Harem ağalarına aldırma Sinan!
09 ŞUBAT 2003
Bir posterim var. Kimin hediye ettiğini bile unuttum. 1978’den bu yana 5 iş yerinde 5 odam oldu; hepsinde de başköşede o asılı idi: Alfred Einstein’ın kocaman bir fotoğrafı. Altında da ona ait bir söz: “Büyük ruhlar her zaman vasat düşüncelerin şiddetli muhalefetine maruz kalırlar”. Züğürt tesellisi işte...
Hıncal ağabeyin favori romanı “The Fontainehead”in yazarı Ayn Rand’ın “Yaşamak İstiyorum” adlı kitabının önsözünü okurken, dönüp Einstein’a şöyle bir bakmışım..
Önsözü, yayıncı Sinan Çetin’in ricası üzerine Selahattin Duman Aralık 2002’de yazmış. Bir yerinde şöyle diyor: “Ayn Rand’i okuyup anlamak hem kolay hem de keyifli. Özellikle de yaratıcı bir iş yapıyorsan. Özellikle başarılı olduğun için itilip kakılıyorsan...”
Sonra Sinan Çetin’i aradım. Hem kutlamak, hem de uyarmak için. Kutlamak için; çünkü, aynı anda pek çok şeyi iyi yapabilen çok az sayıda insan var bu dünyada. Onları yüreklendirmek gerek... Uyarmak için aradım; çünkü böyle insanlar vasatlar dünyasında hemen hacamat edilmeye namzettir. Sivrilikleri sevmez vasatlar...
Dedim ki, “Önünde iki yol var. Birincisi: Köşende oturup yılda bir-iki uzun metraj film çeksen kimsenin umrunda olmazsın. Ama sakın ‘çoğalmaya’ kalkma. Yani yılda onlarca, hem de çok iyi reklam filmi çekme... Çekeceksen de müşteriden çok müşteriyi düşünme. Kendini düşün. Kendi reklamını yapacak reklam filmleri çek. Bırak müşteri batarsa batsın. Ama herkes senden ‘deli dahi’ diye söz etsin.
O başarılı TV şovu yetmedi (Ben pek dayanamıyorum ama bizim aile hüngür izliyor). Bir de kalkmış yayıncılığa soyunmuşsun... Allah bilir, yakında ortalığı yıkacak bir müzikal de koyarsın sahneye. Ses tonun süper. Şarkıcılığa ne demeli? ‘Sinan Çetin Kabare’... Sinan Çetin okuma evleri... Pekiyi, ya Sinan Çetin T-Shirt’leri’ne ne dersin?
Niye kendi stüdyo ekibinle fiyat düşürüp kendine düşman ediniyorsun. Yaptır dışarıya. Koy üstüne yüzdeni. Hem sen kazan hem de işverdiklerin kazansın.
Reklam ajansına destek olup senaryolara şıklık yapmak senin neyine. Ne veriyorlarsa çek onu! Reklam verenin satışını artıracak işler de yapma! Herkesin hoşuna gidecek ‘güzel, ses getirici’ işler yap! Filmin beğenilsin. İletişimini yaptığın ürün ya da hizmet değil...
Önündeki ikinci yol: Bunların hiçbirini yapmamak. Adam gibi oturmak; şöhret olmakla marka olmanın arasındaki farkı öğrenmek ve Sinan Çetin markasını yönetmek! Belki o zaman kırabilirsin ‘vasatların şiddetli muhalefetini’.” dedim...
Uzun zun dinledi. “Tamam abi, anladım!” dedi. Bence her zamanki gibi anladı; ama içselleştirmedi gene...
Sinan’ı 25-30 yıl öncesinden, Ankara’daki fotoğrafçılık günlerinden tanırım. Zaman zaman, üzülüp sıkıldığında beni arar... Sohbet ederiz. İçini döker, köpüre köpüre. Sonra yatışır.“Tamam abi. Göreceksin bundan sonra neler yapacağımı” der ve gider...
Sonra... Sonra o bildiğimiz deli oğlan... Züccaciyeci dükkânına girmiş fil yavrusu gibi. Hem çevresini kırıp geçirir hem de kendisini...
Bugün tanışıp da 25 yıl kırmadan, kırılmadan dostluk edeceğim kimsem olmayacak herhalde artık. Bizim ailede ortalama yaşam eğrisi pek uzun değildir. Onun içindir herhalde; eski dostlara pek bir sahip çıkar oldum.
Üzülme Sinan Çetin... Senin de çok sevdiğin B. Brecht benim de kıyısından tuttuğum eleştirmenleri ‘harem ağalarına’ benzetmiş. “Neyin nasıl yapılacağını çok iyi bilirler, ama yapamazlar” demiş... Sen bakma harem ağalarına. Bildiğin yolda, heyecanını yitirmeden devam et...
Kıssadan hisse
Küçük Prens İlköğretim Okulu öğretmenlerinden Memnune Şimşek hanımdan bir e-posta geldi. Şöyle demiş hocam:
“Praktiker firmasından ev sahibimizin satın alarak montaj firması Handy Man'e monte ettirdiği mutfak dolapları, içindeki tüm tabak, bardak ve diğer malzemeleri ile önce başıma, daha sonra boynuma ve omuzuma ve sonunda geçen yıl kırılan sol ayağımın üzerine düştü. Yaralandım.”
24 saat hastane. Sonra günlerce yatak... Durumu Praktiker firmasına bildirmişler. Teknik bir ekip gelip inceleme yapmış. Hataların tamamen kendilerinde olduğunu raporlayıp gitmiş. Bir hafta sonra yeni dolap yerine takılmış. Sonra gidiş o gidiş.
Kimse ilgilenmemiş hocamızla. Ne hastalığı ile, ne öğrencilerinden uzak kalışıyla, ne de hastane masrafı, kayıp ders saatleri ve tuzla buz olan Girit menşeli aile yadigârı mutfak malzemeleriyle.
Mektubunu“Üzgünüm” diye bitiriyor Memnune Hocam, “Otuz dört yıllık öğretmenim. Tek amacım duyarlı toplum bireyleri yetiştirebilmekti”...
Mektubu Praktiker Firması Genel Müdürü’ne yönlendirdik.
Kısa süre sonra Genel Müdür Yardımcısı Oğuz İsmail Bey’den yanıt geldi: Sorumluluk aslında montajı yapan firmaya aitti. Buna rağmen Memnune hanımla gereken teması kurmuşlar ve kendilerine göre bütün sorunu çözmüşlerdi. Ve aynen Memnune hanımın yetiştirdiği çocukları gibi kendileri de duyarlıydılar.
Kıssadan hisse: 1. İşin içinde markanız varsa, müşteri nezdinde tüm sorumluluğu en ince ayrıntısına kadar hatta daha da fazlasıyla yüklenmeniz gerekir. (Bkz. Tansaş kampanyası) 2. Hızlı hareket etmeniz gerekir 3. Konuyu en üst düzeydeki yöneticinizin ele alması gerekir. Çünkü markanın itibarından birinci derecede o sorumludur.
Praktiker şirketi yetkililerini duyarlılıkları için kutluyorum. Ayağı ve kalbi hâlâ biraz kırık olan Memnune Hocama da geçmiş olsun, diyorum.
Hayal gerçek oldu: Miniturk
Salı akşamı Reklam Verenler Derneği’nin kokteyli vardı. “Bugüne kadar Türkiye’nin tanıtımı konusunda ortaya konmuş en yaratıcı projelerden biri” olarak tanımladıkları Miniaturk’u tüm iş ve medya dünyasına tanıttılar.
Miniaturk dünyada 20’den fazla örneği olan ve üstünde yaşadığımız kültürel mirasın mimarî boyutuyla aslına uygun 1/25 oranında küçültülerek birarada sunulduğu bir park. Yılda birkaç milyon insanın gezmesi beklenen bir masal kenti. Haliç Sütlüce’de devasa bir alan üzerinde bitmek üzere. 15 Mart’da açılacak.
Nerdeyse tüm reklam ve medya dünyası gelmişti toplantıya. Lütfi Kırdar’ın Haliç salonu doldu taştı. Kenan Işık’ın takdim ettiği film heyecan vericiydi. İki de konuşmacı vardı: Reklamverenler Derneği Başkanı Caner Tunaman ve Büyükşehir Belediyesi yan kuruluşu Kültür AŞ Genel Müdürü Cengiz Özdemir. İkisi de toplumsal sorumluluk projeleri ve bunların hedef kitle üzerindeki etkisi üzerine çok önemli mesajlar verdiler.
Bir ara Sakıp Sabancı ile sohbet ettik. Projeye neden gönül verdiğini anlatıyordu. Bir de şikâyeti vardı. Konuşmalar sırasında kalabalığın kendi arasında muhabbete dalıp gürültü etmesini yadırgamıştı. “Keşke kokteyl yerine yemekli, oturmalı bir toplantı düzenleselerdi. O zaman daha az gürültü olurdu”... Sakıp Ağa etkinlik yönetimini de biliyordu...
Reklam Verenler Derneği’ni kutluyoruz. Eş dost sohbetlerinde Türkiye’nin sadece 5 yıldızlı otel standartları, şiş kebap, rakı, göbek dansı, deniz ve güneşle değil eşsiz kültür mirasıyla da tanıtılması gerektiğini savunan ve toplumsal sorumluluk bilincinde olan kuruluşları göreve çağırdığı için. Büyükşehir Belediyesini ve Cengiz Özdemir’i kutluyoruz. Bir hayali gerçekleştirmeyi başardıkları için.
Yılda 1,5 milyon insanın gezeceği tahmin edilen bu Türkiye Park’ında “Neden biz yokuz” diye hayıflanmamak için şimdiden kolları sıvamak gerek...
12-13 Mart günleri Management Center Türkiye’nin Peryön işbirliği ile düzenlediği 8. İnsan Kaynakları Zirvesi var. Ben web sitesinde konuşmacı olarak 9 uluslararsı bilim insanı saydım. Bakalım kaç tane CEO göreceğiz orada...
Bu soruyu sormamın sebebi çok basit. Pek çok genel müdür ve CEO’nun gözü üretim ve finans süreçlerinden başka bir şeyi görmüyor. Stratejik iç ve dış iletişimi ne biliyorlar, ne de bilmek istiyorlar. İnsan kaynakları pek çoğu için hâlâ ‘personel sevk ve idaresi’nden ibaret. İç iletişim de ‘bowling turnuvası düzenlemek, yaş günlerini kutlamak, ayın veya yılın elemanlarını seçmek, dergi çıkarıp bol kendi fotoğraflarını veya çalışanların düğün nişan doğum haberlerini kullanmak’ gibi bir şey...
Oysa dünyada artık tüm diğer süreçler gibi, belki onlardan bir adım önde, iletişim süreçlerini doğrudan CEO yönetiyor. Çünkü marka ve itibarın tek sorumlusu Genel müdür ve CEO.
Arkadaşlar, bu haftaki iç eğitim çalışması için SCM (Stratejik İletişim Yönetimi) dergisinden bir makale seçmişler. Altbaşlık şöyle: “Kurumsal itibarın artırılmasında iletişimin rolü.” Yazar, Gelirleri iletişimdeki başarılarına göre de artan veya azalan üst düzey yöneticilerin stratejik iletişimi nasıl yönetmeleri gerektiğini anlatıyor.
Makalede araştırmalardan alınmış rakamlar da var: Hill & Knowlton’un 2002’de EU ve ABD’den 800 CEO arasında yaptırdığı araştırma CEO’nun bir kuruluşun itibarını üzerindeki etkisini %43 olarak ölçmüş. Büyük rakam...
6 kıtaya yayılmış 23 ülkeden 25 bin denek arasında yürütülmüş bir başka araştırmaya göre firmalarını algılamalarında ağırlıklar şöyle: %34 iş süreçleri ve yapısı; %40 markanın kalitesi; %56 kurumsal vatandaşlık.
Tüketicilerin %81’i, kaltesi ve fiyatı aynı olan ürünler arasından toplumsal sorumluluğa yatırım yapan firmanın ürünlerini satın almayı tercih edeceklerini söylüyorlar.
İnsanların %73’ü, bulunduğu çevredeki insanları destekleyen işverenlere daha büyük bir sadakatla bağlanacaklarını belirtmişler... (www.bitc.org.uk)
Şimdi bunları okuyan bir yönetici “Yahu ne oluyor bu iletişim dünyasında, bir bilgileneyim de daha başarılı olayım” demeli mi, dememeli mi?
İletişim kapıda başlar
Geçenlerde Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nden İrfan Ateşoğlu’dan bir e-posta aldım:
“İhracatta Marka İmajının Etkisi' isimli çalışmam için İstanbul'daki ihracatçı firmalarla anket çalışması yaptım. Anket yapmak için gittiğim firmalardan birisi de Evyap'tı. Kapıdaki güvenlik görevlisine amacımı açıkladıktan sonra beklemeye başladım. Güvenlik görevlisi, ihracat bölümündeki personelin şu anda toplantıda olduğunu söyledi. Bunun üzerine, Isparta'dan geldiğimi, toplantı bitinceye kadar bekleyebileceğimi, ya formu bırakıp daha sonra alabileceğimi veya adresime gönderebileceklerini, söyledim. Ancak, görevlinin bana verdiği cevap şu oldu: Maalesef size yardımcı olamayız.”
Olayı Evyap’ın patronu İstanbul Erkek Lisesi’nden arkadaşım Fethi Evyap’a açtım. Tabii ki haberi yoktu... Yardımcısı aradı ardından. O gün tüm ekip yıllık değerlendirme toplantısındaymışlar. Hemen İrfan Bey’i arayıp, özür dileyip gereğini yapacağını söyledi.
Güvenlik demek, insana her an bakkal dükkânından şeker çalabilecek bir çocuk gibi davranılması demek değildir. En iyi güvenlik kendisini hissettirmeyen güvenliktir.
En olumsuz yanıt bile, insanların kendilerini kötü hissetmelerine neden olmayacak şekilde verilebilir. Bu, öğrenilebilir bir ‘ilişki yönetimi kültürü’dür... Ve bir kurumla ilgili algılamamız onun kapısında başlar...
Kısa... Kısa...
· Savaş kapıda. En kritik iletişim, gerekçelerin ya da hükümet duruşunun kamuoyuna algılatılması. Amerika milyar dolarlar ayırmış bu iletişime. Yine de dünya kamu oyu önünde çakıldı. Tam zamanı. İşte iletişim fırsatı. Hem dünya nezdinde artır itibarını hem de kendi kamu oyunda... Müphemiyet iletişimin baş düşmanıdır. “Meclis’de çıkar konuşurum. Herkes de anlar”. Olmuyor işte öyle. Her şeyi, bu arada siyasi iletişimi de bilmek zorunda değilsiniz ki... Burnunuzun dibinde siyasi iletişim konusunda akademik kariyer yapmış milletvekiliniz Zeynep Karahan Uslu var. Bakanınız Erkan Mumcu var. Hâlâ geç değil. Kurun bir iletişim “tim”i... Kendinizi de bizi de inandıracağınız şeyleri açık seçik söyleyin.
· Liderin İçten’i, Dıştan’ı mı olurmuş? Olurmuş... Bunu çiçeği burnunda guru adayı Sinan Yaman’ın kitabı “İç’ten Lider”den öğreniyoruz. TV kuruluşları ve şirketler pek ilgililer kitapla. Şimdiden 5 baskı yapmış. Türk lider adaylarının önlerinde nasıl da büyük bir fırsatın durduğunu bu kitaptan öğreniyoruz: İş yönetimi konusunda Batı öğretisi ile Doğu maneviyatını yoğurma ve sentezleme şansı. Hani Atatürk’ün sözünü ettiği “Doğu maneviyatı”...
· Haftanın iletişim kazası hiç şüphesiz Vakıfbank’da Cuma gecesi olanlar... Önce bir haber yayılıyor. Eski Genel Müdür kendisini odasına kitledi. Makamını terketmiyor. Bu saatlerce böyle sürüyor. Gece yarısına doğru yeni Genel Müdür’de açıklama: Yanlış anlaşıldı. Biz içeride görev devir teslimi yapıyorduk. Duymayanlara bir kez daha tektatlayalım: İletişim aç bir kanaldır. Onu sen doldurmazsan, başkaları senin yerine doldurur. Kanal dönüşür kanalizasyona. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Vakıfbank’ın itibarı zaten yerlerde sürünüyor. Yazık değil mi. Şunu çok daha önce açıklasanıza...
· Uluslararası İletişim Danışmanlık Kuruluşları Örgütü ICCO’nun Türkiye temsicisi PRCI, Strateji/GFK’ya halkla ilişkiler sektörü için bir araştırma yaptırdı. En çarpıcı sonuç, PR şirketlerinin kendilerini, medya ve müşterilerinin onları koydukları yerden çok daha kötü bir yerlerde görmesi. Araştırmayı www.prturkey.com adresinden edinmek mümkün.
· Müşteri-şirket ilişkisinin bazı açılardan aşka benzediğini anlatmak üzere CRM Institute tarafından Türkiye’ye davet edilen “guru” David Rance, İstanbul’da müşteri olarak ‘ihanete’ uğramış. CRM ustası Rance, yer ayırttığı otelden fiyatı oda-kahvaltı-akşam yemeği dahil olarak almış. Ama ayrılırken odasında içtiği su dahil her şeyin parasını ödemek zorunda kalmış. Bunu konferanstaki bazı katılımcı ve gazetecilere anlatmış. Herhalde gittiği her ülkede de anlatacaktır. Sizce itibarı ciddi boyutlarda sarsan bu krizi kim çözmeliydi? a) Otel b) CRM Institute Turkey c) Her ikisi de...
· Ülker şu sıra bütün ürünleri ile müthiş bir reklam çıkartması yapıyor. Reklam filmlerinin pek çoğu süper. Hem buluşçuluk hem de iletişim kurallarının uygulanması açısından. Ama bir tanesi var ki, ona dokunmadan geçemeyeceğim. Hani “Çikolata aşk gibidir. Araya fıstıklar girebilir” diyen... Onu, “Algılama yönetimi” dersinde ‘hedef kitlenin değerleriyle buluşamama tehlikesi olan’ reklam bölümünde anlatmayı düşünüyorum... Cinsel gönderme, ülkemizde iki kenarı da keskin bıçaktır.
· Herkes Pınar Sucuk reklamını konuşuyor. Yoksul çocukları özendiriyor diye geç saatlere alınmış... Benim de şikâyetlerim var. Beni de en çok Jeniffer Lopez klipleri özendiriyor. Lopez’i ben yattıktan sonra yayınlasınlar... Eğer bu bir iletişim taktiği ise, bulanları kutlamak gerek. İyi konuşturdular milleti. Yok bu bir iletişim taktiği değildi ise, ilgililerde algılama özürlü bir durum var demektir...
Bence ilk 10
1) Cep Paket (Y. Erdoğan)
2) Tansaş
3) Volkswagen Phaeton
4) Ülker Bebe
5) İstikbal Country Collection
6) Ülker Gofret
7) Ülker Rondo
8) Pınar Sucuk
9) Nescafe Üçü Bir Arada
10) Molped
Hıncal ağabeyin favori romanı “The Fontainehead”in yazarı Ayn Rand’ın “Yaşamak İstiyorum” adlı kitabının önsözünü okurken, dönüp Einstein’a şöyle bir bakmışım..
Önsözü, yayıncı Sinan Çetin’in ricası üzerine Selahattin Duman Aralık 2002’de yazmış. Bir yerinde şöyle diyor: “Ayn Rand’i okuyup anlamak hem kolay hem de keyifli. Özellikle de yaratıcı bir iş yapıyorsan. Özellikle başarılı olduğun için itilip kakılıyorsan...”
Sonra Sinan Çetin’i aradım. Hem kutlamak, hem de uyarmak için. Kutlamak için; çünkü, aynı anda pek çok şeyi iyi yapabilen çok az sayıda insan var bu dünyada. Onları yüreklendirmek gerek... Uyarmak için aradım; çünkü böyle insanlar vasatlar dünyasında hemen hacamat edilmeye namzettir. Sivrilikleri sevmez vasatlar...
Dedim ki, “Önünde iki yol var. Birincisi: Köşende oturup yılda bir-iki uzun metraj film çeksen kimsenin umrunda olmazsın. Ama sakın ‘çoğalmaya’ kalkma. Yani yılda onlarca, hem de çok iyi reklam filmi çekme... Çekeceksen de müşteriden çok müşteriyi düşünme. Kendini düşün. Kendi reklamını yapacak reklam filmleri çek. Bırak müşteri batarsa batsın. Ama herkes senden ‘deli dahi’ diye söz etsin.
O başarılı TV şovu yetmedi (Ben pek dayanamıyorum ama bizim aile hüngür izliyor). Bir de kalkmış yayıncılığa soyunmuşsun... Allah bilir, yakında ortalığı yıkacak bir müzikal de koyarsın sahneye. Ses tonun süper. Şarkıcılığa ne demeli? ‘Sinan Çetin Kabare’... Sinan Çetin okuma evleri... Pekiyi, ya Sinan Çetin T-Shirt’leri’ne ne dersin?
Niye kendi stüdyo ekibinle fiyat düşürüp kendine düşman ediniyorsun. Yaptır dışarıya. Koy üstüne yüzdeni. Hem sen kazan hem de işverdiklerin kazansın.
Reklam ajansına destek olup senaryolara şıklık yapmak senin neyine. Ne veriyorlarsa çek onu! Reklam verenin satışını artıracak işler de yapma! Herkesin hoşuna gidecek ‘güzel, ses getirici’ işler yap! Filmin beğenilsin. İletişimini yaptığın ürün ya da hizmet değil...
Önündeki ikinci yol: Bunların hiçbirini yapmamak. Adam gibi oturmak; şöhret olmakla marka olmanın arasındaki farkı öğrenmek ve Sinan Çetin markasını yönetmek! Belki o zaman kırabilirsin ‘vasatların şiddetli muhalefetini’.” dedim...
Uzun zun dinledi. “Tamam abi, anladım!” dedi. Bence her zamanki gibi anladı; ama içselleştirmedi gene...
Sinan’ı 25-30 yıl öncesinden, Ankara’daki fotoğrafçılık günlerinden tanırım. Zaman zaman, üzülüp sıkıldığında beni arar... Sohbet ederiz. İçini döker, köpüre köpüre. Sonra yatışır.“Tamam abi. Göreceksin bundan sonra neler yapacağımı” der ve gider...
Sonra... Sonra o bildiğimiz deli oğlan... Züccaciyeci dükkânına girmiş fil yavrusu gibi. Hem çevresini kırıp geçirir hem de kendisini...
Bugün tanışıp da 25 yıl kırmadan, kırılmadan dostluk edeceğim kimsem olmayacak herhalde artık. Bizim ailede ortalama yaşam eğrisi pek uzun değildir. Onun içindir herhalde; eski dostlara pek bir sahip çıkar oldum.
Üzülme Sinan Çetin... Senin de çok sevdiğin B. Brecht benim de kıyısından tuttuğum eleştirmenleri ‘harem ağalarına’ benzetmiş. “Neyin nasıl yapılacağını çok iyi bilirler, ama yapamazlar” demiş... Sen bakma harem ağalarına. Bildiğin yolda, heyecanını yitirmeden devam et...
Kıssadan hisse
Küçük Prens İlköğretim Okulu öğretmenlerinden Memnune Şimşek hanımdan bir e-posta geldi. Şöyle demiş hocam:
“Praktiker firmasından ev sahibimizin satın alarak montaj firması Handy Man'e monte ettirdiği mutfak dolapları, içindeki tüm tabak, bardak ve diğer malzemeleri ile önce başıma, daha sonra boynuma ve omuzuma ve sonunda geçen yıl kırılan sol ayağımın üzerine düştü. Yaralandım.”
24 saat hastane. Sonra günlerce yatak... Durumu Praktiker firmasına bildirmişler. Teknik bir ekip gelip inceleme yapmış. Hataların tamamen kendilerinde olduğunu raporlayıp gitmiş. Bir hafta sonra yeni dolap yerine takılmış. Sonra gidiş o gidiş.
Kimse ilgilenmemiş hocamızla. Ne hastalığı ile, ne öğrencilerinden uzak kalışıyla, ne de hastane masrafı, kayıp ders saatleri ve tuzla buz olan Girit menşeli aile yadigârı mutfak malzemeleriyle.
Mektubunu“Üzgünüm” diye bitiriyor Memnune Hocam, “Otuz dört yıllık öğretmenim. Tek amacım duyarlı toplum bireyleri yetiştirebilmekti”...
Mektubu Praktiker Firması Genel Müdürü’ne yönlendirdik.
Kısa süre sonra Genel Müdür Yardımcısı Oğuz İsmail Bey’den yanıt geldi: Sorumluluk aslında montajı yapan firmaya aitti. Buna rağmen Memnune hanımla gereken teması kurmuşlar ve kendilerine göre bütün sorunu çözmüşlerdi. Ve aynen Memnune hanımın yetiştirdiği çocukları gibi kendileri de duyarlıydılar.
Kıssadan hisse: 1. İşin içinde markanız varsa, müşteri nezdinde tüm sorumluluğu en ince ayrıntısına kadar hatta daha da fazlasıyla yüklenmeniz gerekir. (Bkz. Tansaş kampanyası) 2. Hızlı hareket etmeniz gerekir 3. Konuyu en üst düzeydeki yöneticinizin ele alması gerekir. Çünkü markanın itibarından birinci derecede o sorumludur.
Praktiker şirketi yetkililerini duyarlılıkları için kutluyorum. Ayağı ve kalbi hâlâ biraz kırık olan Memnune Hocama da geçmiş olsun, diyorum.
Hayal gerçek oldu: Miniturk
Salı akşamı Reklam Verenler Derneği’nin kokteyli vardı. “Bugüne kadar Türkiye’nin tanıtımı konusunda ortaya konmuş en yaratıcı projelerden biri” olarak tanımladıkları Miniaturk’u tüm iş ve medya dünyasına tanıttılar.
Miniaturk dünyada 20’den fazla örneği olan ve üstünde yaşadığımız kültürel mirasın mimarî boyutuyla aslına uygun 1/25 oranında küçültülerek birarada sunulduğu bir park. Yılda birkaç milyon insanın gezmesi beklenen bir masal kenti. Haliç Sütlüce’de devasa bir alan üzerinde bitmek üzere. 15 Mart’da açılacak.
Nerdeyse tüm reklam ve medya dünyası gelmişti toplantıya. Lütfi Kırdar’ın Haliç salonu doldu taştı. Kenan Işık’ın takdim ettiği film heyecan vericiydi. İki de konuşmacı vardı: Reklamverenler Derneği Başkanı Caner Tunaman ve Büyükşehir Belediyesi yan kuruluşu Kültür AŞ Genel Müdürü Cengiz Özdemir. İkisi de toplumsal sorumluluk projeleri ve bunların hedef kitle üzerindeki etkisi üzerine çok önemli mesajlar verdiler.
Bir ara Sakıp Sabancı ile sohbet ettik. Projeye neden gönül verdiğini anlatıyordu. Bir de şikâyeti vardı. Konuşmalar sırasında kalabalığın kendi arasında muhabbete dalıp gürültü etmesini yadırgamıştı. “Keşke kokteyl yerine yemekli, oturmalı bir toplantı düzenleselerdi. O zaman daha az gürültü olurdu”... Sakıp Ağa etkinlik yönetimini de biliyordu...
Reklam Verenler Derneği’ni kutluyoruz. Eş dost sohbetlerinde Türkiye’nin sadece 5 yıldızlı otel standartları, şiş kebap, rakı, göbek dansı, deniz ve güneşle değil eşsiz kültür mirasıyla da tanıtılması gerektiğini savunan ve toplumsal sorumluluk bilincinde olan kuruluşları göreve çağırdığı için. Büyükşehir Belediyesini ve Cengiz Özdemir’i kutluyoruz. Bir hayali gerçekleştirmeyi başardıkları için.
Yılda 1,5 milyon insanın gezeceği tahmin edilen bu Türkiye Park’ında “Neden biz yokuz” diye hayıflanmamak için şimdiden kolları sıvamak gerek...
12-13 Mart günleri Management Center Türkiye’nin Peryön işbirliği ile düzenlediği 8. İnsan Kaynakları Zirvesi var. Ben web sitesinde konuşmacı olarak 9 uluslararsı bilim insanı saydım. Bakalım kaç tane CEO göreceğiz orada...
Bu soruyu sormamın sebebi çok basit. Pek çok genel müdür ve CEO’nun gözü üretim ve finans süreçlerinden başka bir şeyi görmüyor. Stratejik iç ve dış iletişimi ne biliyorlar, ne de bilmek istiyorlar. İnsan kaynakları pek çoğu için hâlâ ‘personel sevk ve idaresi’nden ibaret. İç iletişim de ‘bowling turnuvası düzenlemek, yaş günlerini kutlamak, ayın veya yılın elemanlarını seçmek, dergi çıkarıp bol kendi fotoğraflarını veya çalışanların düğün nişan doğum haberlerini kullanmak’ gibi bir şey...
Oysa dünyada artık tüm diğer süreçler gibi, belki onlardan bir adım önde, iletişim süreçlerini doğrudan CEO yönetiyor. Çünkü marka ve itibarın tek sorumlusu Genel müdür ve CEO.
Arkadaşlar, bu haftaki iç eğitim çalışması için SCM (Stratejik İletişim Yönetimi) dergisinden bir makale seçmişler. Altbaşlık şöyle: “Kurumsal itibarın artırılmasında iletişimin rolü.” Yazar, Gelirleri iletişimdeki başarılarına göre de artan veya azalan üst düzey yöneticilerin stratejik iletişimi nasıl yönetmeleri gerektiğini anlatıyor.
Makalede araştırmalardan alınmış rakamlar da var: Hill & Knowlton’un 2002’de EU ve ABD’den 800 CEO arasında yaptırdığı araştırma CEO’nun bir kuruluşun itibarını üzerindeki etkisini %43 olarak ölçmüş. Büyük rakam...
6 kıtaya yayılmış 23 ülkeden 25 bin denek arasında yürütülmüş bir başka araştırmaya göre firmalarını algılamalarında ağırlıklar şöyle: %34 iş süreçleri ve yapısı; %40 markanın kalitesi; %56 kurumsal vatandaşlık.
Tüketicilerin %81’i, kaltesi ve fiyatı aynı olan ürünler arasından toplumsal sorumluluğa yatırım yapan firmanın ürünlerini satın almayı tercih edeceklerini söylüyorlar.
İnsanların %73’ü, bulunduğu çevredeki insanları destekleyen işverenlere daha büyük bir sadakatla bağlanacaklarını belirtmişler... (www.bitc.org.uk)
Şimdi bunları okuyan bir yönetici “Yahu ne oluyor bu iletişim dünyasında, bir bilgileneyim de daha başarılı olayım” demeli mi, dememeli mi?
İletişim kapıda başlar
Geçenlerde Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nden İrfan Ateşoğlu’dan bir e-posta aldım:
“İhracatta Marka İmajının Etkisi' isimli çalışmam için İstanbul'daki ihracatçı firmalarla anket çalışması yaptım. Anket yapmak için gittiğim firmalardan birisi de Evyap'tı. Kapıdaki güvenlik görevlisine amacımı açıkladıktan sonra beklemeye başladım. Güvenlik görevlisi, ihracat bölümündeki personelin şu anda toplantıda olduğunu söyledi. Bunun üzerine, Isparta'dan geldiğimi, toplantı bitinceye kadar bekleyebileceğimi, ya formu bırakıp daha sonra alabileceğimi veya adresime gönderebileceklerini, söyledim. Ancak, görevlinin bana verdiği cevap şu oldu: Maalesef size yardımcı olamayız.”
Olayı Evyap’ın patronu İstanbul Erkek Lisesi’nden arkadaşım Fethi Evyap’a açtım. Tabii ki haberi yoktu... Yardımcısı aradı ardından. O gün tüm ekip yıllık değerlendirme toplantısındaymışlar. Hemen İrfan Bey’i arayıp, özür dileyip gereğini yapacağını söyledi.
Güvenlik demek, insana her an bakkal dükkânından şeker çalabilecek bir çocuk gibi davranılması demek değildir. En iyi güvenlik kendisini hissettirmeyen güvenliktir.
En olumsuz yanıt bile, insanların kendilerini kötü hissetmelerine neden olmayacak şekilde verilebilir. Bu, öğrenilebilir bir ‘ilişki yönetimi kültürü’dür... Ve bir kurumla ilgili algılamamız onun kapısında başlar...
Kısa... Kısa...
· Savaş kapıda. En kritik iletişim, gerekçelerin ya da hükümet duruşunun kamuoyuna algılatılması. Amerika milyar dolarlar ayırmış bu iletişime. Yine de dünya kamu oyu önünde çakıldı. Tam zamanı. İşte iletişim fırsatı. Hem dünya nezdinde artır itibarını hem de kendi kamu oyunda... Müphemiyet iletişimin baş düşmanıdır. “Meclis’de çıkar konuşurum. Herkes de anlar”. Olmuyor işte öyle. Her şeyi, bu arada siyasi iletişimi de bilmek zorunda değilsiniz ki... Burnunuzun dibinde siyasi iletişim konusunda akademik kariyer yapmış milletvekiliniz Zeynep Karahan Uslu var. Bakanınız Erkan Mumcu var. Hâlâ geç değil. Kurun bir iletişim “tim”i... Kendinizi de bizi de inandıracağınız şeyleri açık seçik söyleyin.
· Liderin İçten’i, Dıştan’ı mı olurmuş? Olurmuş... Bunu çiçeği burnunda guru adayı Sinan Yaman’ın kitabı “İç’ten Lider”den öğreniyoruz. TV kuruluşları ve şirketler pek ilgililer kitapla. Şimdiden 5 baskı yapmış. Türk lider adaylarının önlerinde nasıl da büyük bir fırsatın durduğunu bu kitaptan öğreniyoruz: İş yönetimi konusunda Batı öğretisi ile Doğu maneviyatını yoğurma ve sentezleme şansı. Hani Atatürk’ün sözünü ettiği “Doğu maneviyatı”...
· Haftanın iletişim kazası hiç şüphesiz Vakıfbank’da Cuma gecesi olanlar... Önce bir haber yayılıyor. Eski Genel Müdür kendisini odasına kitledi. Makamını terketmiyor. Bu saatlerce böyle sürüyor. Gece yarısına doğru yeni Genel Müdür’de açıklama: Yanlış anlaşıldı. Biz içeride görev devir teslimi yapıyorduk. Duymayanlara bir kez daha tektatlayalım: İletişim aç bir kanaldır. Onu sen doldurmazsan, başkaları senin yerine doldurur. Kanal dönüşür kanalizasyona. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Vakıfbank’ın itibarı zaten yerlerde sürünüyor. Yazık değil mi. Şunu çok daha önce açıklasanıza...
· Uluslararası İletişim Danışmanlık Kuruluşları Örgütü ICCO’nun Türkiye temsicisi PRCI, Strateji/GFK’ya halkla ilişkiler sektörü için bir araştırma yaptırdı. En çarpıcı sonuç, PR şirketlerinin kendilerini, medya ve müşterilerinin onları koydukları yerden çok daha kötü bir yerlerde görmesi. Araştırmayı www.prturkey.com adresinden edinmek mümkün.
· Müşteri-şirket ilişkisinin bazı açılardan aşka benzediğini anlatmak üzere CRM Institute tarafından Türkiye’ye davet edilen “guru” David Rance, İstanbul’da müşteri olarak ‘ihanete’ uğramış. CRM ustası Rance, yer ayırttığı otelden fiyatı oda-kahvaltı-akşam yemeği dahil olarak almış. Ama ayrılırken odasında içtiği su dahil her şeyin parasını ödemek zorunda kalmış. Bunu konferanstaki bazı katılımcı ve gazetecilere anlatmış. Herhalde gittiği her ülkede de anlatacaktır. Sizce itibarı ciddi boyutlarda sarsan bu krizi kim çözmeliydi? a) Otel b) CRM Institute Turkey c) Her ikisi de...
· Ülker şu sıra bütün ürünleri ile müthiş bir reklam çıkartması yapıyor. Reklam filmlerinin pek çoğu süper. Hem buluşçuluk hem de iletişim kurallarının uygulanması açısından. Ama bir tanesi var ki, ona dokunmadan geçemeyeceğim. Hani “Çikolata aşk gibidir. Araya fıstıklar girebilir” diyen... Onu, “Algılama yönetimi” dersinde ‘hedef kitlenin değerleriyle buluşamama tehlikesi olan’ reklam bölümünde anlatmayı düşünüyorum... Cinsel gönderme, ülkemizde iki kenarı da keskin bıçaktır.
· Herkes Pınar Sucuk reklamını konuşuyor. Yoksul çocukları özendiriyor diye geç saatlere alınmış... Benim de şikâyetlerim var. Beni de en çok Jeniffer Lopez klipleri özendiriyor. Lopez’i ben yattıktan sonra yayınlasınlar... Eğer bu bir iletişim taktiği ise, bulanları kutlamak gerek. İyi konuşturdular milleti. Yok bu bir iletişim taktiği değildi ise, ilgililerde algılama özürlü bir durum var demektir...
Bence ilk 10
1) Cep Paket (Y. Erdoğan)
2) Tansaş
3) Volkswagen Phaeton
4) Ülker Bebe
5) İstikbal Country Collection
6) Ülker Gofret
7) Ülker Rondo
8) Pınar Sucuk
9) Nescafe Üçü Bir Arada
10) Molped