Guguklu saat (!)..
19 ARALIK 2011
Ekonomi Bakanımız Sayın Zafer Çağlayan, İsviçre’de gazetecilerin sorularını yanıtlarken “Türkiye’den bir saat markası çıkmasını kafaya takmış durumdayım” demiş.
Orson Welles’in Üçüncü Adam (Third Man) filminin (Yönetmen: Carol Reed) unutulmaz Lunapark sahnesinde, dönme dolabın tepesinden yerde karınca sürüsü gibi görünen insanlara gönderme yaparak attığı o muhteşem ve bir o kadar da İsviçrelilere karşı haksız sayılabilecek bir gaddarlık duygusu içeren tiradı hatırlamanın tam sırası değil mi?
“İtalya’da 30 yıl boyunca Borgialar hüküm sürdü. Bu süre içinde hep kan döküldü, cinayetler işlendi, yani hep savaş, kıyım ve terör vardı. Ama Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Rönesans’ı da onlar yarattı. Oysa İsviçre’de 500 yıl boyunca barış, kardeşlik ve demokrasi vardır. Ama buna karşılık ne yaratabildiler? Sadece guguklu saati!”
Üçüncü Adam, Graham Green’in romanından uyarlanmış müthiş bir filmdir bu ve yıllarını İsviçre’de 68 kuşağından bir öğrenci olarak geçirmiş benim gibi bir ‘genç’ üzerindeki etkisi yıllar sürmüştür. (Not: Yaptığı kötülükleri meşrulaştırmak amacıyla Orson Welles’in canlandırdığı Lime adlı karaktere söyletilen bu etkileyici cümleler de Graham Green’in yazdığı özgün senaryoda yokmuş. Orson Welles tarafından sonradan ilave edilmiş.)
İnsanlığın yerine daha iyisini bulamadığı kapitalizmin ‘çıldıran azgın’ yüzünde büyük finansal krizler yaratan doymazlık, tatminsizlik, değersizlik ve tüm bunlara rağmen için herşeyi göze alarak yoluna devam eden insanın, yarattığı ‘üstün soyutlama’ gücünün olağanüstü eserini göz ardı etmek yanlış olur: Tabii ki ‘marka’dan söz ediyoruz. Marka, yirminci yüzyılın en ‘büyük fikirlerinden’ biridir. Elle tutulmayan gözle görülmemesine rağmen kıymeti, pazar değeri neredeyse sıfır yanılma payı ile ölçüşebilen tek ekonomik enstrüman… Bu çerçeveden bakılınca, saat ve tabii ki ‘guguklu saat’ da, azımsanacak bir ‘ekonomik nesne’ asla değildir.
6 Milyon nüfuslu minicik İsviçre’nin çıkardığı uluslararası güçte markaları saatler dışında da alt alta sıralarsanız; olayın ciddiyeti daha iyi anlaşılır: Çikolata markaları (Nestle, Lindt, Cailler, Toblerone), ilaç markaları (Novartis, Sandoz, Wyeth), elektrikli merdiven ve asansör (Schlieren), silah sanayi (Sig Sauer, Oerlikon), endüstriyel büyük makine üretimi (Sulzer), çakı (Victorinox) ve daha pek çokları…
Günümüzde saat denildiğinde akla İsviçre geliyorsa, dönme dolabın tepesindeki Orson Welles hâlâ dünya sinema tarihinin vazgeçilmez isimlerinden biri olmaya (Yurttaş Kane) devam ediyorsa, meselemiz ‘büyük fikir’ diye kodladığımız ‘aydınlanma’yı erişilebilir alanımız içinde görebilmektir. Bu ışığı ortaya koyma yeteneği olanları anlamak, kollamak ve imkânlar yaratmaktır.
Türkiye’den bir saat markasının çıkması elbette çok arzu edilen hedeflerden biri olabilir. Ne var ki, ‘yapılmış’ın izinden gitmek yerine tamamen ‘özgün’, tamamen Türkiye’ye has malzemelerden ilham alınarak ‘büyük fikir’ler ortaya konulması, ‘markalaşma’ açısından herhalde daha anlamlı olacaktır. Malum, taklit, orijinal olanın algısını güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Japonlar digital saat buluşuyla bunu denedi (Seiko, Casio) diğer Uzak Doğu ülkeleri onu izlediler. Ancak İsviçre onlara Swatch ile öyle bir yanıt verdi ki, Uzak Doğu’ya kaybettiği neredeyse bütün alanı geri aldı.
İsviçre’ye çok mu aşıksın? Hayır kesinlikle değilim. Tam tersine ‘Işığın Doğu’dan yükseleceğine’ inanlardanım. Bir Mevlana’yı 10 İsviçre markasına değişmem. Kapitalist rekabet koşulları içinde Türkiye’den marka çıkmalı mıdır? Tabii ki çıkmalıdır. Peki, bizim markalar hangi alanlardan çıkabilir? Net yanıt şudur: En güçlü olduğumuz alanlardan…
Orson Welles’in Üçüncü Adam (Third Man) filminin (Yönetmen: Carol Reed) unutulmaz Lunapark sahnesinde, dönme dolabın tepesinden yerde karınca sürüsü gibi görünen insanlara gönderme yaparak attığı o muhteşem ve bir o kadar da İsviçrelilere karşı haksız sayılabilecek bir gaddarlık duygusu içeren tiradı hatırlamanın tam sırası değil mi?
“İtalya’da 30 yıl boyunca Borgialar hüküm sürdü. Bu süre içinde hep kan döküldü, cinayetler işlendi, yani hep savaş, kıyım ve terör vardı. Ama Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Rönesans’ı da onlar yarattı. Oysa İsviçre’de 500 yıl boyunca barış, kardeşlik ve demokrasi vardır. Ama buna karşılık ne yaratabildiler? Sadece guguklu saati!”
Üçüncü Adam, Graham Green’in romanından uyarlanmış müthiş bir filmdir bu ve yıllarını İsviçre’de 68 kuşağından bir öğrenci olarak geçirmiş benim gibi bir ‘genç’ üzerindeki etkisi yıllar sürmüştür. (Not: Yaptığı kötülükleri meşrulaştırmak amacıyla Orson Welles’in canlandırdığı Lime adlı karaktere söyletilen bu etkileyici cümleler de Graham Green’in yazdığı özgün senaryoda yokmuş. Orson Welles tarafından sonradan ilave edilmiş.)
İnsanlığın yerine daha iyisini bulamadığı kapitalizmin ‘çıldıran azgın’ yüzünde büyük finansal krizler yaratan doymazlık, tatminsizlik, değersizlik ve tüm bunlara rağmen için herşeyi göze alarak yoluna devam eden insanın, yarattığı ‘üstün soyutlama’ gücünün olağanüstü eserini göz ardı etmek yanlış olur: Tabii ki ‘marka’dan söz ediyoruz. Marka, yirminci yüzyılın en ‘büyük fikirlerinden’ biridir. Elle tutulmayan gözle görülmemesine rağmen kıymeti, pazar değeri neredeyse sıfır yanılma payı ile ölçüşebilen tek ekonomik enstrüman… Bu çerçeveden bakılınca, saat ve tabii ki ‘guguklu saat’ da, azımsanacak bir ‘ekonomik nesne’ asla değildir.
6 Milyon nüfuslu minicik İsviçre’nin çıkardığı uluslararası güçte markaları saatler dışında da alt alta sıralarsanız; olayın ciddiyeti daha iyi anlaşılır: Çikolata markaları (Nestle, Lindt, Cailler, Toblerone), ilaç markaları (Novartis, Sandoz, Wyeth), elektrikli merdiven ve asansör (Schlieren), silah sanayi (Sig Sauer, Oerlikon), endüstriyel büyük makine üretimi (Sulzer), çakı (Victorinox) ve daha pek çokları…
Günümüzde saat denildiğinde akla İsviçre geliyorsa, dönme dolabın tepesindeki Orson Welles hâlâ dünya sinema tarihinin vazgeçilmez isimlerinden biri olmaya (Yurttaş Kane) devam ediyorsa, meselemiz ‘büyük fikir’ diye kodladığımız ‘aydınlanma’yı erişilebilir alanımız içinde görebilmektir. Bu ışığı ortaya koyma yeteneği olanları anlamak, kollamak ve imkânlar yaratmaktır.
Türkiye’den bir saat markasının çıkması elbette çok arzu edilen hedeflerden biri olabilir. Ne var ki, ‘yapılmış’ın izinden gitmek yerine tamamen ‘özgün’, tamamen Türkiye’ye has malzemelerden ilham alınarak ‘büyük fikir’ler ortaya konulması, ‘markalaşma’ açısından herhalde daha anlamlı olacaktır. Malum, taklit, orijinal olanın algısını güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Japonlar digital saat buluşuyla bunu denedi (Seiko, Casio) diğer Uzak Doğu ülkeleri onu izlediler. Ancak İsviçre onlara Swatch ile öyle bir yanıt verdi ki, Uzak Doğu’ya kaybettiği neredeyse bütün alanı geri aldı.
İsviçre’ye çok mu aşıksın? Hayır kesinlikle değilim. Tam tersine ‘Işığın Doğu’dan yükseleceğine’ inanlardanım. Bir Mevlana’yı 10 İsviçre markasına değişmem. Kapitalist rekabet koşulları içinde Türkiye’den marka çıkmalı mıdır? Tabii ki çıkmalıdır. Peki, bizim markalar hangi alanlardan çıkabilir? Net yanıt şudur: En güçlü olduğumuz alanlardan…