Ha bu bize ders olsun!
22 AĞUSTOS 2005
Önce algılamanın ve marka değerinin iki önemli unsurunun altını çizelim: Tanınma (bilinirlik) ve Beğeni (elçilik)... Ardından ekleyelim: Tanınma tek başına satın almaya dönüşmez mutlaka beğeninin eklenmesi gerek. Beğeninin tek göstergesi ise insanın fikri sorulmadan o marka ile ilgili elçilik yapması, tavsiyede bulunmasıdır...
Hani Karadenizli vatandaşımıza idam sehpasında sormuşlar: “Son sözlerin, son dileğin nedir?” Bizimki hiç tereddütsüz cevap vermiş: “Ha bu bağa ders olsun!”...
Bu Formula 1 de biz ders olsun...
Fatih Altaylı cuma ve cumartesi yazdı. Çok doğru noktalara temas etti. Dünya markası olmaya çabalayan Türk markalarından neden bir tanesi çıkıp da 3,5 milyon dolar ödeyip yarışa adını verdirmedi, diye sorgulamış Fatih. Çok haklı. Kaçar mı bu fırsat? Biraz kıskanmadım desem yalan olur. İletişim konusundaki uzmanlığımıza rakip olmasını değil. Konuya bizden önce değinme şansını kullanmasını...
Biz de konuya başka açıdan bakacağız. Türkiye ve İstanbul’un markası açısından.
Cumartesi günü sıralama turlarından sonra üç pilot kameraların karşısında. Masanın önünde şu yazıyor: Formula 1 Turkish Grand Prix...
Bugüne kadar F1 çevresinde olan bitenler, Türkiye ve İstanbul’un tanınmasına, bilinirliğimizin artmasına müthiş katma değer getirmiştir. Doğru. Organizasyon iyi, pist güzel. Biraz da hayret var yabancı gözlemcilerde: “Aferin Türklere... İyi becermişsiniz bu işi...”
Pisti yapanlar ve organizasyonu gerçekleştirenler ev ödevlerini dört dörtlük yapmışlar yani... Ya Türkiye ve İstanbul’un marka değerinden sorumlu olanlar? Onların ev ödevlerinde durum nasıl?..
Formula 1’in tanınma konusunda İstanbul’un hanesine yazdırdığı puanı küçümsemek haddimiz değil. Ama marka değerine katkısı için aynı şeyleri söylememiz mümkün değil...
Nerede kilit mesajlar? Nerede İstanbul’un, Türkiye’nin marka vaadi? TV’lere yansıyan pist duvarlarında dünya alem, Türkiye ve İstanbul’a dair hangi ifadeyi gördü?
Bazı pilotlara gazeteciler soruyor: “Nasıl buldunuz İstanbul’u?” Cevap standart:”Burada olmaktan çok mutluyum” ya da “Otel odasından gördüğüm kadarıyla güzel bir şehriniz var...” Belli ki ‘bulamamış’ İstanbul’u...
Bu sefer tanınma ödevini yerini getirdik. Gelecek sefere ev ödevimiz marka vaadimizi vurgulamak olmalı. Şampiyonlar ligi final maçında bu işi kısmen becermiştik. Biraz da ondan ders alıp gelecek yıla şimdiden hazırlanmakta yarar var.
Kaş yapayım derken göz çıkarmayın
Cuma günü Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin başkanı ile sohbet ediyoruz. Yanımızda da ünlü bir beyin cerrahı var. Hoca kartını çıkarıp verdi. Baktım üstünde cep telefonu numarası da var. “Helal olsun hoca!” dedim, “İyi bir iletişimcisin. Ben de koydum cep telefonumu kartıma. Bizim millet haddini bilir. Talihsiz pazarlamacılar dışında zırt pırt arayanlar çok azdır!”... Başkan ise bizimle hem fikir değildi. “Bazen abuk nedenlerle arayanlar oluyor” dedi, “Onlara karşı iyi bir yöntem geliştirdim. Geçenlerde bir arkadaşla akşam yemeğindeyiz. Adamın biri arıyor: ‘Size bir projemden bahsedeceğim!..’ Al başına belayı... ‘Kardeşim’ dedim ‘Şu anda tuvaletteyim ve def-i hacette bulunuyorum.’ Adam ne diyeceğini şaşırdı...”
Bu yöntemi pek beğendim. Kesinlikle uygulayacağım. Bir de şu birini aradığınızda, adınızı söylemenize rağmen, “Nereden arıyorsunuz?” diye soran sekreterlere gıcık olurum. Her defasında bir başka yaratıcı yanıt bulmak en büyük zevkim: “Bakırköy’den arıyorum. Hayır, Lichtenstein’den. Yok yok MİT’den...” Ne derseniz deyin, “Pekiyi efendim!” deyip bağlıyorlar. Yanıtı dinlediklerini bile sanmıyorum...
“Sizinki Tele – Taciz mi?”
Geçenlerde “Tele-Taciz” konusunda bir yazı yazmıştım. Cep telefonu ne kadar doğru bir pazarlama kanalıdır, iki defa düşünmek lazım. O anda karşınızdakinin nerede olduğunu, ne yaptığını bilmiyorsunuz çünkü. Toplantıların tam da ortasında arayıp, herhangi bir ürün veya hizmetin faziletlerini anlatmaya çalışanlar mesela... Hem kendilerini hem de şirketlerini aptal bir duruma düşürebiliyorlar. Bu yazı üzerine Dilara Eliaçık Hanım feryat figan bir mektup yazmış. “Sizinki bir şey değil!” diyor “Bir de sizinle konuşmalarını not etmedikleri için dönüp dönüp arayanlar var. Onlar yüzünden ruh sağlığımı kaybetmek üzereyim!”...
Bu konuda yapılacak şey aslında çok basit: 1. Cep telefonundan sözlü pazarlama yapmayacaksın. Mesaj göndereceksen de kime ne mesajı göndereceğini bileceksin. Örneğin Dünya Kadınlar gününde bana kutlama mesajı göndermenin alemi yok. 2. Çağrı merkezinde çalışanlara mutlaka telefonda konuşma eğitimi aldıracaksın. Bu eğitimi aslında tüm satış ve pazarlama bölümlerinde çalışanların almasında yarar ver. 3. Nezaket ve adab-ı muaşeret kurallarını hiç bilmiyor farz ederek öğreteceksiniz.
Hoş geldin Mercan...
Nihayet bir rakımız daha oldu. Benim gibi yemeklerde birinci tercihi rakı olan biri için piyasada bol alternatifin bulunması, rekabetin artması kadar lezzetli bir şey olabilir mi? Bu nedenle geçen hafta gazetelerde Tariş-Tat’ın piyasaya sürdüğü yeni rakısı Mercan’ı görünce bir hayli heyecanlandım. Herhalde beklentim çok yüksekti. Reklamı Tariş-Tat gibi dev bir kuruluşa pek yakıştırdığım söylenemez doğrusu...
Bir kere marka vaadi zayıf geldi bana. Rakıyı bekletiyorlarmış. Bunu Efe, Tekirdağ ve Burgaz aylardır bas bas bağırıyor. ‘Me too’ stratejisi uygulamanın ne alemi var? Ayrıca reklamda en az 6 çeşit yazı karakteri saydım. Yazı karakteri kataloğu gibi. Yazık değil mi Mercan’a?
İkincisi, reklam sloganı... Haydi aşağıda söylediniz. Tepeye koskocaman ‘Uyku’ ile ilgili bir cümle konur mu? Güzellik Uykusu... Ya akılda “iç rakıyı sonra da güzellik uykusuna yat” türünden aslında reklamın hiç de söylemek istemediği bir mesaj kalırsa?...
Mercan’ı tadanlar çok beğeniyorlar. Lezzeti gayet de yerindeymiş. Ama biliyorsunuz ki günümüzde, “En iyi ürün, iletişimi en iyi yapılan üründür”...
Teknik her şey değildir, ama çok şeydir
Geçen hafta iki ilginç etkinlik vardı. Biri Suzuki’nin yeni ürünü Grand Vitara’nın lansman ve test sürüşü, ikincisi ise Ferrari ve Maserati’yi Türkiye’de pazarlayacak olan Fermas’ın Kuruçeşme’deki muhteşem Showroom’unun açılışı ve aynı gece düzenledikleri gala yemeği...
Bu iki etkinlikte ilgimi çeken en önemli unsur, iletişim teknolojilerinin kullanımı oldu. Fermas etkinliğini düzenleyen Capital Events’i ve Fermas’ın acar genel müdürü Orhan Ülgür’ü yürekten kutluyorum. O Ülgür ki, kendisine bir VW minibüs almak için gidip yanından dev bir Audi A8 alıp ayrılmak durumunda kalmıştık. Yani, yanına çay kahve içmeye uğrarken dikkat edin... Şimdiden 2005 satış hedeflerini tutturduğu söyleniyor.
Hem açılış günü kullandıkları teknik ve tasarım hem de pek çok ünlünün katıldığı Buzada’daki düzenek görülmeye değerdi. Hepsi Ferrari ve Maserati’nin marka değer ve vaatleriyle uyum halindeydi. Ali Üstündağ’ın şirketi İltek’in kurduğu dev ekrana görüntü 12 bin ansilümenlik projeksiyonla yansıtılıyordu. Renklerin doğala bu kadar yakın yansıtıldığına ilk kez tanık oluyorum.
Suzuki’nin test sürüşü için ise basın mensupları Antalya Belek’teki Rixos Premium Oteline davet edilmişti. Orada da bir ilk hayata geçirilmişti. Tanıtım filmi gösterimi için ilginç bir perde kullanılmıştı. Rixos’un havuz başında oluşturduğu sistemle düzenlenen bir su gösterisi vardı. Ozan Özkan ve ekibinin gerçekleştirdiği bu gösteri çok etkileyiciydi. Basın mensupları ve otelin seçkin müşterileri Suzuki Yeni Grand Vitara’nın tanıtımını su perdesinde izleme ayrıcalığını yaşamışlar. Rixos Grubu’nu yarattıkları bu yeni reklam mecrasından dolayı tebrik etmek lâzım.
Teknik tabii ki her şey değildir. Ama algılamayı yönetirken görselliğin etkisinin yüzde 60’tan fazla olduğunu da unutmamak gerekir.
Hani Karadenizli vatandaşımıza idam sehpasında sormuşlar: “Son sözlerin, son dileğin nedir?” Bizimki hiç tereddütsüz cevap vermiş: “Ha bu bağa ders olsun!”...
Bu Formula 1 de biz ders olsun...
Fatih Altaylı cuma ve cumartesi yazdı. Çok doğru noktalara temas etti. Dünya markası olmaya çabalayan Türk markalarından neden bir tanesi çıkıp da 3,5 milyon dolar ödeyip yarışa adını verdirmedi, diye sorgulamış Fatih. Çok haklı. Kaçar mı bu fırsat? Biraz kıskanmadım desem yalan olur. İletişim konusundaki uzmanlığımıza rakip olmasını değil. Konuya bizden önce değinme şansını kullanmasını...
Biz de konuya başka açıdan bakacağız. Türkiye ve İstanbul’un markası açısından.
Cumartesi günü sıralama turlarından sonra üç pilot kameraların karşısında. Masanın önünde şu yazıyor: Formula 1 Turkish Grand Prix...
Bugüne kadar F1 çevresinde olan bitenler, Türkiye ve İstanbul’un tanınmasına, bilinirliğimizin artmasına müthiş katma değer getirmiştir. Doğru. Organizasyon iyi, pist güzel. Biraz da hayret var yabancı gözlemcilerde: “Aferin Türklere... İyi becermişsiniz bu işi...”
Pisti yapanlar ve organizasyonu gerçekleştirenler ev ödevlerini dört dörtlük yapmışlar yani... Ya Türkiye ve İstanbul’un marka değerinden sorumlu olanlar? Onların ev ödevlerinde durum nasıl?..
Formula 1’in tanınma konusunda İstanbul’un hanesine yazdırdığı puanı küçümsemek haddimiz değil. Ama marka değerine katkısı için aynı şeyleri söylememiz mümkün değil...
Nerede kilit mesajlar? Nerede İstanbul’un, Türkiye’nin marka vaadi? TV’lere yansıyan pist duvarlarında dünya alem, Türkiye ve İstanbul’a dair hangi ifadeyi gördü?
Bazı pilotlara gazeteciler soruyor: “Nasıl buldunuz İstanbul’u?” Cevap standart:”Burada olmaktan çok mutluyum” ya da “Otel odasından gördüğüm kadarıyla güzel bir şehriniz var...” Belli ki ‘bulamamış’ İstanbul’u...
Bu sefer tanınma ödevini yerini getirdik. Gelecek sefere ev ödevimiz marka vaadimizi vurgulamak olmalı. Şampiyonlar ligi final maçında bu işi kısmen becermiştik. Biraz da ondan ders alıp gelecek yıla şimdiden hazırlanmakta yarar var.
Kaş yapayım derken göz çıkarmayın
Cuma günü Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin başkanı ile sohbet ediyoruz. Yanımızda da ünlü bir beyin cerrahı var. Hoca kartını çıkarıp verdi. Baktım üstünde cep telefonu numarası da var. “Helal olsun hoca!” dedim, “İyi bir iletişimcisin. Ben de koydum cep telefonumu kartıma. Bizim millet haddini bilir. Talihsiz pazarlamacılar dışında zırt pırt arayanlar çok azdır!”... Başkan ise bizimle hem fikir değildi. “Bazen abuk nedenlerle arayanlar oluyor” dedi, “Onlara karşı iyi bir yöntem geliştirdim. Geçenlerde bir arkadaşla akşam yemeğindeyiz. Adamın biri arıyor: ‘Size bir projemden bahsedeceğim!..’ Al başına belayı... ‘Kardeşim’ dedim ‘Şu anda tuvaletteyim ve def-i hacette bulunuyorum.’ Adam ne diyeceğini şaşırdı...”
Bu yöntemi pek beğendim. Kesinlikle uygulayacağım. Bir de şu birini aradığınızda, adınızı söylemenize rağmen, “Nereden arıyorsunuz?” diye soran sekreterlere gıcık olurum. Her defasında bir başka yaratıcı yanıt bulmak en büyük zevkim: “Bakırköy’den arıyorum. Hayır, Lichtenstein’den. Yok yok MİT’den...” Ne derseniz deyin, “Pekiyi efendim!” deyip bağlıyorlar. Yanıtı dinlediklerini bile sanmıyorum...
“Sizinki Tele – Taciz mi?”
Geçenlerde “Tele-Taciz” konusunda bir yazı yazmıştım. Cep telefonu ne kadar doğru bir pazarlama kanalıdır, iki defa düşünmek lazım. O anda karşınızdakinin nerede olduğunu, ne yaptığını bilmiyorsunuz çünkü. Toplantıların tam da ortasında arayıp, herhangi bir ürün veya hizmetin faziletlerini anlatmaya çalışanlar mesela... Hem kendilerini hem de şirketlerini aptal bir duruma düşürebiliyorlar. Bu yazı üzerine Dilara Eliaçık Hanım feryat figan bir mektup yazmış. “Sizinki bir şey değil!” diyor “Bir de sizinle konuşmalarını not etmedikleri için dönüp dönüp arayanlar var. Onlar yüzünden ruh sağlığımı kaybetmek üzereyim!”...
Bu konuda yapılacak şey aslında çok basit: 1. Cep telefonundan sözlü pazarlama yapmayacaksın. Mesaj göndereceksen de kime ne mesajı göndereceğini bileceksin. Örneğin Dünya Kadınlar gününde bana kutlama mesajı göndermenin alemi yok. 2. Çağrı merkezinde çalışanlara mutlaka telefonda konuşma eğitimi aldıracaksın. Bu eğitimi aslında tüm satış ve pazarlama bölümlerinde çalışanların almasında yarar ver. 3. Nezaket ve adab-ı muaşeret kurallarını hiç bilmiyor farz ederek öğreteceksiniz.
Hoş geldin Mercan...
Nihayet bir rakımız daha oldu. Benim gibi yemeklerde birinci tercihi rakı olan biri için piyasada bol alternatifin bulunması, rekabetin artması kadar lezzetli bir şey olabilir mi? Bu nedenle geçen hafta gazetelerde Tariş-Tat’ın piyasaya sürdüğü yeni rakısı Mercan’ı görünce bir hayli heyecanlandım. Herhalde beklentim çok yüksekti. Reklamı Tariş-Tat gibi dev bir kuruluşa pek yakıştırdığım söylenemez doğrusu...
Bir kere marka vaadi zayıf geldi bana. Rakıyı bekletiyorlarmış. Bunu Efe, Tekirdağ ve Burgaz aylardır bas bas bağırıyor. ‘Me too’ stratejisi uygulamanın ne alemi var? Ayrıca reklamda en az 6 çeşit yazı karakteri saydım. Yazı karakteri kataloğu gibi. Yazık değil mi Mercan’a?
İkincisi, reklam sloganı... Haydi aşağıda söylediniz. Tepeye koskocaman ‘Uyku’ ile ilgili bir cümle konur mu? Güzellik Uykusu... Ya akılda “iç rakıyı sonra da güzellik uykusuna yat” türünden aslında reklamın hiç de söylemek istemediği bir mesaj kalırsa?...
Mercan’ı tadanlar çok beğeniyorlar. Lezzeti gayet de yerindeymiş. Ama biliyorsunuz ki günümüzde, “En iyi ürün, iletişimi en iyi yapılan üründür”...
Teknik her şey değildir, ama çok şeydir
Geçen hafta iki ilginç etkinlik vardı. Biri Suzuki’nin yeni ürünü Grand Vitara’nın lansman ve test sürüşü, ikincisi ise Ferrari ve Maserati’yi Türkiye’de pazarlayacak olan Fermas’ın Kuruçeşme’deki muhteşem Showroom’unun açılışı ve aynı gece düzenledikleri gala yemeği...
Bu iki etkinlikte ilgimi çeken en önemli unsur, iletişim teknolojilerinin kullanımı oldu. Fermas etkinliğini düzenleyen Capital Events’i ve Fermas’ın acar genel müdürü Orhan Ülgür’ü yürekten kutluyorum. O Ülgür ki, kendisine bir VW minibüs almak için gidip yanından dev bir Audi A8 alıp ayrılmak durumunda kalmıştık. Yani, yanına çay kahve içmeye uğrarken dikkat edin... Şimdiden 2005 satış hedeflerini tutturduğu söyleniyor.
Hem açılış günü kullandıkları teknik ve tasarım hem de pek çok ünlünün katıldığı Buzada’daki düzenek görülmeye değerdi. Hepsi Ferrari ve Maserati’nin marka değer ve vaatleriyle uyum halindeydi. Ali Üstündağ’ın şirketi İltek’in kurduğu dev ekrana görüntü 12 bin ansilümenlik projeksiyonla yansıtılıyordu. Renklerin doğala bu kadar yakın yansıtıldığına ilk kez tanık oluyorum.
Suzuki’nin test sürüşü için ise basın mensupları Antalya Belek’teki Rixos Premium Oteline davet edilmişti. Orada da bir ilk hayata geçirilmişti. Tanıtım filmi gösterimi için ilginç bir perde kullanılmıştı. Rixos’un havuz başında oluşturduğu sistemle düzenlenen bir su gösterisi vardı. Ozan Özkan ve ekibinin gerçekleştirdiği bu gösteri çok etkileyiciydi. Basın mensupları ve otelin seçkin müşterileri Suzuki Yeni Grand Vitara’nın tanıtımını su perdesinde izleme ayrıcalığını yaşamışlar. Rixos Grubu’nu yarattıkları bu yeni reklam mecrasından dolayı tebrik etmek lâzım.
Teknik tabii ki her şey değildir. Ama algılamayı yönetirken görselliğin etkisinin yüzde 60’tan fazla olduğunu da unutmamak gerekir.