Göbeklitepe’nin ruhunu yansıtmalıyız
08 Aralık 2016 - yeni Şafak
İnsanlık tarihinin en gizemli kapılarını aralayan ve asırların medeniyet dehlizlerinde geriye dönülebilecek arkeolojik tarihlendirmeleri aşarak, keşfedilmesiyle birdenbire 12 bin yıla kaydıran Şanlıurfa’nın (bazılarına göre Adıyaman’ın) Göbeklitepe’si, insanın manayla buluştuğu, esrarı tam olarak çözülmemiş o ilk mekân…
“12 bin yıl önce yeryüzünde kutsal bir yer vardı” diye çocuklarımıza masal gibi anlatabileceğimiz bu muhteşem ve gerçek hikâyede dünyanın en eski tapınak merkezinin Anadolu’da keşfedilmiş olması, arkeologlara “İnsanlık tarihi yeniden yazılacak” dedirtti ve böylelikle pek çok disiplin açısından da alarm zillerini çaldırmış oldu. Şaka değil, ‘Yeryüzünün ilk mabedi’nden söz ediyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Turizm ve Kültür Bakanı Sayın Nabi Avcı da Göbeklitepe’yi ziyaret etmiş. Sayın Bakanımızın kazı alanını incelerken gönlüyle de 12 bin yıl öncesine uzandığını tahmin edebiliyorum. Herhalde, kazıdaki muhteşem gerçeğin açığa çıkarılmasında birinci elden payı olan Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün rahmetli Profesörü Klaus Schmidt’i de en halisane duygularla anmıştır.
Göbeklitepe’nin, 2017 Şubat’ında Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) Dünya Kültür Mirası’nın geçici listesinden asıl listesine gireceği tahmin ediliyor.
Anadolu Ajansı’ndan Rauf Maltaş kardeşimiz, ‘Göbeklitepe UNESCO yolunda’ başlıklı haberinde Göbeklitepe’nin 1963 yılında İstanbul ve Chicago Üniversitelerinin ortak yüzey çalışmaları sırasında fark edildiğini belirterek “Göbeklitepe’de ne var?” sorusunu da bilmeyenler için yanıtlamış, bilenlere de hatırlatmış:
“Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ve Şanlıurfa Müzesi tarafından 1995'ten beri ortaklaşa yürütülen çalışmalarla, neolitik döneme ait, boyları 3-6 metre, ağırlıkları da 40 ila 60 ton arasında değişen, yabani hayvan figürlü "T" biçimli dikili taşlar, 8-30 metre çapında dairesel ve dikdörtgen şekilli dünyanın en eski tapınak kalıntıları, çok sayıda yabani hayvan figürü, insan heykeli ve yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olduğu belirtilen 65 santimetre uzunluğunda insan heykeli gibi tarihi eserler gün yüzüne çıkarıldı.
Başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere birçok kurum ve kuruluş, "Dünyanın en eski tapınak merkezi" olduğu belirtilen ve 5 yıl önce UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan Göbeklitepe'nin tanıtımı için çeşitli projeler yürütüyor.”
Şanlıurfa Valisi Güngör Azim Tuna da, Göbeklitepe'ye ilişkin uluslararası çok sayıda yayının yapıldığını söylemiş ve demiş ki:
“Göbeklitepe geçtiğimiz yıllarda dünyanın dört bir tarafından ziyaretçi aldı. Eminim yeni bir tanıtım çalışması ve yapılan restorasyon hizmetiyle Göbeklitepe, Türkiye'nin turizmine önemli katkılar sağlayacak."
Göbeklitepe için bugüne kadar pek çok yazı yazdım. Her seferinde yazarken heyecanlanırım. Düşünsenize 12 bin yıl önce bu mekânda yaşayanlar, yazının tekerleğin icat edilmediği, maden kullanımının, çanak çömleğin olmadığı bir dünyanın insanıydılar. Üzerlerinde hayvan ve soyut sembollerle günümüze nefes taşıyan bu taşları nasıl bir halet-i ruhiye ile oymuşlardı? Hangi alet ve yöntemlerle bu tapınağı yapmış olabilirlerdi? Yoksa yaptıkları tapınak, sergiledikleri sahne bir dua ayini değildi de başka bir toplantının – buluşmanın işaretlerini mi veriyordu? Çünkü kolları yanlarında resmedilmiş T’nin üst kesiminin kafa yapısını canlandırdığı o devasa figürlerin daire şeklinde etrafında kümelendikleri iki nispeten daha büyük figür neyi simgeliyordu. İki adet tanrıyı mı, yoksa bir çifti mi?...
Yaşamak, hayatta kalmak Göbeklitepe’nin ilk ev sahiplerine yetmemiş… İnanma ihtiyacını taşlara kazımışlar. İnanma ihtiyacının anası vicdan değil midir? Vicdan olmadan bildiklerimiz ne işe yarar ki?
Göbeklitepe, ‘Anadolu irfanı’ndan söz ettiğimizde boşuna konuşmuş olmadığımızı kanıtlıyor.
Göbeklitepe, irfana dokunan Anadolu’nun neden Batı’yla mukayese edilemeyecek insani ve vicdani değerlerle mücehhez olduğunun da bir kanıtı ve sembolüdür bence…
Benim gördüğüm, haydi daha gerçekçi olalım, hissettiğim kadarıyla her kim ki Göbeklitepe’nin basit bir tapınak meselesi olarak anlatılmasını istiyor, o kişi(ler) Göbeklitepe’yi gizeminin içine gömmek ve sıradanlığa mahkûm etmek istiyorlar demektir.
O yerleşim bölgesinde ve oradan çıkan malzemenin sergilendiği Urfa Müzesi’nin salonlarında geçirilen her saat, sonunda insana ayrı bir duyarlılık yaşatan Göbeklitepe’yi, o gizemli dünyanın ruhunu yansıtarak anlatmak bizim boynumuzun borcudur. Rahmetli Halit Refiğ üstadın altını çizdiği gibi “Anadolu insanının acı çeken büyük insanlığını anlatmakta” olduğu gibi….
“12 bin yıl önce yeryüzünde kutsal bir yer vardı” diye çocuklarımıza masal gibi anlatabileceğimiz bu muhteşem ve gerçek hikâyede dünyanın en eski tapınak merkezinin Anadolu’da keşfedilmiş olması, arkeologlara “İnsanlık tarihi yeniden yazılacak” dedirtti ve böylelikle pek çok disiplin açısından da alarm zillerini çaldırmış oldu. Şaka değil, ‘Yeryüzünün ilk mabedi’nden söz ediyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Turizm ve Kültür Bakanı Sayın Nabi Avcı da Göbeklitepe’yi ziyaret etmiş. Sayın Bakanımızın kazı alanını incelerken gönlüyle de 12 bin yıl öncesine uzandığını tahmin edebiliyorum. Herhalde, kazıdaki muhteşem gerçeğin açığa çıkarılmasında birinci elden payı olan Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün rahmetli Profesörü Klaus Schmidt’i de en halisane duygularla anmıştır.
Göbeklitepe’nin, 2017 Şubat’ında Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) Dünya Kültür Mirası’nın geçici listesinden asıl listesine gireceği tahmin ediliyor.
Anadolu Ajansı’ndan Rauf Maltaş kardeşimiz, ‘Göbeklitepe UNESCO yolunda’ başlıklı haberinde Göbeklitepe’nin 1963 yılında İstanbul ve Chicago Üniversitelerinin ortak yüzey çalışmaları sırasında fark edildiğini belirterek “Göbeklitepe’de ne var?” sorusunu da bilmeyenler için yanıtlamış, bilenlere de hatırlatmış:
“Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ve Şanlıurfa Müzesi tarafından 1995'ten beri ortaklaşa yürütülen çalışmalarla, neolitik döneme ait, boyları 3-6 metre, ağırlıkları da 40 ila 60 ton arasında değişen, yabani hayvan figürlü "T" biçimli dikili taşlar, 8-30 metre çapında dairesel ve dikdörtgen şekilli dünyanın en eski tapınak kalıntıları, çok sayıda yabani hayvan figürü, insan heykeli ve yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olduğu belirtilen 65 santimetre uzunluğunda insan heykeli gibi tarihi eserler gün yüzüne çıkarıldı.
Başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere birçok kurum ve kuruluş, "Dünyanın en eski tapınak merkezi" olduğu belirtilen ve 5 yıl önce UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan Göbeklitepe'nin tanıtımı için çeşitli projeler yürütüyor.”
Şanlıurfa Valisi Güngör Azim Tuna da, Göbeklitepe'ye ilişkin uluslararası çok sayıda yayının yapıldığını söylemiş ve demiş ki:
“Göbeklitepe geçtiğimiz yıllarda dünyanın dört bir tarafından ziyaretçi aldı. Eminim yeni bir tanıtım çalışması ve yapılan restorasyon hizmetiyle Göbeklitepe, Türkiye'nin turizmine önemli katkılar sağlayacak."
Göbeklitepe için bugüne kadar pek çok yazı yazdım. Her seferinde yazarken heyecanlanırım. Düşünsenize 12 bin yıl önce bu mekânda yaşayanlar, yazının tekerleğin icat edilmediği, maden kullanımının, çanak çömleğin olmadığı bir dünyanın insanıydılar. Üzerlerinde hayvan ve soyut sembollerle günümüze nefes taşıyan bu taşları nasıl bir halet-i ruhiye ile oymuşlardı? Hangi alet ve yöntemlerle bu tapınağı yapmış olabilirlerdi? Yoksa yaptıkları tapınak, sergiledikleri sahne bir dua ayini değildi de başka bir toplantının – buluşmanın işaretlerini mi veriyordu? Çünkü kolları yanlarında resmedilmiş T’nin üst kesiminin kafa yapısını canlandırdığı o devasa figürlerin daire şeklinde etrafında kümelendikleri iki nispeten daha büyük figür neyi simgeliyordu. İki adet tanrıyı mı, yoksa bir çifti mi?...
Yaşamak, hayatta kalmak Göbeklitepe’nin ilk ev sahiplerine yetmemiş… İnanma ihtiyacını taşlara kazımışlar. İnanma ihtiyacının anası vicdan değil midir? Vicdan olmadan bildiklerimiz ne işe yarar ki?
Göbeklitepe, ‘Anadolu irfanı’ndan söz ettiğimizde boşuna konuşmuş olmadığımızı kanıtlıyor.
Göbeklitepe, irfana dokunan Anadolu’nun neden Batı’yla mukayese edilemeyecek insani ve vicdani değerlerle mücehhez olduğunun da bir kanıtı ve sembolüdür bence…
Benim gördüğüm, haydi daha gerçekçi olalım, hissettiğim kadarıyla her kim ki Göbeklitepe’nin basit bir tapınak meselesi olarak anlatılmasını istiyor, o kişi(ler) Göbeklitepe’yi gizeminin içine gömmek ve sıradanlığa mahkûm etmek istiyorlar demektir.
O yerleşim bölgesinde ve oradan çıkan malzemenin sergilendiği Urfa Müzesi’nin salonlarında geçirilen her saat, sonunda insana ayrı bir duyarlılık yaşatan Göbeklitepe’yi, o gizemli dünyanın ruhunu yansıtarak anlatmak bizim boynumuzun borcudur. Rahmetli Halit Refiğ üstadın altını çizdiği gibi “Anadolu insanının acı çeken büyük insanlığını anlatmakta” olduğu gibi….