Godiva markasıyla önüne gelen oynamamalı
23 ARALIK 2007
Bayramın ilk günü sevgili Zuhal Şeker bir mesaj yollamış. Sağ olsun hakikatli ve vefalıdır. Mesajın sonuna bir not iliştirmiş: “Godiva haberim nasıl?”...
Anglosakson kültüründe yetişmiş olanlar buna “Fishing for Compliments” derler. İltifat avcılığı, gibi bir şey... Oysa Ülker Kurumsal İletişim Genel Müdürü Şeker’in böyle bir avcılığa hiç ihtiyacı yoktu. Dün gazeteler yıkılıyordu. Ortak kilit mesaj: İlk kez bir Türk markası bir dünya markasını satın alıyor.
Uzun zamandır tartışılan bir konuydu. Turquality hareketi çerçevesinde düzenlenen toplantıda Philip Kotler’e de sormuşlardı: “Türk markası oluşturmak yerine dünya markaları satın alsak?..”
O da, “Olur tabii” demişti... “Çinliler de öyle yapmaya karar verdiler. Ancak dikkat etmek lazım...”
Kotler’in uyardığı şey, birleşme ve satın almalardaki kritik başarı faktörüydü. Satın alınan markayı başarıya götürmüş olan kültür ve değerler bütünüyle, satın alan kuruluşun kültür ve değerleri arasında nasıl bir köprü kurulacağı önemliydi... Bazen kan ve organ uyuşmazlığı oluyordu çünkü. ABD’de başarı oranının sadece %20’lerde kaldığı biliniyor. Batırılan paraların ise milyar dolarla ifade edildiği.
Şeamet tellallığı yapmak niyetinde değilim, amacım sadece uyarmak. İstedim ki, bu muhteşem olaydan sonra örneğin birileri kalkıp Ülker ailesine, Ülker logosunu Godiva logosunun üzerine koyma konusunda baskı yapmasın, ya da içinde alkol bulunan çikolataları yasaklatma, amblemini (at üstünde çıplak Lady Godiva) değiştirme, Özel Noel Koleksiyonu’nu sorgulama gibi tehlikeli işleri tavsiye etmesin...
Ülker, Türk ekonomisinin tarihine önemli bir not düşmüştür. Bu olay, Türkiye’nin pazarlama iletişimi serüveninde de bir kırılma noktasıdır...
Buna rağmen hatırlatılmasında yarar vardır. Godiva’yı dünya markası yapan, sadece onun ürün kalitesi değildir; ondan çok, marka vaadidir, kültür ve değerleridir. Yılların içinden kanıtlanıp gelmiş iletişim, pazarlama, satış stratejileridir. Onlarla oynamaya kalkılmasına izin verilmeden önce iki kere değil en az üç kere düşünmek gerekir...
Ülker yöneticileri akıllıdır. İşlerini bilirler. Bugüne kadar bildiler... Bundan sonra da ‘gaza gelmeleri’ için bir neden yok. Ancak biz yine de söyleyelim. İnsanın aklına gelen başına da gelirmiş ya... İçimizde kalmasın.
Muhabbet yemek kadar önemlidir
Pazar günleri en büyük keyfim, Göktürk yolu üzerindeki Şütte’ye gidip kahvaltılık almak... İnternet’ten alış verişin hiçbir zaman elini uzatamayacağı alanlardan biri de, hiç şüphe yok ki, şarküteri olayıdır... Tadacaksın, elleyeceksin, koklayacaksın, yakından göreceksin öyle alacaksın...
En önemlisi de tezgâhın arkasındaki ‘usta’ ile muhabbettir... ‘Usta’ tanımının bir kez daha altını çizelim. İyi bir şarküteri ‘ustası’ uzman bir danışman gibi hizmet verir. Onun için de ayrıca verilecek bir ‘bahşiş’i anasının ak sütü gibi hak eder.
Sınav sorusu, ne Citerio ya da Milano tipi Salami, ne füme dildir; ne Gruyer peyniri, ne de balık yumurtası... Sınav sorusu beyaz peynirdir. Bildiğimiz beyaz peynir... Belki biraz da kaşar peyniri... Onlarcası vardır beyaz peynirin. Sert ve yağlısının bile sarımtırak olanıyla kar gibi beyaz olanı arasında ciddi fark bulunur...
Roquefort istediğinizde Danish Blue Cheese’e yönelen şarkütericinin -sevgili Aydın Boysan dostumun deyişiyle- katli vaciptir...
Günlerce yazabilirim şarküteri hakkında. Bir de kırtasiye dükkânları ile elektronik eşya satan mağazalar üzerine tabii. Her üçünde de danışmanlık hizmeti almak şart. Zaman zaman alış veriş sırasındaki sohbet alış verişin kendisinden önemli olabiliyor. Bazen danışmanın dediklerini kabul edip, bazen kendi dediğini ona kabul ettirmek koşuluyla. Yoksa koyun gibi müşteriden ‘usta’ da tat almaz...
Bir deneyin, yolunuzu Kemerburgaz’dan Göktürk’e giderken sağ koldaki Şütte’ye düşürün ve orada Hasan Bey’i sorun... Ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Eşim fark etti. Hasan Bey size bir parça tattırırken bir parça da kendi ağzına atıyormuş. Sizin ağız tadınıza vakıf olmak için... İyi mi?..
Bırakın ‘O Kadın’ konuşsun!..
Posta kutuma bir mesaj düşmüş. O Kadın filminin yapımcısı Ahmet Çelenk göndermiş. Bir tuhaf içerik... Önce pek anlayamadım. Bakın ne demiş:
“İnsanları etkilemek için geçmişte Kadir İnanır gibi bir oyuncuya etek giydirilmiş şimdi ise Kenan İmirzalıoğlu’na dansöz kıyafeti giydirilerek prim sağlanmaya çalışılmıştır.
Filmin ticari başarısı hesaplanmaksızın etek ya da dansöz kıyafeti giydirilmeden bir film yapılmış ve basındaki eleştirilere karşın filmin ilk dört günlük rakamı 45 bin kişiye ulaşmıştır.
Bu film sanatçıya verilen önemin ve değerin
yansımasıdır.
Fazıl Say’ın ülkeyi terk etme düşüncesine karşılık Sezen Aksu şarkılarının başrolü oynadığı bu aşk filmi bir yanıttır. Adam olanın adı bu ülkede sinema salonlarına verilmekte, insan olana 2 milyon $ harcanarak film yapılmaktadır. O Kadın, silahsız, töresiz bir aşk filmidir. Duygular istismar edilerek yıllardır yapılan töre filmlerine bir yanıttır.
İnsanlar yeni şeyler denemekten korkmasınlar. Halk gereken değeri verecektir ve aşkı anlatmanın başka yolları da vardır’a en güzel yanıt O Kadın filmidir. Saygılarımla. Ahmet Çelenk. ‘O Kadın’ filmi yapımcısı.”
Ahmet Bey’in hezeyanını anlıyorum. Ancak yanlış. Eli yüzü düzgün bir iş yapmış. Filmdir, kliptir, tartışması önemli değil. Önemli olan insanın izledikten sonra ruhunda, aklında kalan lezzettir... Bu lezzetten eminseniz mesele yoktur.
Bu lezzet hezeyanla, kızgınlıkla elde edilemez. Bırakın film konuşsun. Siz niye konuşuyorsunuz! Hem de durduk yerde kırgınlıklar yaratarak, ayağınıza ateş edercesine... Burada asıl olan haklı olmak değil, başarılı olmaktır.
Konyalı’nın Hindi Sarması bir sanat eseri
Ben hindi pek yiyemem. Feneryolu’nda geniş bahçe içinde bir evde büyüdüm. Ördek ve hindi doluydu bizim kümes. Hindilerle arkadaş gibiydik. Şimdi ne zaman bir bütün hindi yemeği ile karşılaşsam, çocukluğumdaki hindi arkadaşlarım gelir aklıma... Arkadaşımı yiyecekmiş gibi olurum...
Bizim koyun Yaşar gibi...
Babam devlet memuruydu. Kurban zamanı büyük koyun alamaz, yeni doğmuş kuzu alır. Onu büyütür, bir sonraki kurban bayramı kestirirdi. Biz de ağzımıza koymazdık o hayvancağızın etini. Düşünsenize, sonuncusunun adı da Yaşar’dı... Alay eder gibi... Küçük kardeşimdi sanki. Bir süre birlikte büyüdük. Bakımından ben sorumluydum...
Arkadaş olmuştuk. Çağırdığım zaman gelirdi. Sanki benimle konuşur gibiydi. Sonra bir gün gelip aldılar elimden ve götürüp kestiler. Kardeşimi götürselerdi, herhalde benzer bir şok yaşardım... O gün bugün ağzıma koymam kurban eti.
Hindi konusunda geçenlerde bir mucize gerçekleşti. Uzun yıllar sonra Konyalı Kanyon’un patronu Mehmet Eren Bey ve Aydın Demir Usta ikilisinin Türk mutfak kültürüne dayalı ürettikleri nefis bir kreasyonu tadabildim: Hindi Sarması... Pek sır vermiyorlar ama galiba hindi temizlendikten sonra önce dümdüz açılıp içine çeşitli lezzetlendiriciler konup kestaneli iç pilavla sarıldıktan sonra kayısı, badem ve Antep fıstığı ile taş fırında kendi suyunda pişiriliyormuş. Demesi kolay, yapması için 110 yıllık Konyalı birikimi de gerek. Benim için yenebilir hale gelen hindiyi Konyalı özel paketlerde evlere de gönderiyormuş...
Hindi işini Mehmet Bey sayesinde hallettik galiba, sıra kurban etinde...
Bayramın ilk günü sevgili Zuhal Şeker bir mesaj yollamış. Sağ olsun hakikatli ve vefalıdır. Mesajın sonuna bir not iliştirmiş: “Godiva haberim nasıl?”...
Anglosakson kültüründe yetişmiş olanlar buna “Fishing for Compliments” derler. İltifat avcılığı, gibi bir şey... Oysa Ülker Kurumsal İletişim Genel Müdürü Şeker’in böyle bir avcılığa hiç ihtiyacı yoktu. Dün gazeteler yıkılıyordu. Ortak kilit mesaj: İlk kez bir Türk markası bir dünya markasını satın alıyor.
Uzun zamandır tartışılan bir konuydu. Turquality hareketi çerçevesinde düzenlenen toplantıda Philip Kotler’e de sormuşlardı: “Türk markası oluşturmak yerine dünya markaları satın alsak?..”
O da, “Olur tabii” demişti... “Çinliler de öyle yapmaya karar verdiler. Ancak dikkat etmek lazım...”
Kotler’in uyardığı şey, birleşme ve satın almalardaki kritik başarı faktörüydü. Satın alınan markayı başarıya götürmüş olan kültür ve değerler bütünüyle, satın alan kuruluşun kültür ve değerleri arasında nasıl bir köprü kurulacağı önemliydi... Bazen kan ve organ uyuşmazlığı oluyordu çünkü. ABD’de başarı oranının sadece %20’lerde kaldığı biliniyor. Batırılan paraların ise milyar dolarla ifade edildiği.
Şeamet tellallığı yapmak niyetinde değilim, amacım sadece uyarmak. İstedim ki, bu muhteşem olaydan sonra örneğin birileri kalkıp Ülker ailesine, Ülker logosunu Godiva logosunun üzerine koyma konusunda baskı yapmasın, ya da içinde alkol bulunan çikolataları yasaklatma, amblemini (at üstünde çıplak Lady Godiva) değiştirme, Özel Noel Koleksiyonu’nu sorgulama gibi tehlikeli işleri tavsiye etmesin...
Ülker, Türk ekonomisinin tarihine önemli bir not düşmüştür. Bu olay, Türkiye’nin pazarlama iletişimi serüveninde de bir kırılma noktasıdır...
Buna rağmen hatırlatılmasında yarar vardır. Godiva’yı dünya markası yapan, sadece onun ürün kalitesi değildir; ondan çok, marka vaadidir, kültür ve değerleridir. Yılların içinden kanıtlanıp gelmiş iletişim, pazarlama, satış stratejileridir. Onlarla oynamaya kalkılmasına izin verilmeden önce iki kere değil en az üç kere düşünmek gerekir...
Ülker yöneticileri akıllıdır. İşlerini bilirler. Bugüne kadar bildiler... Bundan sonra da ‘gaza gelmeleri’ için bir neden yok. Ancak biz yine de söyleyelim. İnsanın aklına gelen başına da gelirmiş ya... İçimizde kalmasın.
Muhabbet yemek kadar önemlidir
Pazar günleri en büyük keyfim, Göktürk yolu üzerindeki Şütte’ye gidip kahvaltılık almak... İnternet’ten alış verişin hiçbir zaman elini uzatamayacağı alanlardan biri de, hiç şüphe yok ki, şarküteri olayıdır... Tadacaksın, elleyeceksin, koklayacaksın, yakından göreceksin öyle alacaksın...
En önemlisi de tezgâhın arkasındaki ‘usta’ ile muhabbettir... ‘Usta’ tanımının bir kez daha altını çizelim. İyi bir şarküteri ‘ustası’ uzman bir danışman gibi hizmet verir. Onun için de ayrıca verilecek bir ‘bahşiş’i anasının ak sütü gibi hak eder.
Sınav sorusu, ne Citerio ya da Milano tipi Salami, ne füme dildir; ne Gruyer peyniri, ne de balık yumurtası... Sınav sorusu beyaz peynirdir. Bildiğimiz beyaz peynir... Belki biraz da kaşar peyniri... Onlarcası vardır beyaz peynirin. Sert ve yağlısının bile sarımtırak olanıyla kar gibi beyaz olanı arasında ciddi fark bulunur...
Roquefort istediğinizde Danish Blue Cheese’e yönelen şarkütericinin -sevgili Aydın Boysan dostumun deyişiyle- katli vaciptir...
Günlerce yazabilirim şarküteri hakkında. Bir de kırtasiye dükkânları ile elektronik eşya satan mağazalar üzerine tabii. Her üçünde de danışmanlık hizmeti almak şart. Zaman zaman alış veriş sırasındaki sohbet alış verişin kendisinden önemli olabiliyor. Bazen danışmanın dediklerini kabul edip, bazen kendi dediğini ona kabul ettirmek koşuluyla. Yoksa koyun gibi müşteriden ‘usta’ da tat almaz...
Bir deneyin, yolunuzu Kemerburgaz’dan Göktürk’e giderken sağ koldaki Şütte’ye düşürün ve orada Hasan Bey’i sorun... Ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Eşim fark etti. Hasan Bey size bir parça tattırırken bir parça da kendi ağzına atıyormuş. Sizin ağız tadınıza vakıf olmak için... İyi mi?..
Bırakın ‘O Kadın’ konuşsun!..
Posta kutuma bir mesaj düşmüş. O Kadın filminin yapımcısı Ahmet Çelenk göndermiş. Bir tuhaf içerik... Önce pek anlayamadım. Bakın ne demiş:
“İnsanları etkilemek için geçmişte Kadir İnanır gibi bir oyuncuya etek giydirilmiş şimdi ise Kenan İmirzalıoğlu’na dansöz kıyafeti giydirilerek prim sağlanmaya çalışılmıştır.
Filmin ticari başarısı hesaplanmaksızın etek ya da dansöz kıyafeti giydirilmeden bir film yapılmış ve basındaki eleştirilere karşın filmin ilk dört günlük rakamı 45 bin kişiye ulaşmıştır.
Bu film sanatçıya verilen önemin ve değerin
yansımasıdır.
Fazıl Say’ın ülkeyi terk etme düşüncesine karşılık Sezen Aksu şarkılarının başrolü oynadığı bu aşk filmi bir yanıttır. Adam olanın adı bu ülkede sinema salonlarına verilmekte, insan olana 2 milyon $ harcanarak film yapılmaktadır. O Kadın, silahsız, töresiz bir aşk filmidir. Duygular istismar edilerek yıllardır yapılan töre filmlerine bir yanıttır.
İnsanlar yeni şeyler denemekten korkmasınlar. Halk gereken değeri verecektir ve aşkı anlatmanın başka yolları da vardır’a en güzel yanıt O Kadın filmidir. Saygılarımla. Ahmet Çelenk. ‘O Kadın’ filmi yapımcısı.”
Ahmet Bey’in hezeyanını anlıyorum. Ancak yanlış. Eli yüzü düzgün bir iş yapmış. Filmdir, kliptir, tartışması önemli değil. Önemli olan insanın izledikten sonra ruhunda, aklında kalan lezzettir... Bu lezzetten eminseniz mesele yoktur.
Bu lezzet hezeyanla, kızgınlıkla elde edilemez. Bırakın film konuşsun. Siz niye konuşuyorsunuz! Hem de durduk yerde kırgınlıklar yaratarak, ayağınıza ateş edercesine... Burada asıl olan haklı olmak değil, başarılı olmaktır.
Konyalı’nın Hindi Sarması bir sanat eseri
Ben hindi pek yiyemem. Feneryolu’nda geniş bahçe içinde bir evde büyüdüm. Ördek ve hindi doluydu bizim kümes. Hindilerle arkadaş gibiydik. Şimdi ne zaman bir bütün hindi yemeği ile karşılaşsam, çocukluğumdaki hindi arkadaşlarım gelir aklıma... Arkadaşımı yiyecekmiş gibi olurum...
Bizim koyun Yaşar gibi...
Babam devlet memuruydu. Kurban zamanı büyük koyun alamaz, yeni doğmuş kuzu alır. Onu büyütür, bir sonraki kurban bayramı kestirirdi. Biz de ağzımıza koymazdık o hayvancağızın etini. Düşünsenize, sonuncusunun adı da Yaşar’dı... Alay eder gibi... Küçük kardeşimdi sanki. Bir süre birlikte büyüdük. Bakımından ben sorumluydum...
Arkadaş olmuştuk. Çağırdığım zaman gelirdi. Sanki benimle konuşur gibiydi. Sonra bir gün gelip aldılar elimden ve götürüp kestiler. Kardeşimi götürselerdi, herhalde benzer bir şok yaşardım... O gün bugün ağzıma koymam kurban eti.
Hindi konusunda geçenlerde bir mucize gerçekleşti. Uzun yıllar sonra Konyalı Kanyon’un patronu Mehmet Eren Bey ve Aydın Demir Usta ikilisinin Türk mutfak kültürüne dayalı ürettikleri nefis bir kreasyonu tadabildim: Hindi Sarması... Pek sır vermiyorlar ama galiba hindi temizlendikten sonra önce dümdüz açılıp içine çeşitli lezzetlendiriciler konup kestaneli iç pilavla sarıldıktan sonra kayısı, badem ve Antep fıstığı ile taş fırında kendi suyunda pişiriliyormuş. Demesi kolay, yapması için 110 yıllık Konyalı birikimi de gerek. Benim için yenebilir hale gelen hindiyi Konyalı özel paketlerde evlere de gönderiyormuş...
Hindi işini Mehmet Bey sayesinde hallettik galiba, sıra kurban etinde...
Anglosakson kültüründe yetişmiş olanlar buna “Fishing for Compliments” derler. İltifat avcılığı, gibi bir şey... Oysa Ülker Kurumsal İletişim Genel Müdürü Şeker’in böyle bir avcılığa hiç ihtiyacı yoktu. Dün gazeteler yıkılıyordu. Ortak kilit mesaj: İlk kez bir Türk markası bir dünya markasını satın alıyor.
Uzun zamandır tartışılan bir konuydu. Turquality hareketi çerçevesinde düzenlenen toplantıda Philip Kotler’e de sormuşlardı: “Türk markası oluşturmak yerine dünya markaları satın alsak?..”
O da, “Olur tabii” demişti... “Çinliler de öyle yapmaya karar verdiler. Ancak dikkat etmek lazım...”
Kotler’in uyardığı şey, birleşme ve satın almalardaki kritik başarı faktörüydü. Satın alınan markayı başarıya götürmüş olan kültür ve değerler bütünüyle, satın alan kuruluşun kültür ve değerleri arasında nasıl bir köprü kurulacağı önemliydi... Bazen kan ve organ uyuşmazlığı oluyordu çünkü. ABD’de başarı oranının sadece %20’lerde kaldığı biliniyor. Batırılan paraların ise milyar dolarla ifade edildiği.
Şeamet tellallığı yapmak niyetinde değilim, amacım sadece uyarmak. İstedim ki, bu muhteşem olaydan sonra örneğin birileri kalkıp Ülker ailesine, Ülker logosunu Godiva logosunun üzerine koyma konusunda baskı yapmasın, ya da içinde alkol bulunan çikolataları yasaklatma, amblemini (at üstünde çıplak Lady Godiva) değiştirme, Özel Noel Koleksiyonu’nu sorgulama gibi tehlikeli işleri tavsiye etmesin...
Ülker, Türk ekonomisinin tarihine önemli bir not düşmüştür. Bu olay, Türkiye’nin pazarlama iletişimi serüveninde de bir kırılma noktasıdır...
Buna rağmen hatırlatılmasında yarar vardır. Godiva’yı dünya markası yapan, sadece onun ürün kalitesi değildir; ondan çok, marka vaadidir, kültür ve değerleridir. Yılların içinden kanıtlanıp gelmiş iletişim, pazarlama, satış stratejileridir. Onlarla oynamaya kalkılmasına izin verilmeden önce iki kere değil en az üç kere düşünmek gerekir...
Ülker yöneticileri akıllıdır. İşlerini bilirler. Bugüne kadar bildiler... Bundan sonra da ‘gaza gelmeleri’ için bir neden yok. Ancak biz yine de söyleyelim. İnsanın aklına gelen başına da gelirmiş ya... İçimizde kalmasın.
Muhabbet yemek kadar önemlidir
Pazar günleri en büyük keyfim, Göktürk yolu üzerindeki Şütte’ye gidip kahvaltılık almak... İnternet’ten alış verişin hiçbir zaman elini uzatamayacağı alanlardan biri de, hiç şüphe yok ki, şarküteri olayıdır... Tadacaksın, elleyeceksin, koklayacaksın, yakından göreceksin öyle alacaksın...
En önemlisi de tezgâhın arkasındaki ‘usta’ ile muhabbettir... ‘Usta’ tanımının bir kez daha altını çizelim. İyi bir şarküteri ‘ustası’ uzman bir danışman gibi hizmet verir. Onun için de ayrıca verilecek bir ‘bahşiş’i anasının ak sütü gibi hak eder.
Sınav sorusu, ne Citerio ya da Milano tipi Salami, ne füme dildir; ne Gruyer peyniri, ne de balık yumurtası... Sınav sorusu beyaz peynirdir. Bildiğimiz beyaz peynir... Belki biraz da kaşar peyniri... Onlarcası vardır beyaz peynirin. Sert ve yağlısının bile sarımtırak olanıyla kar gibi beyaz olanı arasında ciddi fark bulunur...
Roquefort istediğinizde Danish Blue Cheese’e yönelen şarkütericinin -sevgili Aydın Boysan dostumun deyişiyle- katli vaciptir...
Günlerce yazabilirim şarküteri hakkında. Bir de kırtasiye dükkânları ile elektronik eşya satan mağazalar üzerine tabii. Her üçünde de danışmanlık hizmeti almak şart. Zaman zaman alış veriş sırasındaki sohbet alış verişin kendisinden önemli olabiliyor. Bazen danışmanın dediklerini kabul edip, bazen kendi dediğini ona kabul ettirmek koşuluyla. Yoksa koyun gibi müşteriden ‘usta’ da tat almaz...
Bir deneyin, yolunuzu Kemerburgaz’dan Göktürk’e giderken sağ koldaki Şütte’ye düşürün ve orada Hasan Bey’i sorun... Ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Eşim fark etti. Hasan Bey size bir parça tattırırken bir parça da kendi ağzına atıyormuş. Sizin ağız tadınıza vakıf olmak için... İyi mi?..
Bırakın ‘O Kadın’ konuşsun!..
Posta kutuma bir mesaj düşmüş. O Kadın filminin yapımcısı Ahmet Çelenk göndermiş. Bir tuhaf içerik... Önce pek anlayamadım. Bakın ne demiş:
“İnsanları etkilemek için geçmişte Kadir İnanır gibi bir oyuncuya etek giydirilmiş şimdi ise Kenan İmirzalıoğlu’na dansöz kıyafeti giydirilerek prim sağlanmaya çalışılmıştır.
Filmin ticari başarısı hesaplanmaksızın etek ya da dansöz kıyafeti giydirilmeden bir film yapılmış ve basındaki eleştirilere karşın filmin ilk dört günlük rakamı 45 bin kişiye ulaşmıştır.
Bu film sanatçıya verilen önemin ve değerin
yansımasıdır.
Fazıl Say’ın ülkeyi terk etme düşüncesine karşılık Sezen Aksu şarkılarının başrolü oynadığı bu aşk filmi bir yanıttır. Adam olanın adı bu ülkede sinema salonlarına verilmekte, insan olana 2 milyon $ harcanarak film yapılmaktadır. O Kadın, silahsız, töresiz bir aşk filmidir. Duygular istismar edilerek yıllardır yapılan töre filmlerine bir yanıttır.
İnsanlar yeni şeyler denemekten korkmasınlar. Halk gereken değeri verecektir ve aşkı anlatmanın başka yolları da vardır’a en güzel yanıt O Kadın filmidir. Saygılarımla. Ahmet Çelenk. ‘O Kadın’ filmi yapımcısı.”
Ahmet Bey’in hezeyanını anlıyorum. Ancak yanlış. Eli yüzü düzgün bir iş yapmış. Filmdir, kliptir, tartışması önemli değil. Önemli olan insanın izledikten sonra ruhunda, aklında kalan lezzettir... Bu lezzetten eminseniz mesele yoktur.
Bu lezzet hezeyanla, kızgınlıkla elde edilemez. Bırakın film konuşsun. Siz niye konuşuyorsunuz! Hem de durduk yerde kırgınlıklar yaratarak, ayağınıza ateş edercesine... Burada asıl olan haklı olmak değil, başarılı olmaktır.
Konyalı’nın Hindi Sarması bir sanat eseri
Ben hindi pek yiyemem. Feneryolu’nda geniş bahçe içinde bir evde büyüdüm. Ördek ve hindi doluydu bizim kümes. Hindilerle arkadaş gibiydik. Şimdi ne zaman bir bütün hindi yemeği ile karşılaşsam, çocukluğumdaki hindi arkadaşlarım gelir aklıma... Arkadaşımı yiyecekmiş gibi olurum...
Bizim koyun Yaşar gibi...
Babam devlet memuruydu. Kurban zamanı büyük koyun alamaz, yeni doğmuş kuzu alır. Onu büyütür, bir sonraki kurban bayramı kestirirdi. Biz de ağzımıza koymazdık o hayvancağızın etini. Düşünsenize, sonuncusunun adı da Yaşar’dı... Alay eder gibi... Küçük kardeşimdi sanki. Bir süre birlikte büyüdük. Bakımından ben sorumluydum...
Arkadaş olmuştuk. Çağırdığım zaman gelirdi. Sanki benimle konuşur gibiydi. Sonra bir gün gelip aldılar elimden ve götürüp kestiler. Kardeşimi götürselerdi, herhalde benzer bir şok yaşardım... O gün bugün ağzıma koymam kurban eti.
Hindi konusunda geçenlerde bir mucize gerçekleşti. Uzun yıllar sonra Konyalı Kanyon’un patronu Mehmet Eren Bey ve Aydın Demir Usta ikilisinin Türk mutfak kültürüne dayalı ürettikleri nefis bir kreasyonu tadabildim: Hindi Sarması... Pek sır vermiyorlar ama galiba hindi temizlendikten sonra önce dümdüz açılıp içine çeşitli lezzetlendiriciler konup kestaneli iç pilavla sarıldıktan sonra kayısı, badem ve Antep fıstığı ile taş fırında kendi suyunda pişiriliyormuş. Demesi kolay, yapması için 110 yıllık Konyalı birikimi de gerek. Benim için yenebilir hale gelen hindiyi Konyalı özel paketlerde evlere de gönderiyormuş...
Hindi işini Mehmet Bey sayesinde hallettik galiba, sıra kurban etinde...
Bayramın ilk günü sevgili Zuhal Şeker bir mesaj yollamış. Sağ olsun hakikatli ve vefalıdır. Mesajın sonuna bir not iliştirmiş: “Godiva haberim nasıl?”...
Anglosakson kültüründe yetişmiş olanlar buna “Fishing for Compliments” derler. İltifat avcılığı, gibi bir şey... Oysa Ülker Kurumsal İletişim Genel Müdürü Şeker’in böyle bir avcılığa hiç ihtiyacı yoktu. Dün gazeteler yıkılıyordu. Ortak kilit mesaj: İlk kez bir Türk markası bir dünya markasını satın alıyor.
Uzun zamandır tartışılan bir konuydu. Turquality hareketi çerçevesinde düzenlenen toplantıda Philip Kotler’e de sormuşlardı: “Türk markası oluşturmak yerine dünya markaları satın alsak?..”
O da, “Olur tabii” demişti... “Çinliler de öyle yapmaya karar verdiler. Ancak dikkat etmek lazım...”
Kotler’in uyardığı şey, birleşme ve satın almalardaki kritik başarı faktörüydü. Satın alınan markayı başarıya götürmüş olan kültür ve değerler bütünüyle, satın alan kuruluşun kültür ve değerleri arasında nasıl bir köprü kurulacağı önemliydi... Bazen kan ve organ uyuşmazlığı oluyordu çünkü. ABD’de başarı oranının sadece %20’lerde kaldığı biliniyor. Batırılan paraların ise milyar dolarla ifade edildiği.
Şeamet tellallığı yapmak niyetinde değilim, amacım sadece uyarmak. İstedim ki, bu muhteşem olaydan sonra örneğin birileri kalkıp Ülker ailesine, Ülker logosunu Godiva logosunun üzerine koyma konusunda baskı yapmasın, ya da içinde alkol bulunan çikolataları yasaklatma, amblemini (at üstünde çıplak Lady Godiva) değiştirme, Özel Noel Koleksiyonu’nu sorgulama gibi tehlikeli işleri tavsiye etmesin...
Ülker, Türk ekonomisinin tarihine önemli bir not düşmüştür. Bu olay, Türkiye’nin pazarlama iletişimi serüveninde de bir kırılma noktasıdır...
Buna rağmen hatırlatılmasında yarar vardır. Godiva’yı dünya markası yapan, sadece onun ürün kalitesi değildir; ondan çok, marka vaadidir, kültür ve değerleridir. Yılların içinden kanıtlanıp gelmiş iletişim, pazarlama, satış stratejileridir. Onlarla oynamaya kalkılmasına izin verilmeden önce iki kere değil en az üç kere düşünmek gerekir...
Ülker yöneticileri akıllıdır. İşlerini bilirler. Bugüne kadar bildiler... Bundan sonra da ‘gaza gelmeleri’ için bir neden yok. Ancak biz yine de söyleyelim. İnsanın aklına gelen başına da gelirmiş ya... İçimizde kalmasın.
Muhabbet yemek kadar önemlidir
Pazar günleri en büyük keyfim, Göktürk yolu üzerindeki Şütte’ye gidip kahvaltılık almak... İnternet’ten alış verişin hiçbir zaman elini uzatamayacağı alanlardan biri de, hiç şüphe yok ki, şarküteri olayıdır... Tadacaksın, elleyeceksin, koklayacaksın, yakından göreceksin öyle alacaksın...
En önemlisi de tezgâhın arkasındaki ‘usta’ ile muhabbettir... ‘Usta’ tanımının bir kez daha altını çizelim. İyi bir şarküteri ‘ustası’ uzman bir danışman gibi hizmet verir. Onun için de ayrıca verilecek bir ‘bahşiş’i anasının ak sütü gibi hak eder.
Sınav sorusu, ne Citerio ya da Milano tipi Salami, ne füme dildir; ne Gruyer peyniri, ne de balık yumurtası... Sınav sorusu beyaz peynirdir. Bildiğimiz beyaz peynir... Belki biraz da kaşar peyniri... Onlarcası vardır beyaz peynirin. Sert ve yağlısının bile sarımtırak olanıyla kar gibi beyaz olanı arasında ciddi fark bulunur...
Roquefort istediğinizde Danish Blue Cheese’e yönelen şarkütericinin -sevgili Aydın Boysan dostumun deyişiyle- katli vaciptir...
Günlerce yazabilirim şarküteri hakkında. Bir de kırtasiye dükkânları ile elektronik eşya satan mağazalar üzerine tabii. Her üçünde de danışmanlık hizmeti almak şart. Zaman zaman alış veriş sırasındaki sohbet alış verişin kendisinden önemli olabiliyor. Bazen danışmanın dediklerini kabul edip, bazen kendi dediğini ona kabul ettirmek koşuluyla. Yoksa koyun gibi müşteriden ‘usta’ da tat almaz...
Bir deneyin, yolunuzu Kemerburgaz’dan Göktürk’e giderken sağ koldaki Şütte’ye düşürün ve orada Hasan Bey’i sorun... Ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Eşim fark etti. Hasan Bey size bir parça tattırırken bir parça da kendi ağzına atıyormuş. Sizin ağız tadınıza vakıf olmak için... İyi mi?..
Bırakın ‘O Kadın’ konuşsun!..
Posta kutuma bir mesaj düşmüş. O Kadın filminin yapımcısı Ahmet Çelenk göndermiş. Bir tuhaf içerik... Önce pek anlayamadım. Bakın ne demiş:
“İnsanları etkilemek için geçmişte Kadir İnanır gibi bir oyuncuya etek giydirilmiş şimdi ise Kenan İmirzalıoğlu’na dansöz kıyafeti giydirilerek prim sağlanmaya çalışılmıştır.
Filmin ticari başarısı hesaplanmaksızın etek ya da dansöz kıyafeti giydirilmeden bir film yapılmış ve basındaki eleştirilere karşın filmin ilk dört günlük rakamı 45 bin kişiye ulaşmıştır.
Bu film sanatçıya verilen önemin ve değerin
yansımasıdır.
Fazıl Say’ın ülkeyi terk etme düşüncesine karşılık Sezen Aksu şarkılarının başrolü oynadığı bu aşk filmi bir yanıttır. Adam olanın adı bu ülkede sinema salonlarına verilmekte, insan olana 2 milyon $ harcanarak film yapılmaktadır. O Kadın, silahsız, töresiz bir aşk filmidir. Duygular istismar edilerek yıllardır yapılan töre filmlerine bir yanıttır.
İnsanlar yeni şeyler denemekten korkmasınlar. Halk gereken değeri verecektir ve aşkı anlatmanın başka yolları da vardır’a en güzel yanıt O Kadın filmidir. Saygılarımla. Ahmet Çelenk. ‘O Kadın’ filmi yapımcısı.”
Ahmet Bey’in hezeyanını anlıyorum. Ancak yanlış. Eli yüzü düzgün bir iş yapmış. Filmdir, kliptir, tartışması önemli değil. Önemli olan insanın izledikten sonra ruhunda, aklında kalan lezzettir... Bu lezzetten eminseniz mesele yoktur.
Bu lezzet hezeyanla, kızgınlıkla elde edilemez. Bırakın film konuşsun. Siz niye konuşuyorsunuz! Hem de durduk yerde kırgınlıklar yaratarak, ayağınıza ateş edercesine... Burada asıl olan haklı olmak değil, başarılı olmaktır.
Konyalı’nın Hindi Sarması bir sanat eseri
Ben hindi pek yiyemem. Feneryolu’nda geniş bahçe içinde bir evde büyüdüm. Ördek ve hindi doluydu bizim kümes. Hindilerle arkadaş gibiydik. Şimdi ne zaman bir bütün hindi yemeği ile karşılaşsam, çocukluğumdaki hindi arkadaşlarım gelir aklıma... Arkadaşımı yiyecekmiş gibi olurum...
Bizim koyun Yaşar gibi...
Babam devlet memuruydu. Kurban zamanı büyük koyun alamaz, yeni doğmuş kuzu alır. Onu büyütür, bir sonraki kurban bayramı kestirirdi. Biz de ağzımıza koymazdık o hayvancağızın etini. Düşünsenize, sonuncusunun adı da Yaşar’dı... Alay eder gibi... Küçük kardeşimdi sanki. Bir süre birlikte büyüdük. Bakımından ben sorumluydum...
Arkadaş olmuştuk. Çağırdığım zaman gelirdi. Sanki benimle konuşur gibiydi. Sonra bir gün gelip aldılar elimden ve götürüp kestiler. Kardeşimi götürselerdi, herhalde benzer bir şok yaşardım... O gün bugün ağzıma koymam kurban eti.
Hindi konusunda geçenlerde bir mucize gerçekleşti. Uzun yıllar sonra Konyalı Kanyon’un patronu Mehmet Eren Bey ve Aydın Demir Usta ikilisinin Türk mutfak kültürüne dayalı ürettikleri nefis bir kreasyonu tadabildim: Hindi Sarması... Pek sır vermiyorlar ama galiba hindi temizlendikten sonra önce dümdüz açılıp içine çeşitli lezzetlendiriciler konup kestaneli iç pilavla sarıldıktan sonra kayısı, badem ve Antep fıstığı ile taş fırında kendi suyunda pişiriliyormuş. Demesi kolay, yapması için 110 yıllık Konyalı birikimi de gerek. Benim için yenebilir hale gelen hindiyi Konyalı özel paketlerde evlere de gönderiyormuş...
Hindi işini Mehmet Bey sayesinde hallettik galiba, sıra kurban etinde...