Helal olsun Ali Kırca’ya...
18 OCAK 2004
Perşembe akşamı siyaset meydanında bir iletişim dersi vardı... Hem de ne iletişim dersi. Bu sayfayı izleyenler okumaktan bıkmışlardır: Günümüzde her türden mesaj, çocukların anlayacağı netlik ve basitlikte verilmeli!
Basitlik derken ilkellikten değil, kolay anlaşılır olmaktan söz ediyorum. Orta çağda, hatta sanayii devriminde bu böyle miydi? Hayır. Orada ima etmek; dolaylı anlatmak esastı... Oysa şimdi kimsenin zamanı yok. Her şey çok daha hızlı. Clinton’un üst düzey yöneticilerinden birine, “3 dakikan var. Beni ikna et bakalım!” dediği söylenir. Dünyanın başarılı CEO’larının görüşme ajandalarını görseniz şaşarsınız. 10.42 şu... 10.50 bu.. 11.05 o... Belli ki, ikincisiyle, uzun bir görüşme yapmak ihtiyacı duymuş...
Dünyadaki gelişme bu iken, çocukların anlayacağı şekilde konuşmak ve yazmak iletişimin aslını oluşturuyor. Neden çocuklar? Odaklanmaları zor. Konsantre olma süreleri kısıtlı. Kullandıkları ve bildikleri kelime sayısı sınırlı... Bir düşünün, aslında büyüklerden ne farkları var? Pop Star jürisine bakın. İkisini yakından tanırım. Kendi alanlarında derya denizdirler. Ama o programda Türkçeyi kaç kelime ile konuşuyorlar dersiniz?.. 150 değişik kelimeyi geçmez. Oysa sıradan bir üniversite mezununun bile Türkçeyi en az 3000 kelime ile konuşabileceği iddia edilir...
Burada sanat ve edebiyat dünyasını ayrı tutuyorum tabii. Ama iletişim popüler bir iştir. Ve tek amacı vardır: Karşısındakini bir fikri, bir hizmeti veya bir ürünü satın alma konusunda ikna etmek... Burada da çocukların algılama düzeyi esas alınmalıdır.
Ali Kırca Perşembe akşamı Başbakan R. Tayyip Erdoğan’a altın tepsi üzerinde müthiş bir fırsat sundu. İlk öğretim öğrencileri sordular. O da yanıtladı. Başbakan, kendisi gibi olduğu bölümlerde bu işi mükemmel yaptı. Ama programın genelinde yine Başbakan gibi konuştu durdu. Gazetecilere, ya da Grup’ta milletvekillerine konuşur gibi... Çocuklara baktım. Bu bölümlerde koptular zaten. Kamera bu kopuşları sık sık gösterdi. Çocuklar aynı soruları tekrarlayıp durdular... Ali Kırca da bu durumu tespit etti. Sizce niye aynı soruları tekrar tekrar sordu bu çocuklar?..
Tüm siyasi iletişimle ilgilenenlere tavsiye: Ali Kırca’nın formatını haftada en az bir kez uygulayın. Alın 7-12 yaş grubu çocukları karşınıza onlara anlatın bakalım ne dediğinizi. Reaksiyonlarını ölçün. İlgilerini ne kadar süreyle ayakta tutabiliyorsunuz, bir bakın. Onları, sordukları abuk subuk sorulara aldırmadan, dinlemeye çalışın...
Eğer bunu başarırsanız, hepimizi ikna edebilirsiniz... Yoksa aynı gece NTV’deki ‘Basın Odası’na katılan gazeteci arkadaşlarımız gibi hepimiz şaşar kalırız. Tutucu ve gerici olduğu iddia edilen AK Parti, nasıl oluyor da tüm ileri gibi gözüken şeyleri savunuyor da; ilerici ve gelişmeden, değişimden yana olması beklenen CHP en tutucu ve gerici şeyleri ileri sürüyor...
Allah kimseyi kurbağa durumuna düşürmesin!
Mao Tse Tung’un basit ve anlamlı bir lafı vardır: “Kurbağa kuyunun dibinde durup yukarı bakarmış ve dermiş ki, Gökyüzü ne kadar da küçük!“...
Geçen hafta biz de Mao’nun kurbağası gibi davranmışız.
Hürriyet Gazetesindeki bir habere dayanarak yabancı manken Noella’nın Esquire dergisinde yayınlanan fotoğraflarından söz etmiştim. Noella Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi. Fotoğrafları çeken de aynı üniversitede asistanlık yapan Cem Taluğ... İşte size bir iletişim sorunu (!)... Hürriyet’in haberi, konuyu iyice çarptırmış olan Vakit gazetesinden aldığını da bilemedik tabii...
Haberi(!), ABD’de bayan polislerle, campusların en güzel kızlarıyla çekim yapan dergilerle karşılaştırmıştım. Zaten çok şık bir dergi olan Esquire’ın başarı hanesine not düşerken, ilk kez böyle bir olayı gerçekleştiren (!) Noella ile Cem Bey’in de sonuçlara katlanması gerektiğini vurgulamıştım.
Esquire’in Genel Yayın Yönetmeni Alper Kotaman kardeşim bize nazikçe ‘kurbağalığımızı’ hatırlatarak aşağıdaki e-postayı göndermiş. Bakın olayın aslı ne imiş:
“Bir kere ortada bir yalan var ki; o da Noella'nın sarfettiği iddia edilen
’Cem Bey'i okuldan tanırım; benim için sorun yok’ cümlesi... Böyle bir şeyin
gerçek olması mümkün değil zira benim gözümün önünde stüdyoda tanıştılar. Bu birincisi...
Asıl bahsetmek istediğim konuysa, bana kalırsa bu çekimin neden bir haber
değeri taşımadığıyla ilgili... Cem Taluğ uzun süredir Esquire için çekimler
yapar. Röportajlar, yabancı ve yerli modeller, moda çekimleri vs... Ve
üstüne basarak söylüyorum bu çekimlerden para almaz. Cem'in ileriye yönelik
amacı yurtdışında fotoğrafçılık yapabilmek. İleride yurtdışına gittiğinde elinde, orijini yurtdışında olan dergilerden oluşan bir portfolyo olsun diye bizim işimizi bedelsiz olarak görüyor.
Gelelim diğer boyutuna, bu Noella denilen kızcağız ilk çekimini Esquire'a vermedi. Daha birkaç ay önce, şimdi kapanmış olan Max Dergisi'ne hatta bizimle aynı ay içinde tesadüfen aynı çatı altında yer aldığımız FHM'e de poz verdi. Bunlar sadece erkek dergisi olarak saydıklarım. Daha onlarca moda ve tanıtım çekimi, defilesi var. Yani hem bu kız uzun süredir modellik yapıyor, hem de bu adam uzun süredir fotoğraf çekiyor.
Kızın adı Noella değil de Deniz Akkaya olsaydı.. Deniz Akkaya
İstanbul Üniversitesi'nde eğitimini sürdürüyor olsaydı.. Fotoğrafçının adı
da Cem değil de Nihat Odabaşı olsaydı ve o da bir şekilde İstanbul
Üniversitesi'nde görevli olsaydı bu çekim olay haline gelir miydi; hayır...
Sanki Cem sınıfta bir kızı kandırıp ‘Çok güzel bir yüzün var; gel senin fotoğraflarını çekeyim’ demiş gibi bir hava estirildi. İlgisi yok. İkisinin de işi buydu ve Esquire vasıtasıyla tesadüfen bir araya geldiler. Alper Kotaman...”
Onca dikkatimize rağmen, biz de magazin basınının oyununa gelmişiz. Umarım bu işten gerekli taraflar gerekli dersleri çıkarırlar...
4 Kare her şeyi anlatıyor
Fazla ‘güzel’ reklamlar her zaman beni her zaman rahatsız etmiştir. Hocam Haresh Shah, “Çok güzel fakat sevişmesini bilmeyen bir kadından feci bir şey olamaz!” derdi. Kastettiği, sonuca gitmekti. Reklam filmi de sonuca, yani reklam vereni hedefine götürmüyorsa, bir de üstüne üstlük çok güzelse, al başına belayı...
Geçen hafta Türkiye’nin en kaliteli sigorta şirketlerinden Commercial Union’un reklamlarından söz etmiştim. Buna Yapı Kredi’nin insanların kağıttan topla futbol oynadıkları filmini, ‘Sahici Hayatın Sahici Bankası, Koç Bank’, ‘Dışbank reklamlarını gördünüz mü?’, ‘İhtiyaçları biliyor, Asya Finans’; geçmişten de Aganigi’yi, İxir’i, Dr. Renaud Paris’yi ve mesajı ürünü akılda kalmayan daha nice reklamı bu listeye ekleyebilirsiniz.
Bu konudaki yazımızı okuyan arkadaşımız İpek İlter Hanım, ‘Yazınızı çizgilerle çok iyi anlatıyor’ notu ile bir bant-karikatür yollamış. Ben de olduğu gibi alıyorum buraya... Yani sorun sadece Türkiye’de rastlanan bir sorun değilmiş, diye düşünüp içimizi rahatlatalım mı, ne dersiniz?
Bahane kalmadı
En azından önümüzdeki dönemde konfeksiyon alanında ‘bu topraklardan marka çıkarmak’ için bahane kalmadı. Devletin ortaya koyduğu ve geçenlerde Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen’in neredeyse kurum kurum dolaşıp anlatmaya çalıştığı Turqualty projesi, ‘yerim dar, yenim dar’ muhabbetine son verecek gibi...
Özetle şu: Çeşitli sektörel ve tüzel kurumların temsilcilerinden oluşan bir heyet, başvurunuzu değerlendiriyor. Eğer kriterlere uyuyorsanız, ki bilindiği kadarıyla ülkemizde pek çok firma bu kriterlere uyuyor, siz markanızın uluslararası platformlarda gelişmesi için hazırlayacağınız projenize ne kadar yatırırsanız, devlet de bir o kadar yatırıyor. Dedim ya özetin özeti... İş şimdilik sadece konfeksiyonla başlamış. Ama başlamış... Sora seramik ve diğer sektörlerdeki markalara uzanacak.
Örneğin, İspanya’dan Zara ve Mango böyle çıkmışlar...
Burası Türkiye. Yine bir ton çatlak ses çıkar. Ama önemli değil. Uluslararası marka piyasalarına girişte devlet görev bilinciyle hareketi başlatmış. Haydi görelim bakalım şimdi Türk aslanlarını...
Sigortalılaştıramadıklarımızdan mısınız?
Geçenlerde Garanti Sigorta Genel Müdürü Hasan Güller Bey’le sohbet ediyoruz. Konu, uzun zamandır merakımı çeken deprem sigortası meselesine geldi. Felaket anında “Yandım Allah, devlet nerede?” diye bağırılmasını engellemek için ortaya atılan doğal afet sigortasında, kısaca DASK diye anılıyor, durum nedir diye sordum.
“Türkiye genelinde %15.4” dedi, “Bu, bölgelere göre ayrıca değişiyor. Marmara Bölgesinde %26.1; Güneydoğu Anadolu Bölgesinde ise oran: %3.24”...
Evini sigorta ettirme; ondan sonra ‘Nerede devlet?’.. İnsaf...
Bu arada daha vahim bir şey daha öğrendim: Trafikteki araçların kaçta kaçı sigortalıymış, biliyor musunuz? Sadece %40’ı... Yani %60’ı sadece Allah’a emanet...
Bu arada bir de sigorta kazıkları var tabii. Poliçelerin arkasındaki karınca dualarını okumazsanız, yandınız. Örneğin iki ameliyat geçiriyorsunuz, ya da ciddi ve uzun süreli tedavi gerektiren bir rahatsızlığınız var. Poliçe bedeliniz gittikçe artabiliyor. Ya da bir nokta geliyor, “Özür dileriz. Sizi artık sigortalayamayacağız” diyorlar... İyi mi?..
O yüzden iki noktaya özellikle dikkat etmek gerekiyormuş: 1. Bedel artışlarının genel yıllık artışın üzerinde olamayacağı taahhüdü... 2. Poliçenin ömür boyu yenileneceği garantisi...
İletişimin en karışık, en anlaşılmaz olduğu alanlardan biri şu sigortacılık. Öte yandan yaşam kalitesini sürdürebilmenin de neredeyse tek maddi anahtarı. Sigortacılar iletişemese de siz iletişin ve tüm karınca dualarını anlayana kadar okuyun. Ya da güvendiğiniz birine, bu sigortacınız da olabilir, sonuna kadar okutun. Ve tabii ki o iki kritik noktayı da kontrol etmeyi ihmal etmeyin...
Mini iletişim yarışması
Son hafta sormuştuk: “Gazetelerin ilaveleri, özellikle de hafta sonu verdikleri ekler gazetelerin kendisinden neredeyse daha çok beğeniliyor. Hal böyleyken bu ekler bağımsız gazete olarak çıkarılırsa satmıyorlar. Neden?”
Gelen yanıtlar içinde en beğendiğimiz, Mine Karşılı’nın yazdıkları oldu. Şöyle yazmış Mine Hanım:
“Gazetelerin (tırnak içinde!) "saygın" markalarını satın almak, bir yandan
müşterilerine hafta sonu dahi olsa entelektüel bir etkinlikte bulunma
kamuflajı sağlarken, bir yandan da hayal hayatlara olan özlemlerin giderilme
olanağına, ek ücret ödemeden ulaşma imkanı sağlıyor.
Bir başka değişle halkımızda son yıllarda ilgi odaklığı tahtını bırakmayan
popülizm, ulaşılmayana karşı özlem burada da kendini gösteriyor. Birçoklarınca gidilemeyecek son moda mekanlar, hayalleri süsleyen evler, kadınlar, adamlar gazetelerin ilavelerinde özellikle de hafta sonu eklerinde yer alıyor.
Bu ilaveler kendi isimleri ile çıksalar, kendi ayakları üzerinde durabilecek
markalar olmadıklarından itibar görmeyecekler.”
Mine Hanım’a Cemil Meriç’in “Bu Ülkesi”ni armağan edeceğiz. Diğer dikkat çeken yanıtlar ise şu arkadaşlara aitti: Suphi Balcı, Yasemin Çakmak, Aksu Akcaoğlu, Önder Toptan... Hepsinin ellerine sağlık.
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”
Basitlik derken ilkellikten değil, kolay anlaşılır olmaktan söz ediyorum. Orta çağda, hatta sanayii devriminde bu böyle miydi? Hayır. Orada ima etmek; dolaylı anlatmak esastı... Oysa şimdi kimsenin zamanı yok. Her şey çok daha hızlı. Clinton’un üst düzey yöneticilerinden birine, “3 dakikan var. Beni ikna et bakalım!” dediği söylenir. Dünyanın başarılı CEO’larının görüşme ajandalarını görseniz şaşarsınız. 10.42 şu... 10.50 bu.. 11.05 o... Belli ki, ikincisiyle, uzun bir görüşme yapmak ihtiyacı duymuş...
Dünyadaki gelişme bu iken, çocukların anlayacağı şekilde konuşmak ve yazmak iletişimin aslını oluşturuyor. Neden çocuklar? Odaklanmaları zor. Konsantre olma süreleri kısıtlı. Kullandıkları ve bildikleri kelime sayısı sınırlı... Bir düşünün, aslında büyüklerden ne farkları var? Pop Star jürisine bakın. İkisini yakından tanırım. Kendi alanlarında derya denizdirler. Ama o programda Türkçeyi kaç kelime ile konuşuyorlar dersiniz?.. 150 değişik kelimeyi geçmez. Oysa sıradan bir üniversite mezununun bile Türkçeyi en az 3000 kelime ile konuşabileceği iddia edilir...
Burada sanat ve edebiyat dünyasını ayrı tutuyorum tabii. Ama iletişim popüler bir iştir. Ve tek amacı vardır: Karşısındakini bir fikri, bir hizmeti veya bir ürünü satın alma konusunda ikna etmek... Burada da çocukların algılama düzeyi esas alınmalıdır.
Ali Kırca Perşembe akşamı Başbakan R. Tayyip Erdoğan’a altın tepsi üzerinde müthiş bir fırsat sundu. İlk öğretim öğrencileri sordular. O da yanıtladı. Başbakan, kendisi gibi olduğu bölümlerde bu işi mükemmel yaptı. Ama programın genelinde yine Başbakan gibi konuştu durdu. Gazetecilere, ya da Grup’ta milletvekillerine konuşur gibi... Çocuklara baktım. Bu bölümlerde koptular zaten. Kamera bu kopuşları sık sık gösterdi. Çocuklar aynı soruları tekrarlayıp durdular... Ali Kırca da bu durumu tespit etti. Sizce niye aynı soruları tekrar tekrar sordu bu çocuklar?..
Tüm siyasi iletişimle ilgilenenlere tavsiye: Ali Kırca’nın formatını haftada en az bir kez uygulayın. Alın 7-12 yaş grubu çocukları karşınıza onlara anlatın bakalım ne dediğinizi. Reaksiyonlarını ölçün. İlgilerini ne kadar süreyle ayakta tutabiliyorsunuz, bir bakın. Onları, sordukları abuk subuk sorulara aldırmadan, dinlemeye çalışın...
Eğer bunu başarırsanız, hepimizi ikna edebilirsiniz... Yoksa aynı gece NTV’deki ‘Basın Odası’na katılan gazeteci arkadaşlarımız gibi hepimiz şaşar kalırız. Tutucu ve gerici olduğu iddia edilen AK Parti, nasıl oluyor da tüm ileri gibi gözüken şeyleri savunuyor da; ilerici ve gelişmeden, değişimden yana olması beklenen CHP en tutucu ve gerici şeyleri ileri sürüyor...
Allah kimseyi kurbağa durumuna düşürmesin!
Mao Tse Tung’un basit ve anlamlı bir lafı vardır: “Kurbağa kuyunun dibinde durup yukarı bakarmış ve dermiş ki, Gökyüzü ne kadar da küçük!“...
Geçen hafta biz de Mao’nun kurbağası gibi davranmışız.
Hürriyet Gazetesindeki bir habere dayanarak yabancı manken Noella’nın Esquire dergisinde yayınlanan fotoğraflarından söz etmiştim. Noella Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi. Fotoğrafları çeken de aynı üniversitede asistanlık yapan Cem Taluğ... İşte size bir iletişim sorunu (!)... Hürriyet’in haberi, konuyu iyice çarptırmış olan Vakit gazetesinden aldığını da bilemedik tabii...
Haberi(!), ABD’de bayan polislerle, campusların en güzel kızlarıyla çekim yapan dergilerle karşılaştırmıştım. Zaten çok şık bir dergi olan Esquire’ın başarı hanesine not düşerken, ilk kez böyle bir olayı gerçekleştiren (!) Noella ile Cem Bey’in de sonuçlara katlanması gerektiğini vurgulamıştım.
Esquire’in Genel Yayın Yönetmeni Alper Kotaman kardeşim bize nazikçe ‘kurbağalığımızı’ hatırlatarak aşağıdaki e-postayı göndermiş. Bakın olayın aslı ne imiş:
“Bir kere ortada bir yalan var ki; o da Noella'nın sarfettiği iddia edilen
’Cem Bey'i okuldan tanırım; benim için sorun yok’ cümlesi... Böyle bir şeyin
gerçek olması mümkün değil zira benim gözümün önünde stüdyoda tanıştılar. Bu birincisi...
Asıl bahsetmek istediğim konuysa, bana kalırsa bu çekimin neden bir haber
değeri taşımadığıyla ilgili... Cem Taluğ uzun süredir Esquire için çekimler
yapar. Röportajlar, yabancı ve yerli modeller, moda çekimleri vs... Ve
üstüne basarak söylüyorum bu çekimlerden para almaz. Cem'in ileriye yönelik
amacı yurtdışında fotoğrafçılık yapabilmek. İleride yurtdışına gittiğinde elinde, orijini yurtdışında olan dergilerden oluşan bir portfolyo olsun diye bizim işimizi bedelsiz olarak görüyor.
Gelelim diğer boyutuna, bu Noella denilen kızcağız ilk çekimini Esquire'a vermedi. Daha birkaç ay önce, şimdi kapanmış olan Max Dergisi'ne hatta bizimle aynı ay içinde tesadüfen aynı çatı altında yer aldığımız FHM'e de poz verdi. Bunlar sadece erkek dergisi olarak saydıklarım. Daha onlarca moda ve tanıtım çekimi, defilesi var. Yani hem bu kız uzun süredir modellik yapıyor, hem de bu adam uzun süredir fotoğraf çekiyor.
Kızın adı Noella değil de Deniz Akkaya olsaydı.. Deniz Akkaya
İstanbul Üniversitesi'nde eğitimini sürdürüyor olsaydı.. Fotoğrafçının adı
da Cem değil de Nihat Odabaşı olsaydı ve o da bir şekilde İstanbul
Üniversitesi'nde görevli olsaydı bu çekim olay haline gelir miydi; hayır...
Sanki Cem sınıfta bir kızı kandırıp ‘Çok güzel bir yüzün var; gel senin fotoğraflarını çekeyim’ demiş gibi bir hava estirildi. İlgisi yok. İkisinin de işi buydu ve Esquire vasıtasıyla tesadüfen bir araya geldiler. Alper Kotaman...”
Onca dikkatimize rağmen, biz de magazin basınının oyununa gelmişiz. Umarım bu işten gerekli taraflar gerekli dersleri çıkarırlar...
4 Kare her şeyi anlatıyor
Fazla ‘güzel’ reklamlar her zaman beni her zaman rahatsız etmiştir. Hocam Haresh Shah, “Çok güzel fakat sevişmesini bilmeyen bir kadından feci bir şey olamaz!” derdi. Kastettiği, sonuca gitmekti. Reklam filmi de sonuca, yani reklam vereni hedefine götürmüyorsa, bir de üstüne üstlük çok güzelse, al başına belayı...
Geçen hafta Türkiye’nin en kaliteli sigorta şirketlerinden Commercial Union’un reklamlarından söz etmiştim. Buna Yapı Kredi’nin insanların kağıttan topla futbol oynadıkları filmini, ‘Sahici Hayatın Sahici Bankası, Koç Bank’, ‘Dışbank reklamlarını gördünüz mü?’, ‘İhtiyaçları biliyor, Asya Finans’; geçmişten de Aganigi’yi, İxir’i, Dr. Renaud Paris’yi ve mesajı ürünü akılda kalmayan daha nice reklamı bu listeye ekleyebilirsiniz.
Bu konudaki yazımızı okuyan arkadaşımız İpek İlter Hanım, ‘Yazınızı çizgilerle çok iyi anlatıyor’ notu ile bir bant-karikatür yollamış. Ben de olduğu gibi alıyorum buraya... Yani sorun sadece Türkiye’de rastlanan bir sorun değilmiş, diye düşünüp içimizi rahatlatalım mı, ne dersiniz?
Bahane kalmadı
En azından önümüzdeki dönemde konfeksiyon alanında ‘bu topraklardan marka çıkarmak’ için bahane kalmadı. Devletin ortaya koyduğu ve geçenlerde Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen’in neredeyse kurum kurum dolaşıp anlatmaya çalıştığı Turqualty projesi, ‘yerim dar, yenim dar’ muhabbetine son verecek gibi...
Özetle şu: Çeşitli sektörel ve tüzel kurumların temsilcilerinden oluşan bir heyet, başvurunuzu değerlendiriyor. Eğer kriterlere uyuyorsanız, ki bilindiği kadarıyla ülkemizde pek çok firma bu kriterlere uyuyor, siz markanızın uluslararası platformlarda gelişmesi için hazırlayacağınız projenize ne kadar yatırırsanız, devlet de bir o kadar yatırıyor. Dedim ya özetin özeti... İş şimdilik sadece konfeksiyonla başlamış. Ama başlamış... Sora seramik ve diğer sektörlerdeki markalara uzanacak.
Örneğin, İspanya’dan Zara ve Mango böyle çıkmışlar...
Burası Türkiye. Yine bir ton çatlak ses çıkar. Ama önemli değil. Uluslararası marka piyasalarına girişte devlet görev bilinciyle hareketi başlatmış. Haydi görelim bakalım şimdi Türk aslanlarını...
Sigortalılaştıramadıklarımızdan mısınız?
Geçenlerde Garanti Sigorta Genel Müdürü Hasan Güller Bey’le sohbet ediyoruz. Konu, uzun zamandır merakımı çeken deprem sigortası meselesine geldi. Felaket anında “Yandım Allah, devlet nerede?” diye bağırılmasını engellemek için ortaya atılan doğal afet sigortasında, kısaca DASK diye anılıyor, durum nedir diye sordum.
“Türkiye genelinde %15.4” dedi, “Bu, bölgelere göre ayrıca değişiyor. Marmara Bölgesinde %26.1; Güneydoğu Anadolu Bölgesinde ise oran: %3.24”...
Evini sigorta ettirme; ondan sonra ‘Nerede devlet?’.. İnsaf...
Bu arada daha vahim bir şey daha öğrendim: Trafikteki araçların kaçta kaçı sigortalıymış, biliyor musunuz? Sadece %40’ı... Yani %60’ı sadece Allah’a emanet...
Bu arada bir de sigorta kazıkları var tabii. Poliçelerin arkasındaki karınca dualarını okumazsanız, yandınız. Örneğin iki ameliyat geçiriyorsunuz, ya da ciddi ve uzun süreli tedavi gerektiren bir rahatsızlığınız var. Poliçe bedeliniz gittikçe artabiliyor. Ya da bir nokta geliyor, “Özür dileriz. Sizi artık sigortalayamayacağız” diyorlar... İyi mi?..
O yüzden iki noktaya özellikle dikkat etmek gerekiyormuş: 1. Bedel artışlarının genel yıllık artışın üzerinde olamayacağı taahhüdü... 2. Poliçenin ömür boyu yenileneceği garantisi...
İletişimin en karışık, en anlaşılmaz olduğu alanlardan biri şu sigortacılık. Öte yandan yaşam kalitesini sürdürebilmenin de neredeyse tek maddi anahtarı. Sigortacılar iletişemese de siz iletişin ve tüm karınca dualarını anlayana kadar okuyun. Ya da güvendiğiniz birine, bu sigortacınız da olabilir, sonuna kadar okutun. Ve tabii ki o iki kritik noktayı da kontrol etmeyi ihmal etmeyin...
Mini iletişim yarışması
Son hafta sormuştuk: “Gazetelerin ilaveleri, özellikle de hafta sonu verdikleri ekler gazetelerin kendisinden neredeyse daha çok beğeniliyor. Hal böyleyken bu ekler bağımsız gazete olarak çıkarılırsa satmıyorlar. Neden?”
Gelen yanıtlar içinde en beğendiğimiz, Mine Karşılı’nın yazdıkları oldu. Şöyle yazmış Mine Hanım:
“Gazetelerin (tırnak içinde!) "saygın" markalarını satın almak, bir yandan
müşterilerine hafta sonu dahi olsa entelektüel bir etkinlikte bulunma
kamuflajı sağlarken, bir yandan da hayal hayatlara olan özlemlerin giderilme
olanağına, ek ücret ödemeden ulaşma imkanı sağlıyor.
Bir başka değişle halkımızda son yıllarda ilgi odaklığı tahtını bırakmayan
popülizm, ulaşılmayana karşı özlem burada da kendini gösteriyor. Birçoklarınca gidilemeyecek son moda mekanlar, hayalleri süsleyen evler, kadınlar, adamlar gazetelerin ilavelerinde özellikle de hafta sonu eklerinde yer alıyor.
Bu ilaveler kendi isimleri ile çıksalar, kendi ayakları üzerinde durabilecek
markalar olmadıklarından itibar görmeyecekler.”
Mine Hanım’a Cemil Meriç’in “Bu Ülkesi”ni armağan edeceğiz. Diğer dikkat çeken yanıtlar ise şu arkadaşlara aitti: Suphi Balcı, Yasemin Çakmak, Aksu Akcaoğlu, Önder Toptan... Hepsinin ellerine sağlık.
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”