Hesaplaşma feodallere yakışır, bize değil
14 NİSAN 2012
Kolay bir soru. Bu sorunun yanıtını herkes aslında bir çırpıda verebilir. Verilen yanıtla da, niyeti en azından kendisine söylemiş olur. Dışlarından ‘yüzleşme’ içlerinden ‘hesaplaşma’ diyenler de hiç değilse kendi kendilerine itiraf bulunurlar ki; bu da iyi bir şeydir…
Mehmet Ali Birand’ın yakın tarihimize ilişkin 27 Mayıs (Demirkırat), 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat belgesellerini sırasıyla izlemeye kalkışanlar, bir zamanların CHP’sinin, DP’sinin ve tüm koalisyon iktidarlarının demokrasi sınavında nasıl ‘çaktıklarını’ ve Einstein’in ünlü uyarısındaki tanıma nasıl da bire bir uyduklarını somut olarak göreceklerdir. Ne demişti Einstein? “Bilinen şeyleri tekrarlayarak, farklı sonuçlar elde edilebileceğine inanmak, çılgınlıktan başka bir şey değildir”…
Demokrasiyi bilip ‘yaşıyor’ olsalardı, darbe girişimlerinin ufak işaretlerini henüz başındayken sezinleyip tedbirlerini alacaklardı. Hayır… Meşrutiyet’ten, Tanzimat’tan bu yana tekrar tekrar yaşayarak, öğrenip dersler çıkarmasını belki de ancak becerebilmişizdir.
Topyekun, darbeleri hayatımızdan silmeye karar verdiysek, bu arzumuzun geleceğe de bir katkısı olacak ise mevcut ruh halimizi iyi değerlendirmek durumundayız. Seçimimiz hangisidir? Tarihimizle yüzleşmeyi mi, yoksa hesaplaşmayı mı arzu ediyoruz?
Dün AK Parti’nin vicdanı Bülent Arınç ve 28 Şubat mağdurlarından Mehmet Ali Birand, pek çok âkil adam gibi yaptıkları değerlendirmelerde özetle ‘işin tadını kaçırmayın’ demeye getiriyorlardı. Davalar genişletildikçe, yüzlerce sanıklı davaların zamanla işin içinden çıkılmaz hale gelerek ‘sembolik’ anlamını yitirdiği tespitini sokaktaki adam bile yapar hale geldi.
Hesaplaşma abartıldığı takdirde ‘mantık sınırları’ zorlanabilir ve örneğin şu türden soruların yanıtı verilemez hale gelinir:
“12 Mart Hükümeti’ne güven oyu veren, 28 Şubat sonrası hükümetleri iş başına getiren parlamenterlerimiz seçimle Meclis’e girmemişler miydi? Peki teorik olarak onların, o dönemde olumlu makaleler yazanlardan tutun da, darbeleri destekleyen tüm bürokrat ve yetkililerin ve de Anayasa’ya Evet demiş olan %92’nin yargılanması gerekmez mi? Bir anda yine teorik olarak içeridekilerin sayısı dışarıdakilerden fazla olmaz mı?”
Yüzleşme konusu ise farklıdır. Hesaplaşıldığında ortada fikir mikir kalmaz, malum kavgada yumruk sayılmazken, yüzleşmede ise fikirler karşı fikirlerle yüzleşebilir...
Hesaplaşıldığında, çıkılan ringte ‘algılama yönetimi’ dediğimiz o muhteşem iletişim yönteminin navigasyonu katiyen çalışmaz. İlişkiler esastır… Bugün de olan budur zaten. “Sen kimden talimat aldın?”, “Kime ne götürüp verdin?” Vb…
Yüzleşmeler, her şeyden bu ülkenin üzerine titremesi gereken Türk Silahlı Kuvvetleri’ni günümüz dünyasının muhtemel tehlikelerine karşı hazırlıklı kılabilecek donanımın, rehabilitasyonların kapılarını aralayabilir. Hesaplaşmalar ise her türlü donanımı inkıtaya uğratır, rehabilite etmez, yaralar. Hele ki, birilerini ‘kepaze’ etmeye kalkışmanın, kimseye yararı yoktur.
Bu nedenle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘Kimse bu süreci bir intikam hırsı olarak ele alamaz’ şeklindeki cümlesinden en kritik mesajı intikam duygusuyla yanıp tutuşanlar almalıdır.
Başbakanın dünkü yazımızda altına imzamızı rahatlıkla atabileceğimizi ifade ettiğimiz “Türkiye fanilerle değil ilkelerle yürümeyi bilmeli” ifadesi de, ‘yüzleşme’ ile ‘hesaplaşma’yı kafalarda yerli yerine oturtmak için şahane bir uyarıdır. İlkelerle yürüyebilmek için ‘hesaplaşma’ sözcüğünü önce zihinlerde bertaraf etmek gerekir.
Hesaplaşma, ancak feodal bir zihniyetin aracı ya da akıl yürütme yöntemi olabilir ve Türkiye, dünya üzerinde çok anlamlı ve fonksiyonel bir güç konumunda, ‘tarihe özne’ olabilme iradesini dostuna düşmanına kabul ettirmek istiyorsa eteklerindeki feodalite taşlarını dökmesini de bilmelidir. Türkiye’nin her anlamda ve alanda en büyük düşmanı feodalitedir. Orta çağ zihniyetidir.
Mehmet Ali Birand’ın yakın tarihimize ilişkin 27 Mayıs (Demirkırat), 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat belgesellerini sırasıyla izlemeye kalkışanlar, bir zamanların CHP’sinin, DP’sinin ve tüm koalisyon iktidarlarının demokrasi sınavında nasıl ‘çaktıklarını’ ve Einstein’in ünlü uyarısındaki tanıma nasıl da bire bir uyduklarını somut olarak göreceklerdir. Ne demişti Einstein? “Bilinen şeyleri tekrarlayarak, farklı sonuçlar elde edilebileceğine inanmak, çılgınlıktan başka bir şey değildir”…
Demokrasiyi bilip ‘yaşıyor’ olsalardı, darbe girişimlerinin ufak işaretlerini henüz başındayken sezinleyip tedbirlerini alacaklardı. Hayır… Meşrutiyet’ten, Tanzimat’tan bu yana tekrar tekrar yaşayarak, öğrenip dersler çıkarmasını belki de ancak becerebilmişizdir.
Topyekun, darbeleri hayatımızdan silmeye karar verdiysek, bu arzumuzun geleceğe de bir katkısı olacak ise mevcut ruh halimizi iyi değerlendirmek durumundayız. Seçimimiz hangisidir? Tarihimizle yüzleşmeyi mi, yoksa hesaplaşmayı mı arzu ediyoruz?
Dün AK Parti’nin vicdanı Bülent Arınç ve 28 Şubat mağdurlarından Mehmet Ali Birand, pek çok âkil adam gibi yaptıkları değerlendirmelerde özetle ‘işin tadını kaçırmayın’ demeye getiriyorlardı. Davalar genişletildikçe, yüzlerce sanıklı davaların zamanla işin içinden çıkılmaz hale gelerek ‘sembolik’ anlamını yitirdiği tespitini sokaktaki adam bile yapar hale geldi.
Hesaplaşma abartıldığı takdirde ‘mantık sınırları’ zorlanabilir ve örneğin şu türden soruların yanıtı verilemez hale gelinir:
“12 Mart Hükümeti’ne güven oyu veren, 28 Şubat sonrası hükümetleri iş başına getiren parlamenterlerimiz seçimle Meclis’e girmemişler miydi? Peki teorik olarak onların, o dönemde olumlu makaleler yazanlardan tutun da, darbeleri destekleyen tüm bürokrat ve yetkililerin ve de Anayasa’ya Evet demiş olan %92’nin yargılanması gerekmez mi? Bir anda yine teorik olarak içeridekilerin sayısı dışarıdakilerden fazla olmaz mı?”
Yüzleşme konusu ise farklıdır. Hesaplaşıldığında ortada fikir mikir kalmaz, malum kavgada yumruk sayılmazken, yüzleşmede ise fikirler karşı fikirlerle yüzleşebilir...
Hesaplaşıldığında, çıkılan ringte ‘algılama yönetimi’ dediğimiz o muhteşem iletişim yönteminin navigasyonu katiyen çalışmaz. İlişkiler esastır… Bugün de olan budur zaten. “Sen kimden talimat aldın?”, “Kime ne götürüp verdin?” Vb…
Yüzleşmeler, her şeyden bu ülkenin üzerine titremesi gereken Türk Silahlı Kuvvetleri’ni günümüz dünyasının muhtemel tehlikelerine karşı hazırlıklı kılabilecek donanımın, rehabilitasyonların kapılarını aralayabilir. Hesaplaşmalar ise her türlü donanımı inkıtaya uğratır, rehabilite etmez, yaralar. Hele ki, birilerini ‘kepaze’ etmeye kalkışmanın, kimseye yararı yoktur.
Bu nedenle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘Kimse bu süreci bir intikam hırsı olarak ele alamaz’ şeklindeki cümlesinden en kritik mesajı intikam duygusuyla yanıp tutuşanlar almalıdır.
Başbakanın dünkü yazımızda altına imzamızı rahatlıkla atabileceğimizi ifade ettiğimiz “Türkiye fanilerle değil ilkelerle yürümeyi bilmeli” ifadesi de, ‘yüzleşme’ ile ‘hesaplaşma’yı kafalarda yerli yerine oturtmak için şahane bir uyarıdır. İlkelerle yürüyebilmek için ‘hesaplaşma’ sözcüğünü önce zihinlerde bertaraf etmek gerekir.
Hesaplaşma, ancak feodal bir zihniyetin aracı ya da akıl yürütme yöntemi olabilir ve Türkiye, dünya üzerinde çok anlamlı ve fonksiyonel bir güç konumunda, ‘tarihe özne’ olabilme iradesini dostuna düşmanına kabul ettirmek istiyorsa eteklerindeki feodalite taşlarını dökmesini de bilmelidir. Türkiye’nin her anlamda ve alanda en büyük düşmanı feodalitedir. Orta çağ zihniyetidir.