Gülben Ergen’den kriz iletişimi dersi
14 EYLÜL 2003
Ben şahsen Gülben Ergen’in yaşadığı ve içinden güçlenerek çıktığı son krizden çok şey öğrendim.
İletişimde, tanımı çok kolay olmasına rağmen en zor anlaşılan konulardan biridir: Bir kriz fırsata nasıl dönüştürülür?.. Nerdeyse tüm kriz iletişimi kitaplarında o meşhur gönderme vardır: Çince’de ‘kriz’ kelimesi, iki ayrı kelimenin işareti yanyana getirilerek yazılırmış: ‘tehdit ve fırsat’… Tüm seminerlerde de benzer şeyler anlatılır: “Krizlerden fırsat doğar!”.. Ama bilmek ile uygulamak arasında dağlar kadar fark vardır…
Kriz anında geneldeki tutum, ‘yorganı başına çekip uyuma’ sendromudur. Ortalıkta gözükme! Sesini çıkarma! Başkalarını senin adına devreye sok!
En büyük hasar da işte o zaman oluşur.
Yöntem basittir aslında: 1. Hasarı tespit et. Çünkü iletişimin frekansı ve şiddeti hasar oranında olmalıdır; 2. En üst düzeyde krizi yönet ve gerekli açıklamaları birinci elden yap, başkalarına delege etme; 3. Varsa hatayı kabullen; 4. Zarara uğrayan tarafların zararlarını tazmin et; 5. Kamuoyuna değil kamu vicdanına yönel…
Son 10 yılın bu konudaki en çarpıcı ve zor anlaşılır örneği Başkan Bill Clinton ile Monica Lewinsky krizidir. Bilindiği gibi Clinton öyle bir-iki kere falan değil tam 24 kere ‘şeytana uymuştur’… Herhangi bir erkeğin hayatını duman edecek olan bu krizden Clinton, Amerikan tarihinin en yüksek itibar rating’ini elde ederek çıkmıştı.
Gülben Ergen’in basın toplantısını izlerken bunlar geçti aklımdan. “Tamam” dedim içimden, “Başta kadınlar olmak üzere, gönüllerdeki tahtını sağlamladı!”. İlk açıklamalarındaki hafif saldırgan tutumunu ve konuyu ‘kadın hakları’ gibi yersiz bir platforma taşıma ‘cin’liğini bir kenara bırakmış, kamu vicdanına sesleniyor ve hatasını kabulleniyordu.
Onu izlerken benim boğazıma bir şeyler düğümlendiyse, milyonlarca kadının göz pınarları dolmuştur mutlaka…
Şimdi artık ‘becerebilirse’ susması gerekiyor. Bundan böyle, başkaları ne konuşursa konuşsun ona ‘pozitif’ yazar… Hatta biraz daha ileri gideceğim… Ola ki, kasetteki görüntüler birilerinin eline geçti ve yayınlandı. Kamuoyunda belki ilgi çeker, ama kamu vicdanı o işi yapanı asla affetmez.
Gülben Ergen krizi içinde bir de “Kendi krizini durduk yerde kendin nasıl yaratırsın?” vakasına akıl almaz bir örnek yaşadık. Özlem Savaş Hanım kalktı dedi ki: ”Benim de aynı adamla benzer bir kasedim olmalı!”
Derslerde ‘Kendi krizini yaratma’ konusuna örnek bulmakta zorlanırız. Gazetelere verilen tam sayfa ‘Kamuoyuna Duyuru’ ilanlarıyla yetinmek zorunda kalırız genelde. “Biz bu konuda suçsuzuz!” diye bağırıp, olaydan bihaber olanları da bilgi sahibi kılar, durduk yerde insanların aklına “Acaba mı?” sorusunu yerleştirirler… Hele şu tür açıklamalar: “Ben homoseksüel değilim”, “Parçam çalıntı değil esinlenme”, “Bizim için şeriatçı diyorlar”, “Depremzedeler için soyundum” vs… Bence hiçbiri Özlem Savaş’ın son çıkışını aşamaz…
“Farklılaş Ya Da Öl!”
Bir dijital kamera almaya kalkın. Yandınız… Başınız döner. Hangisi daha iyi, diye yüzlerce örnek arasında gidip gelirsiniz. Aynı teknik özelliklere sahip hangi bilgisayar daha iyidir? Ya deterjanlardan hangisi daha beyaz yıkar?…
Ben birkaç deterjanı alıp bir kimya laboratuarına götürüp analiz ettirdikten sonra hangisini alacağına karar veren bir bayana rastlamadım. TV reklamlarındaki testlere bakacak olursanız, hepsi birbirinden daha hesaplı ve daha beyaz yıkıyor…
5 yıldızlı otellere ne demeli? Adı üstünde hepsi ‘5 yıldızlı’, yani standart. Yani hepsinde aynı kalitede hizmet ve maddi koşullar var.
Üst sınıf otomobillerde teknolojik olarak hangisi daha iyi? Mercedes mi? BMW mi? AUDİ mi (Dörtçekerleri hariç)?
Günümüzde, satın alma kararlarında maddi özellikler birinci derceden rol oynamıyorsa, pekiyi ne rol oynuyor? Ürün ve hizmetinizi rekabetten nasıl farklılaştıracak ve satacaksınız?...
Bugünlerde tüm pazarlama ve stratejik iletişim uzmanlarının çözüm aradığı soru bu. Nasıl farklılaşacaksın ve bunu nasıl sürdüreceksin?..
Kolay iş değil. Örneğin, SABAH gazetesi üst yönetimi bu değişim süreci için hedef olarak 3 yılı seçmiş. IBM’in farklılaşma stratejisini oturtması için 5 yılın geçmesi gerekmişti.
Management Center Türkiye (MCT), 4. Pazarlama Zirvesi’nin içeriğini bu sorunun yanıtını aramak üzere oluşturmuş. Zirvenin adı: Sürdürülebilir Farklılaşma! Bir ucundan bizim de tuttuğumuz etkinlik, 10-11 Aralık’da Grand Cevahir Oteli Kongre Merkezi’nde. Sponsorları: Ak Emeklilik, Siemens Mobile, Teknoloji, Edding, Barem Research, CMC, Kültür AŞ… Şu anda kayıt yaptırmış kişi sayısı 350… Nerdeyse hiç reklam yapmadan 3 ay öncesinden salonun yarısı dolmuş. Bilginin güç haline gelemediği ülkemiz için iyi işaretler.
J. Trout, F.T. De Bes, Prof. C. Bowman, P. Fisk, F. Gilmore, R. Morgan gibi uluslararası pazarlama guruları dünyadaki uygulamaları anlatacaklar. Aclan Acar (Doğuş Grubu), Levent Hatay (Zorlu Grubu), Mehmet Yükselen (Boston Consulting Group), Murat Yurttaş (Diye Danışmanlık Spy) da Türkiye’den ‘sürdürülebilir farklılaşma’ örnekleri sunacaklar.
Ülkemizde bazılarının farklılaşmak için hâlâ sığındığı ‘imaj değiştirme’ taktiğinin ne kadar demode kaldığını anlamak için, iletişimle ilgilenen herkesin (kim ilgilenmiyor ki), katılamasa bile zirvenin belgelerini MCT’den edinmesinde yarar var.
Gri alanlar da var… Bazıları Hıncal Uluç’u ‘Hıncal Ağabey’ diye anmamızdan rahatsız oluyormuş. “Sayın Uluç” falan dememizi bekliyorlar heralde. Tam 25 yıldır Hıncal Ağabey dediğimiz kişiye “Sayın Uluç” diye hitap etmek, bizim değerlerimize (racona) ters düşer…
İşte o Hıncal Ağabey, Salı günkü yazısında benim ve Ali Poyrazoğlu’nun bir konuda zıt görüşlere sahip olduğumuzu tespit etmiş. Diyor ki, “Pazar günü Ali Saydam köşesinde başarının formülünü yazıyor: 3C… C’ler İngilizce 3 sözcüğün baş harfleri: Creativity, Consistency, Continuity. Yani yaratıcılık, tutarlılık ve süreklilik. Yaratıcılık ve tutarlılık, iki temel, dikkat buyurun.. 14 sayfa sonra bir başka Ali, Ali Poyrazoğlu yazıyor.. Oscar Wild’ı arkasına alıp.. ‘Düşgücü bulunmayanların son sığınağıdır, tutarlılık..’ Düş gücü, yani yaratıcılık, tutarlılıkla birarada olmuyor yani.. Biri varsa, öteki yok.. Hadi bu iki Ali arasında karar verin bakalım.. Başarı için hem yaratıcı hem tutarlı olacaksın.. Hayır olamazsın. Yaratıcı olamayanlar, tutarlılık bahanesine sığınırlar.. Pazar sabahı kafamda bir tartışma başlattı Sabah.. Şimdi iki Ali’yi kapıştırabilirsem bu pazar daha ilginç şeyler okuruz gibi geliyor bana.. Sabah işte bu. Gök kuşağı.. Her renk var. Ama hepsini bir arada, aynı anda görmek, şiirsel bir güzellik oluyor..”
Sevgili Hıncal Ağabey’in Sabah için söylediklerine katılıyorum. Ama Ali Poyrazoğlu ile benim söylediklerimiz çelişmiyor. Ben ölçülebilir, somut değerlerin alanı olan ‘iletişim’den söz ediyorum, Ali ise soyutluklar dünyası sanat ve edebiyattan.. Benim söz ettiğim tutarlılık, iş hedefine uygunluk anlamında. Bir yüksek teknoloji ürünü olan Shubuo’da Erol Büyükburç’un ne işi var derken ikinci C’den hareket etmiştim. Ali ise tutarlılığın sanatı engelleyebileceğinden dem vuruyor. Mantık ile duygu arasındaki çatışma gibi birşey. İletişimde tutarlı olmayan yaratıcılık hiçbir işe yaramaz. Picasso ise tutarlılıkla ulaşamazdı o doruklara. Sovyetler Birliği’nin, rejime inanmış, tutarlı yazarlarının önceki döneme ait o edebiyat devlerini aşamamalarını da o tutarlılıkla açıklarlar. Milyonlarca dolar harcamalarına rağmen batan ürünlerin de iletişimde sadece yaratıcılığa prim verip tutarlılık çizgisinden sapmalarıyla…
Yani sevgili Hıncal Ağabey, Ali’yle her konuda anlaşamasak da bu kez bir siyah-beyaz durumu yok. Sanırım gri alanlardayız…
Sevgi Gönül Hanım beni yanılttı Vehbi Koç’un ortanca kızı Sevgi Gönül Hanım’la bir-iki toplantıda görüşme fırsatı bulmuştum. Hürriyet gazetesinde yazmaya başladığında onun yazarlık serüvenini eleştirenlerin başında geliyordum.
Ne işi vardı köşe yazarlığında. Çünkü, görüş ve anılarını açıkça yazsa ailenin algılanmasına zarar verebilir, iletişim açısından saatli bomba haline gelebilirdi. Oysa yanıldım. Onun samimiyeti, naifliği, aile kültüründen gelen derinliği, her şeyin önüne geçiverdi. Yazıları tiryakilik yaratan bir lezzet haline geldi. Eşi Erdoğan Gönül’ün vefatından sonra yazdığı yazı ise bir ‘usta işi’dir. Allah rahmet eylesin.
Şimdi Vehbi Koç Vakfı’na düşen, o yazılara sahip çıkmak ve onları gazete sayfalarının arasına hapsolmuşluktan kurtarıp hakettikleri kalıcılığa kavuşturmaktır. Hem de işi zamana yaymadan. Örneğin, Sevgi Hanım’ın 40’ı çıkmadan.
İletişimde, tanımı çok kolay olmasına rağmen en zor anlaşılan konulardan biridir: Bir kriz fırsata nasıl dönüştürülür?.. Nerdeyse tüm kriz iletişimi kitaplarında o meşhur gönderme vardır: Çince’de ‘kriz’ kelimesi, iki ayrı kelimenin işareti yanyana getirilerek yazılırmış: ‘tehdit ve fırsat’… Tüm seminerlerde de benzer şeyler anlatılır: “Krizlerden fırsat doğar!”.. Ama bilmek ile uygulamak arasında dağlar kadar fark vardır…
Kriz anında geneldeki tutum, ‘yorganı başına çekip uyuma’ sendromudur. Ortalıkta gözükme! Sesini çıkarma! Başkalarını senin adına devreye sok!
En büyük hasar da işte o zaman oluşur.
Yöntem basittir aslında: 1. Hasarı tespit et. Çünkü iletişimin frekansı ve şiddeti hasar oranında olmalıdır; 2. En üst düzeyde krizi yönet ve gerekli açıklamaları birinci elden yap, başkalarına delege etme; 3. Varsa hatayı kabullen; 4. Zarara uğrayan tarafların zararlarını tazmin et; 5. Kamuoyuna değil kamu vicdanına yönel…
Son 10 yılın bu konudaki en çarpıcı ve zor anlaşılır örneği Başkan Bill Clinton ile Monica Lewinsky krizidir. Bilindiği gibi Clinton öyle bir-iki kere falan değil tam 24 kere ‘şeytana uymuştur’… Herhangi bir erkeğin hayatını duman edecek olan bu krizden Clinton, Amerikan tarihinin en yüksek itibar rating’ini elde ederek çıkmıştı.
Gülben Ergen’in basın toplantısını izlerken bunlar geçti aklımdan. “Tamam” dedim içimden, “Başta kadınlar olmak üzere, gönüllerdeki tahtını sağlamladı!”. İlk açıklamalarındaki hafif saldırgan tutumunu ve konuyu ‘kadın hakları’ gibi yersiz bir platforma taşıma ‘cin’liğini bir kenara bırakmış, kamu vicdanına sesleniyor ve hatasını kabulleniyordu.
Onu izlerken benim boğazıma bir şeyler düğümlendiyse, milyonlarca kadının göz pınarları dolmuştur mutlaka…
Şimdi artık ‘becerebilirse’ susması gerekiyor. Bundan böyle, başkaları ne konuşursa konuşsun ona ‘pozitif’ yazar… Hatta biraz daha ileri gideceğim… Ola ki, kasetteki görüntüler birilerinin eline geçti ve yayınlandı. Kamuoyunda belki ilgi çeker, ama kamu vicdanı o işi yapanı asla affetmez.
Gülben Ergen krizi içinde bir de “Kendi krizini durduk yerde kendin nasıl yaratırsın?” vakasına akıl almaz bir örnek yaşadık. Özlem Savaş Hanım kalktı dedi ki: ”Benim de aynı adamla benzer bir kasedim olmalı!”
Derslerde ‘Kendi krizini yaratma’ konusuna örnek bulmakta zorlanırız. Gazetelere verilen tam sayfa ‘Kamuoyuna Duyuru’ ilanlarıyla yetinmek zorunda kalırız genelde. “Biz bu konuda suçsuzuz!” diye bağırıp, olaydan bihaber olanları da bilgi sahibi kılar, durduk yerde insanların aklına “Acaba mı?” sorusunu yerleştirirler… Hele şu tür açıklamalar: “Ben homoseksüel değilim”, “Parçam çalıntı değil esinlenme”, “Bizim için şeriatçı diyorlar”, “Depremzedeler için soyundum” vs… Bence hiçbiri Özlem Savaş’ın son çıkışını aşamaz…
“Farklılaş Ya Da Öl!”
Bir dijital kamera almaya kalkın. Yandınız… Başınız döner. Hangisi daha iyi, diye yüzlerce örnek arasında gidip gelirsiniz. Aynı teknik özelliklere sahip hangi bilgisayar daha iyidir? Ya deterjanlardan hangisi daha beyaz yıkar?…
Ben birkaç deterjanı alıp bir kimya laboratuarına götürüp analiz ettirdikten sonra hangisini alacağına karar veren bir bayana rastlamadım. TV reklamlarındaki testlere bakacak olursanız, hepsi birbirinden daha hesaplı ve daha beyaz yıkıyor…
5 yıldızlı otellere ne demeli? Adı üstünde hepsi ‘5 yıldızlı’, yani standart. Yani hepsinde aynı kalitede hizmet ve maddi koşullar var.
Üst sınıf otomobillerde teknolojik olarak hangisi daha iyi? Mercedes mi? BMW mi? AUDİ mi (Dörtçekerleri hariç)?
Günümüzde, satın alma kararlarında maddi özellikler birinci derceden rol oynamıyorsa, pekiyi ne rol oynuyor? Ürün ve hizmetinizi rekabetten nasıl farklılaştıracak ve satacaksınız?...
Bugünlerde tüm pazarlama ve stratejik iletişim uzmanlarının çözüm aradığı soru bu. Nasıl farklılaşacaksın ve bunu nasıl sürdüreceksin?..
Kolay iş değil. Örneğin, SABAH gazetesi üst yönetimi bu değişim süreci için hedef olarak 3 yılı seçmiş. IBM’in farklılaşma stratejisini oturtması için 5 yılın geçmesi gerekmişti.
Management Center Türkiye (MCT), 4. Pazarlama Zirvesi’nin içeriğini bu sorunun yanıtını aramak üzere oluşturmuş. Zirvenin adı: Sürdürülebilir Farklılaşma! Bir ucundan bizim de tuttuğumuz etkinlik, 10-11 Aralık’da Grand Cevahir Oteli Kongre Merkezi’nde. Sponsorları: Ak Emeklilik, Siemens Mobile, Teknoloji, Edding, Barem Research, CMC, Kültür AŞ… Şu anda kayıt yaptırmış kişi sayısı 350… Nerdeyse hiç reklam yapmadan 3 ay öncesinden salonun yarısı dolmuş. Bilginin güç haline gelemediği ülkemiz için iyi işaretler.
J. Trout, F.T. De Bes, Prof. C. Bowman, P. Fisk, F. Gilmore, R. Morgan gibi uluslararası pazarlama guruları dünyadaki uygulamaları anlatacaklar. Aclan Acar (Doğuş Grubu), Levent Hatay (Zorlu Grubu), Mehmet Yükselen (Boston Consulting Group), Murat Yurttaş (Diye Danışmanlık Spy) da Türkiye’den ‘sürdürülebilir farklılaşma’ örnekleri sunacaklar.
Ülkemizde bazılarının farklılaşmak için hâlâ sığındığı ‘imaj değiştirme’ taktiğinin ne kadar demode kaldığını anlamak için, iletişimle ilgilenen herkesin (kim ilgilenmiyor ki), katılamasa bile zirvenin belgelerini MCT’den edinmesinde yarar var.
Gri alanlar da var… Bazıları Hıncal Uluç’u ‘Hıncal Ağabey’ diye anmamızdan rahatsız oluyormuş. “Sayın Uluç” falan dememizi bekliyorlar heralde. Tam 25 yıldır Hıncal Ağabey dediğimiz kişiye “Sayın Uluç” diye hitap etmek, bizim değerlerimize (racona) ters düşer…
İşte o Hıncal Ağabey, Salı günkü yazısında benim ve Ali Poyrazoğlu’nun bir konuda zıt görüşlere sahip olduğumuzu tespit etmiş. Diyor ki, “Pazar günü Ali Saydam köşesinde başarının formülünü yazıyor: 3C… C’ler İngilizce 3 sözcüğün baş harfleri: Creativity, Consistency, Continuity. Yani yaratıcılık, tutarlılık ve süreklilik. Yaratıcılık ve tutarlılık, iki temel, dikkat buyurun.. 14 sayfa sonra bir başka Ali, Ali Poyrazoğlu yazıyor.. Oscar Wild’ı arkasına alıp.. ‘Düşgücü bulunmayanların son sığınağıdır, tutarlılık..’ Düş gücü, yani yaratıcılık, tutarlılıkla birarada olmuyor yani.. Biri varsa, öteki yok.. Hadi bu iki Ali arasında karar verin bakalım.. Başarı için hem yaratıcı hem tutarlı olacaksın.. Hayır olamazsın. Yaratıcı olamayanlar, tutarlılık bahanesine sığınırlar.. Pazar sabahı kafamda bir tartışma başlattı Sabah.. Şimdi iki Ali’yi kapıştırabilirsem bu pazar daha ilginç şeyler okuruz gibi geliyor bana.. Sabah işte bu. Gök kuşağı.. Her renk var. Ama hepsini bir arada, aynı anda görmek, şiirsel bir güzellik oluyor..”
Sevgili Hıncal Ağabey’in Sabah için söylediklerine katılıyorum. Ama Ali Poyrazoğlu ile benim söylediklerimiz çelişmiyor. Ben ölçülebilir, somut değerlerin alanı olan ‘iletişim’den söz ediyorum, Ali ise soyutluklar dünyası sanat ve edebiyattan.. Benim söz ettiğim tutarlılık, iş hedefine uygunluk anlamında. Bir yüksek teknoloji ürünü olan Shubuo’da Erol Büyükburç’un ne işi var derken ikinci C’den hareket etmiştim. Ali ise tutarlılığın sanatı engelleyebileceğinden dem vuruyor. Mantık ile duygu arasındaki çatışma gibi birşey. İletişimde tutarlı olmayan yaratıcılık hiçbir işe yaramaz. Picasso ise tutarlılıkla ulaşamazdı o doruklara. Sovyetler Birliği’nin, rejime inanmış, tutarlı yazarlarının önceki döneme ait o edebiyat devlerini aşamamalarını da o tutarlılıkla açıklarlar. Milyonlarca dolar harcamalarına rağmen batan ürünlerin de iletişimde sadece yaratıcılığa prim verip tutarlılık çizgisinden sapmalarıyla…
Yani sevgili Hıncal Ağabey, Ali’yle her konuda anlaşamasak da bu kez bir siyah-beyaz durumu yok. Sanırım gri alanlardayız…
Sevgi Gönül Hanım beni yanılttı Vehbi Koç’un ortanca kızı Sevgi Gönül Hanım’la bir-iki toplantıda görüşme fırsatı bulmuştum. Hürriyet gazetesinde yazmaya başladığında onun yazarlık serüvenini eleştirenlerin başında geliyordum.
Ne işi vardı köşe yazarlığında. Çünkü, görüş ve anılarını açıkça yazsa ailenin algılanmasına zarar verebilir, iletişim açısından saatli bomba haline gelebilirdi. Oysa yanıldım. Onun samimiyeti, naifliği, aile kültüründen gelen derinliği, her şeyin önüne geçiverdi. Yazıları tiryakilik yaratan bir lezzet haline geldi. Eşi Erdoğan Gönül’ün vefatından sonra yazdığı yazı ise bir ‘usta işi’dir. Allah rahmet eylesin.
Şimdi Vehbi Koç Vakfı’na düşen, o yazılara sahip çıkmak ve onları gazete sayfalarının arasına hapsolmuşluktan kurtarıp hakettikleri kalıcılığa kavuşturmaktır. Hem de işi zamana yaymadan. Örneğin, Sevgi Hanım’ın 40’ı çıkmadan.