’a gerilemiş. Anne sütü ile beslenme oranı ise 1998’de yüzde 9.4 iken yüzde 27.3 düzeyine çıkmış. Bu tür çalışmaları 168 ülkede yürüttüklerini söyleyen UNICEF yetkilileri Türkiye’nin bu alanda en başarılı ülkelerden biri olduğunu belirtmiş.
Türkiye Halkla İlişkiler Derneği’nin (HİD) bu yılki Altın Pusula ödülü için benim adayım hiç şüphesiz bu proje. Bu arada hatırlatalım. Başvuru süresi uzatılmış. Birkaç gün daha var. Bu ve benzer projelerin mutlaka Altın Pusula’ya katılmaları şart. Hem kendilerini biraz daha duyurmak için, hem de bir şeyler öğrenmek adına...
‘Kıl’ olmamak elde değil...
Lisedeyken bir şu Deniz Harp Okulu öğrencilerine ‘kıl’ olurdum; bir de Saint-Joseph’lilere. Kız liselerindeki havamız denizciler ortaya çıktı mı, bir anda ikinci üçüncü plana düşüverirdi; Saint-Joseph’liler de hem voleybolda hem basketbolde bizi evire çevire yenerlerdi.
Oysa Saint-Joseph’in giriş sınavını 4’üncülükle kazanmıştım. Başta kadim dostum Y. Mimar Bülent Uluengin, Profesör Dr. Tayfun Sunay olmak üzere Feneryolu’ndaki neredeyse tüm mahalle arkadaşlarım orada okuyordu. Kendisi de Fransa’da eğitim görmüş olmasına rağmen rahmetli babam “Bunları papazlar okutuyor, buradan mezun olan silik ve asosyal birer Fransız olur!” buyurdu ve hem ağabeyimi hem beni Almanca eğitime yönlendirdi. Amma ileri görüşlüymüş rahmetli... Çünkü ne hikmetse şu sıra çevrem bol miktarda Saint-Joseph’li ile sarılı. Olacak iş değil. Hepsi son derece Türk, hepsi kendi alanlarında son derece başarılı ve bal gibi de sosyal.
Önümde bir faks duruyor. Saint-Joseph’liler Derneği’nin faksı. Bize bu kez de halkla ilişkiler öğretiyorlar. Şimdi bakın iç içe geçmiş kaçlı bir sarmal iletişim etkinliği hazırlamışlar. Akıllara durgunluk verir: 10-11 Aralık’ta Nardis Jazz Kulübü’nde Piyanist Bill Evans anısına bir Türk – Fransız Caz gecesi düzenlemişler. İki Türk iki Fransız piyanist katılıyormuş geceye (Tuna Ötenel, Kürşad Deniz, Etienne Geerreau, Jean François Giansily) Bunlara kontrbasta Selçuk Sun, davulda Cem Aksel eşlik edeceklermiş. Gecenin geliri de derneğin Adapazarı depremi sonrasında yaptırdığı okulun ihtiyaçları için kullanılacakmış. Buyurun... PR analizini ve katma değerini size bırakıyorum. Sadece başta kendi lisem (İstanbul Erkek Lisesi) olmak üzere tüm diğer liselerin mezunlarının dikkatine sunuyorum. Tabiri amiyane ile biz ‘fan-fin-fon’ kermes düzenleme, salma çıkarma işleriyle uğraşırken onların ‘fon yaratma’ taktiklerine bir bakın. Bu işi böyle bir de TED’liler beceririr... Üniversiteye gelip STK iletişimi dersi verseler yeridir.
Kısa...Kısa...Kısa...
· Okurlarımızdan Mustafa Taha yazmış: “Beşiktaş'ın İstanbul'daki her maçına gidiyorum. İnönü'de dev bir scoreboard var. Maç içerisinde scoreboard işlevini yapıyor. Ekranda devamlı NTV ve CNBC-E tanıtımları dönüp duruyor. Ama öyle böyle değil. Herhalde aynı dizilerin ve programların tanıtımını yaklaşık abartısız 50 kere seyretmiş oluyorsunuz. Elinde böyle koca bir ekran var. Hazır 30 bin kişide varken neden Beşiktaş TV'nin (bu sezon sadece 1 kere GS maçında yayın yapıldı) yayınını veya NTV'nin İngiltere veya Alman liginden verdiği maçları yayınlamadıklarını anlamış değilim. Eldeki koskoca bir olanağı kullanmaktan yoksun oluyorlar.” Taha Bey önerinizi dikkate alacaklardır. Ayrıca orası mükemmel bir reklam alanı olarak da işe yarayabilir... Fakat Beşiktaş’ın şu sıra uğraştığı başka bir dolu işi var...
· T-box’dan bu sayfada arada sırada söz ederiz. Bizce son yıllarda Türkiye’de uygulanmış en başarılı, en ekonomik marka yaratma çalışmalarından biridir. Onlarla ilgili bilgi almaya çalışırken internette bir web sitesine rastladım. T-box prezervatifleriyle ilgili. Girin bir bakın: http://www.rafineri.net/test/game.t-box.com.tr Bir oyun bu. Daha çok erişkinler için. Ama gençlere de iyi ders veriyor. Hem bu sayfayı hazırlayan Trafo’yu hem de Trafo’yu bünyesinde geliştiren Rafineri Ajansı kutluyorum. Her iki kuruluşun kendi web siteleri de bir harika.
· Doritos genellikle iletişimini iyi yönetir. Çalıştıkları halkla ilişkiler ajansı Idea da işini çok iyi biliyor. Yeni ürünü tattırmak için çok şirin bir kutu içinde hem cips yollamış hem de sosundan. Şirkette herkese test yaptırdım. Bayıldılar. ‘Çift taraflı simetrik’ iletişim dediğimiz işte bu. Ya da basını adam yerine koymak... Ürün beğenilmemiş olsaydı bile ‘iyi duygular’ besleyecektik Doritos Dippas için.