Güle güle git Fazıl kardeşim…
17 ARALIK 2007
Eğer, “Uzun zamandır medyada benden adam gibi söz edilmedi. En son edildiğinde de yine sevgililerimden biriyle gündeme geldim. Bana yakışmayan süfli aşkların özellikle de Hande Ataizi macerasının bıraktığı olumsuz algılama tortularını üstümden bir türlü atamadım. Bir of çeksem de karşıki dağlar yıkılsa!” diye planlanmış acemi bir çıkış değilse; o zaman Batılı gazetecilerin bizim mevcut ve potansiyel ‘Batılı aydınlarımıza’ kurdukları Türkiye karşıtlığı cephesinde yer alma tuzağından olabilir. O da değilse üçüncü sınıf iletişimcilerin başvuracakları ilkel bir konu yönetimi girişimi olabilir… O da değilse, bilemediğimiz bir yerlere işarettir: “Açın koynunuzu ben geliyorum!” şeklinde…
Bir zamanlar yazar Nedim Gürsel’in Avrupa’daki yayın organlarında yer alan bir söyleşisini okumuştum. Orada Gürsel’den, “Sürgündeki Türk yazarı” diye söz ediliyordu. Öyle tanıtmış ve konumlandırmış üstat kendisini… Oysa tam da o sıralar Türkiye’ye vızır vızır Türk pasaportu ile girip çıkıyordu. Hiçbir kısıdı yoktu yani. “Bu nasıl ‘Exil’ hayatı?” diye soran yabancı dostlara, durumu açıklamakta güçlük çekerdik… Şimdi benzer bir ‘pseudo (sözümona) exil hayatına’ Fazıl Say hazırlıyor kendisini…
Bir entelektüelin ülkesindeki siyasi iktidarı, sistemi, kültürel iklimi eleştirmesini anlamak mümkündür. Eleştirmezse zaten entelektüel olamaz…
Ancak bir entelektüelin ülkesini terk etmekten ne zaman söz edeceği konusunda fikir sahibi olmak için tarihteki örneklere bakmak yeterlidir. ‘Terk edeceği’ demiyorum, ‘söz edeceği’ diyorum. İkisi farklı şeyler…
Tarih ‘vatanı terk etmeye’, ancak ortada hayati bir tehlike varsa ya da düşünce farklılıkları yüzünden özgürlük kısıtlaması gündeme gelecekse, anlayış göstermektedir. Nazım’ın gidişini, Brecht’in, Weigel’in Almanya’yı terk edişlerini anlamamak mümkün değildir.
Sadece kendinizin inandığı “Karanlık Ortaçağ” tanımlaması ile ülkeyi terk etmeyi gündeme getirirseniz, belki bugün değil ama yıllar sonrasından bugüne bakacak olan araştırmacıları hakkınızda sadece güldürürsünüz…
Size iyi yolculuklar Fazıl Say kardeşim. Umarım, yeni bağlantılardı, ödüllerdi falan, hedeflerinize ulaşırsınız. Biz bu ülkede yolumuza devam ediyoruz… Allah’tan bazıları zora geldiklerinde bu ülkeyi terk etmemişler de, biz de ekmeğini yediğin, adını salonlara verecek kadar seni adam yerine koymuş bu ülkeyi terk etmeye kalktığında arkandan el sallıyor ve herhangi bir suçluluk duygusuna kapılmıyoruz… Güle güle git kardeşim. Yolun açık olsun… Arkana hiç bakma… Çünkü bakarsan, artık az sayıda senin gibi ‘ecnebi’ dışında pek kimseyi göremeyebilirsin…
Ya da sanki darbeyle iş başına gelmiş bir hükümet varmış havası yaratacağına, kalk adam gibi Türkiye’deki demokrasiyi ayakta tutmaya çalışan bu milletten özür dile…
İmaj meselesini hallettim…
Sevgili İlhan Selçuk Ağabey, Pazar günü bir takiye tarifi yapmış. Demiş ki: “Takiye işte budur!.. İçtenlikle konuşup gerçekliğini açıkça ortaya koymak yerine, asıl amacını gizleyip saklayıp, olduğundan başka türlü görünmektir…”
Okuyunca kafamda ampul yandı. Yıllardır artık modası ve etkisi tamamen geçmiş olan “image making” (imaj yapma), “image management” (imaj yönetimi) gibi kavramları açıklamak için bir tanım arayıp durmuşumdur. “-mış gibi yapmak” ya da “olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek” türünden pek çok yersiz ve yeteneksiz tanımın etrafında dolaşıp durmuştum. Nihayet İlhan Ağabey sayesinde imaj meselesi kavram boyutunda yerini buldu. İmaj ve takiye ne kadar da birbirine benziyor. Özdeş sanki… İmge anlamındaki ‘imaj’ı kastetmiyorum tabii. İletişim jargonunda (hatalı) kullanılan ‘imaj’dan söz ediyorum…
Hâlâ ‘imaj’a sığınanlar ve bu yüzden de iletişimlerini adam gibi yönetemeyen, bu yüzden zora düştüklerinde de “Eyvah ben ne halt ettim!” diye çırpınan ‘özürlüler’ var… Hâlâ ‘takiye’ye sığınanlar da yok mu?..
Bir zamanlar yazar Nedim Gürsel’in Avrupa’daki yayın organlarında yer alan bir söyleşisini okumuştum. Orada Gürsel’den, “Sürgündeki Türk yazarı” diye söz ediliyordu. Öyle tanıtmış ve konumlandırmış üstat kendisini… Oysa tam da o sıralar Türkiye’ye vızır vızır Türk pasaportu ile girip çıkıyordu. Hiçbir kısıdı yoktu yani. “Bu nasıl ‘Exil’ hayatı?” diye soran yabancı dostlara, durumu açıklamakta güçlük çekerdik… Şimdi benzer bir ‘pseudo (sözümona) exil hayatına’ Fazıl Say hazırlıyor kendisini…
Bir entelektüelin ülkesindeki siyasi iktidarı, sistemi, kültürel iklimi eleştirmesini anlamak mümkündür. Eleştirmezse zaten entelektüel olamaz…
Ancak bir entelektüelin ülkesini terk etmekten ne zaman söz edeceği konusunda fikir sahibi olmak için tarihteki örneklere bakmak yeterlidir. ‘Terk edeceği’ demiyorum, ‘söz edeceği’ diyorum. İkisi farklı şeyler…
Tarih ‘vatanı terk etmeye’, ancak ortada hayati bir tehlike varsa ya da düşünce farklılıkları yüzünden özgürlük kısıtlaması gündeme gelecekse, anlayış göstermektedir. Nazım’ın gidişini, Brecht’in, Weigel’in Almanya’yı terk edişlerini anlamamak mümkün değildir.
Sadece kendinizin inandığı “Karanlık Ortaçağ” tanımlaması ile ülkeyi terk etmeyi gündeme getirirseniz, belki bugün değil ama yıllar sonrasından bugüne bakacak olan araştırmacıları hakkınızda sadece güldürürsünüz…
Size iyi yolculuklar Fazıl Say kardeşim. Umarım, yeni bağlantılardı, ödüllerdi falan, hedeflerinize ulaşırsınız. Biz bu ülkede yolumuza devam ediyoruz… Allah’tan bazıları zora geldiklerinde bu ülkeyi terk etmemişler de, biz de ekmeğini yediğin, adını salonlara verecek kadar seni adam yerine koymuş bu ülkeyi terk etmeye kalktığında arkandan el sallıyor ve herhangi bir suçluluk duygusuna kapılmıyoruz… Güle güle git kardeşim. Yolun açık olsun… Arkana hiç bakma… Çünkü bakarsan, artık az sayıda senin gibi ‘ecnebi’ dışında pek kimseyi göremeyebilirsin…
Ya da sanki darbeyle iş başına gelmiş bir hükümet varmış havası yaratacağına, kalk adam gibi Türkiye’deki demokrasiyi ayakta tutmaya çalışan bu milletten özür dile…
İmaj meselesini hallettim…
Sevgili İlhan Selçuk Ağabey, Pazar günü bir takiye tarifi yapmış. Demiş ki: “Takiye işte budur!.. İçtenlikle konuşup gerçekliğini açıkça ortaya koymak yerine, asıl amacını gizleyip saklayıp, olduğundan başka türlü görünmektir…”
Okuyunca kafamda ampul yandı. Yıllardır artık modası ve etkisi tamamen geçmiş olan “image making” (imaj yapma), “image management” (imaj yönetimi) gibi kavramları açıklamak için bir tanım arayıp durmuşumdur. “-mış gibi yapmak” ya da “olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek” türünden pek çok yersiz ve yeteneksiz tanımın etrafında dolaşıp durmuştum. Nihayet İlhan Ağabey sayesinde imaj meselesi kavram boyutunda yerini buldu. İmaj ve takiye ne kadar da birbirine benziyor. Özdeş sanki… İmge anlamındaki ‘imaj’ı kastetmiyorum tabii. İletişim jargonunda (hatalı) kullanılan ‘imaj’dan söz ediyorum…
Hâlâ ‘imaj’a sığınanlar ve bu yüzden de iletişimlerini adam gibi yönetemeyen, bu yüzden zora düştüklerinde de “Eyvah ben ne halt ettim!” diye çırpınan ‘özürlüler’ var… Hâlâ ‘takiye’ye sığınanlar da yok mu?..