Hangi siyasi lider bu hizmeti alır ki?..
25 AĞUSTOS 2010
Günümüzde siyasi iletişimde başarını sırrının yalın ve kolay anlaşılabilir / erişilebilir olmaktan geçtiğini bilmeyen yok sayılır… Bilmeyen varsa da, bunlar o kadar çok kez ‘çakılırlar’ ki, sistem onları tarihin akışının dışına atıverir…
1950’lerde Demokrat Parti’ye iktidar yolunu açan unsurlardan birinin o üç sihirli sözcük olduğunu kim inkâr edebilir?
“Yeter Söz Milletindir!..”
Obama’ya iktidar yolunda zafer kazandıran siyasi söylemin sadece ‘büyülü’ o üç sözcükten oluştuğunu iddia edenlerin sayısı ve ciddiyeti de az değildir: Yes, We Can. Türkçesi ise iki kelimedir: Evet, yapabiliriz!..
O iki kelime bakın neler anlatıyor: Son derece pozitifiz; tek başına değiliz, hep birlikteyiz; kendimize inanmalıyız; karşımızda zor bir engel var, ancak biz onu aşabilecek güce sahibiz; neden olmasın; haydi arkadaşlar gidiyoruz vb…
***
Bugünkü siyasilerimizin büyük kısmı, iki genç iletişim uzmanına teslim olan Başkan Obama’nın geri zekâlı olduğunu falan düşünüyor olmalılar… Çünkü bizimkiler her şeyi bildikleri gibi iletişimi de iletişimcilerden iyi bilirler ve çevrelerinde ‘iletişim mimar ve mühendislerini’ barındıramazlar…
Mimar Ludwig Mies van der Rohe’ye ait olduğu söylenen ve mimariden başlayarak sanatın ve dolayısıyla ‘Yaşama Sanatının’ her alanına yayılmaya başlamış olan Minimalist akımın o çok bilinen temel şiarını bir kez daha hatırlayalım : “Less is more!”.. (Az olan fazladır!...)
Örneğin, film afişlerinde her şey ‘az ve fazla’dır… Başarılı bir afişte, tek bir karede koskoca bir film anlatılır. Star’ını, konusunu, türünü, biçimini, duygusunu, düşüncesini, hatta iyice ‘okursanız’ finalini anlarsınız. Afiş, film ile ilgili en dar alanda, en az unsurla, en çok şey söyleme sanatıdır…
***
Acaba, kaç siyaset erbabı afişler üzerine kafa patlatmıştır?…
Ya da Japonların şiir sanatına getirdikleri mükemmel yorumun ürünü olan Haiku’ya kaptırmışlardır kendilerini… 16’ncı yüzyılda ortaya çıkan, 17 hece ve üç mısradan oluşan (5 + 7 + 5) birinci mısra ile üçüncü mısra arasında kafiye bağlantısı olan, okumaya birinci ya da sonuncu mısradan başlayabileceğiniz mükemmel bir ‘less is more’ örneği…
Yıllar sonra dünyamıza yeniden teşrif eden Esra Zeynep hanımla Bozcaada’da yeni kitabımızın final çalışmalarını sürdürdüğümüz günlerde karşılaşmasaydık, Haiku ile aşinalığımız sadece ansiklopedi sayfalarında kalacaktı… Himalayalar, Nepal, Hindistan’da uzun süre turladıktan sonra oraların ruh zenginliğini de derleyip, Türkiye’de yaşanmış fırtınalarla yoğurarak yazdığı Haiku’ları (aslında kelimenin kendisi çoğulmuş ve mısralar anlamına geliyormuş) topladığı kitabı yayına hazırlıyormuş… Bize de tattırdı o muhteşem lezzetten: “Ne buluşmaydı / Ağustos böcekleri / Öylece kaldı”…
***
Eğer bir siyasi lider benden iletişim danışmanlığı hizmeti isteseydi, çalışmaya başlamadan önce ‘less is more’u içselleştirmeleri adına bir süre Berna + Deniz Pak çiftinin otelleri Akvaryum’da yatırır (Akşam 13 Ağustos), Selçuk Aykan’ın Maya’sında yemek yedirir (Akşam 22 Ağustos), Esra Zeynep’in Haiku’larını Polente fenerinin orada gün batımında defalarca okur ve nihayet ‘Talay Bağları, The Hotel’e en az bir hafta kapatır, beynini değil ama ruhunu yıkardım…
Adanın meşhur şaraplarının sahibi Talay kardeşlerin üzüm bağlarının içinde, denizi tepeden selamlayan, adanın benzersiz rüzgârının alabildiğine özgürce estiği, iğne oyası gibi işlenmiş bir tesis… Hülya, Zehra, Serpil ve Mehmet Talay kardeşlerin ortak kararlarıyla adaya kazandırdıkları, mükemmel kahvaltı sofrası ve 4 tane özene bezene yaratılmış odası ile adeta bir “tefekkürhane”... Bir ‘minimalizm’ dergâhı…
***
Zehra ve Hülya kardeşler Mimar Sinan’ı bitirmişler. Belli ki, odalardaki detaylar uzman gözlerden nasibini almış: Üzüm formunda cam lambalar, şişe diplerini kullanarak tasarladıkları kapı vitrayları, çocuk yatağı haline getirilen sedirler... Yatağın bulunduğu kısmın birkaç merdivenle yükseltilmesiyle merdivenlerin her bir basamağının çekmece olarak kullanılması ya da merdivenin yanı başına buzdolabı konulan, bavulların saklanacağı dolapların yapılması gibi küçük mekâna hem fonksiyonel hem estetik açıdan yaşama keyfi verecek çözümler... Yerlerde özel desenli seramik karolar... Odayı kullanacak konuğa sunulan sepette buz gibi şarapla birlikte bekleyen kadehler... Yatak katının zemininde gizli bir bölmeyi açınca karşınıza çıkan şaraplar...
Hele de kahvaltı sofrası... Çeşit çeşit peynirler, omletler, biber salçaları, bağlardan henüz koparılmış üzümler, incirler, zeytinler... Unutulmaz tatlarıyla ev ve el yapımı reçeller... Limonlu, taze naneli elma reçeli, minik üzüm reçeli, kayısı reçeli, beyaz dut reçeli, tarçınlı elma reçeli, ada gülü reçeli... Ve kahvaltı üstüne armutlu turta... Tabii bunların yanında keyifli sohbet ve güzel yüzler...
Burada kim tefekküre dalmaz ki?..
Şimdi sorun kendinize hangi siyasi lider böyle bir saçma sapan ön hazırlığa ‘evet’ der ki?...
1950’lerde Demokrat Parti’ye iktidar yolunu açan unsurlardan birinin o üç sihirli sözcük olduğunu kim inkâr edebilir?
“Yeter Söz Milletindir!..”
Obama’ya iktidar yolunda zafer kazandıran siyasi söylemin sadece ‘büyülü’ o üç sözcükten oluştuğunu iddia edenlerin sayısı ve ciddiyeti de az değildir: Yes, We Can. Türkçesi ise iki kelimedir: Evet, yapabiliriz!..
O iki kelime bakın neler anlatıyor: Son derece pozitifiz; tek başına değiliz, hep birlikteyiz; kendimize inanmalıyız; karşımızda zor bir engel var, ancak biz onu aşabilecek güce sahibiz; neden olmasın; haydi arkadaşlar gidiyoruz vb…
***
Bugünkü siyasilerimizin büyük kısmı, iki genç iletişim uzmanına teslim olan Başkan Obama’nın geri zekâlı olduğunu falan düşünüyor olmalılar… Çünkü bizimkiler her şeyi bildikleri gibi iletişimi de iletişimcilerden iyi bilirler ve çevrelerinde ‘iletişim mimar ve mühendislerini’ barındıramazlar…
Mimar Ludwig Mies van der Rohe’ye ait olduğu söylenen ve mimariden başlayarak sanatın ve dolayısıyla ‘Yaşama Sanatının’ her alanına yayılmaya başlamış olan Minimalist akımın o çok bilinen temel şiarını bir kez daha hatırlayalım : “Less is more!”.. (Az olan fazladır!...)
Örneğin, film afişlerinde her şey ‘az ve fazla’dır… Başarılı bir afişte, tek bir karede koskoca bir film anlatılır. Star’ını, konusunu, türünü, biçimini, duygusunu, düşüncesini, hatta iyice ‘okursanız’ finalini anlarsınız. Afiş, film ile ilgili en dar alanda, en az unsurla, en çok şey söyleme sanatıdır…
***
Acaba, kaç siyaset erbabı afişler üzerine kafa patlatmıştır?…
Ya da Japonların şiir sanatına getirdikleri mükemmel yorumun ürünü olan Haiku’ya kaptırmışlardır kendilerini… 16’ncı yüzyılda ortaya çıkan, 17 hece ve üç mısradan oluşan (5 + 7 + 5) birinci mısra ile üçüncü mısra arasında kafiye bağlantısı olan, okumaya birinci ya da sonuncu mısradan başlayabileceğiniz mükemmel bir ‘less is more’ örneği…
Yıllar sonra dünyamıza yeniden teşrif eden Esra Zeynep hanımla Bozcaada’da yeni kitabımızın final çalışmalarını sürdürdüğümüz günlerde karşılaşmasaydık, Haiku ile aşinalığımız sadece ansiklopedi sayfalarında kalacaktı… Himalayalar, Nepal, Hindistan’da uzun süre turladıktan sonra oraların ruh zenginliğini de derleyip, Türkiye’de yaşanmış fırtınalarla yoğurarak yazdığı Haiku’ları (aslında kelimenin kendisi çoğulmuş ve mısralar anlamına geliyormuş) topladığı kitabı yayına hazırlıyormuş… Bize de tattırdı o muhteşem lezzetten: “Ne buluşmaydı / Ağustos böcekleri / Öylece kaldı”…
***
Eğer bir siyasi lider benden iletişim danışmanlığı hizmeti isteseydi, çalışmaya başlamadan önce ‘less is more’u içselleştirmeleri adına bir süre Berna + Deniz Pak çiftinin otelleri Akvaryum’da yatırır (Akşam 13 Ağustos), Selçuk Aykan’ın Maya’sında yemek yedirir (Akşam 22 Ağustos), Esra Zeynep’in Haiku’larını Polente fenerinin orada gün batımında defalarca okur ve nihayet ‘Talay Bağları, The Hotel’e en az bir hafta kapatır, beynini değil ama ruhunu yıkardım…
Adanın meşhur şaraplarının sahibi Talay kardeşlerin üzüm bağlarının içinde, denizi tepeden selamlayan, adanın benzersiz rüzgârının alabildiğine özgürce estiği, iğne oyası gibi işlenmiş bir tesis… Hülya, Zehra, Serpil ve Mehmet Talay kardeşlerin ortak kararlarıyla adaya kazandırdıkları, mükemmel kahvaltı sofrası ve 4 tane özene bezene yaratılmış odası ile adeta bir “tefekkürhane”... Bir ‘minimalizm’ dergâhı…
***
Zehra ve Hülya kardeşler Mimar Sinan’ı bitirmişler. Belli ki, odalardaki detaylar uzman gözlerden nasibini almış: Üzüm formunda cam lambalar, şişe diplerini kullanarak tasarladıkları kapı vitrayları, çocuk yatağı haline getirilen sedirler... Yatağın bulunduğu kısmın birkaç merdivenle yükseltilmesiyle merdivenlerin her bir basamağının çekmece olarak kullanılması ya da merdivenin yanı başına buzdolabı konulan, bavulların saklanacağı dolapların yapılması gibi küçük mekâna hem fonksiyonel hem estetik açıdan yaşama keyfi verecek çözümler... Yerlerde özel desenli seramik karolar... Odayı kullanacak konuğa sunulan sepette buz gibi şarapla birlikte bekleyen kadehler... Yatak katının zemininde gizli bir bölmeyi açınca karşınıza çıkan şaraplar...
Hele de kahvaltı sofrası... Çeşit çeşit peynirler, omletler, biber salçaları, bağlardan henüz koparılmış üzümler, incirler, zeytinler... Unutulmaz tatlarıyla ev ve el yapımı reçeller... Limonlu, taze naneli elma reçeli, minik üzüm reçeli, kayısı reçeli, beyaz dut reçeli, tarçınlı elma reçeli, ada gülü reçeli... Ve kahvaltı üstüne armutlu turta... Tabii bunların yanında keyifli sohbet ve güzel yüzler...
Burada kim tefekküre dalmaz ki?..
Şimdi sorun kendinize hangi siyasi lider böyle bir saçma sapan ön hazırlığa ‘evet’ der ki?...