Hitay – Manas kavgasının galibi olmaz
22 NİSAN 2012
Tam ibret-i âlemlik bir durum. “İlişki ve iletişim yönetimi konusunda en yanlış adımlar nasıl atılır; insanlar durduk yerde kendi kendilerine nasıl zarar verirler?” sorusunu işleyen bir konu ilginizi çekiyorsa, iki iş adamının blog’larını ziyaret edin.
Türkiye’nin iki tanınmış ve muteber iş insanı, Alphan Manas ve Emin Hitay 18 yıl sürdürdükleri verimli ve başarılı sayılabilecek ortaklığı 6 yıl önce bitirmişler. Boşanma davalarında olduğu gibi mal bölünmesine gitmişler. Şirketleri paylaşmışlar. El sıkışıp ayrılmışlar. Aradan geçen onca zamandan sonra Nisan başından bu yana inanılmaz, akıl almaz bir düzeysizlikte kapışmaya başlamışlar.
Hitay’a göre Manas başlatmış ‘kayıkçı kavgasını’… Ben bu kadar ‘ağır’ sözü, suçlayıcı ifadeyi aynı metin içinde bugüne kadar hiç görmemiştim. Kısmen alıp burada yayınlayayım dedim. Elim varmadı.
Biri Kamboçya’nın Fahri Konsolosu diğeri Endonezya’nın… Teknoloji Holding, Teknoser, Exim AŞ, Universal, Bilyoner vb ciddi şirketleri iş dünyasına kazandırmış iki ortak. Şimdi birbirlerine öyle bir saldırıyorlar ki, ne yalancılıkları kalıyor, ne sahtekârlıkları, ne ruh hastası oldukları, ne de zekâ düzeyleri…
Bu beyefendilerin çevresinde hiç mi akl-ı selim sahibi vatandaş yok, kalkıp bu arkadaşları uyarsın? Neden uyarsın? Şunun için: Bu iki, ‘genç’ sayılabilecek girişimciyi kendisine örnek alan bir dolu genç iş adamı adayı vardır. Onların şaşkınlığa düşmesini, yollarını aydınlatan yıldızların sönmesini engellemek adına, bu yıpratıcı dalaşa, şuursuz sorumsuzluğa birilerinin dur demesi lazım.
İki testi birbirine çarptığı zaman, hangisinin kırılacağını hangisinin bir daha su alamayacak şekilde çatlayacağını önden kestirmek zordur. Ancak, iki testinin de ‘su yolunda’ hasar göreceği kesindir. Şu anda Manas’la Hitay’a olduğu gibi. Bir süre sonra kimin bu dalaşı başlattığı, kimin haklı, kimin haksız olduğu unutulacak. Kavgada yumruk sayılmayacak. Geriye birbirlerini itibarsızlaştırmış iki ‘hasarlı iş insanı’ kalacak…
Olay, gazetelerin birinci sayfalarına, TV’lerin haber bültenlerine henüz taşınmış değil. Hâlâ ‘az hasarla’ kurtuluş umudu var. Yoksa yandı gülüm keten helva… Her ikisine de geçmiş olsun.
‘Politik iklim’…
Dünkü gazetelerde Obama’nın siyahlara uygulanan ayrımcılığın en belirgin simgelerinden biri olan 1955 yılına ait otobüsün içindeki fotoğrafı, Cemil Meriç’in sözünü ettiği anlamda bir ‘insaf’ı akla getiriyordu. Aynı şekilde Amsterdam’dan Maasrtrich’e giden trende Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘deşmeyelim’ dediği idamları hatırlamak da... Meriç’in aklımdan çıkmayan cümlesi şudur:
“İnsafını kaybedenler hiçbir hakikati bütünüyle kavrayamazlar.”
Beyazlara ayrılan bölüme oturduğu için yerinden kalkması istendiğinde direnen Tennessee’li Rosa Parks’ın camdan dışarıya düşünceli bir yüz ifadesi ile bakan fotoğrafı, bir dizi çağrışımla bir başka siyahi kadını, dünyanın en ‘orijinal’ seslerinden biri olan Nina Simone’u hatırlatmıyor mu? O da tıpkı Rosa Parks gibi ‘insanımsı’ların psikolojik zulmüne karşı direnmemiş miydi?
North Carolina’daki okulunda piyano resitali vereceği sahneden, ön sırada oturan anne babasının kaldırıldığını görüp, “Onlar yerlerine tekrar oturmadıkça çalmayacağım" demişti. Anne ve babası yerlerine yeniden oturduklarında piyanosunun başına geçmişti. 2003 yılında vefat ettiğinde, Jacques Brel kadar onun da şarkısı olan ‘Ne Me Quitte Pas’ (Terk etme Beni) ile uğurlandı. Annesiyle babasını yerinden kaldıran ‘alçağı’ ise kimse hatırlamıyor…
Gazetecilerle yaptığı tren sohbetinde Türk siyaset geleneğinin ‘çok kavgacı ve kırıcı’ olduğunu söyleyen Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasa’ya vurgu yaparken“Böyle büyük bir belgeyi yazabilecek politik iklimi de oluşturmak gerek” diyorsa, bunu iyi yorumlamak gerek.
Obama, seçimler öncesinde Tennessee’li Rosa Parks’ın 50’li yıllardaki otobüs koltuğuna niye oturuyor ki? Arzuladığı politik iklimi oluşturabilmek için…
Bizim siyasetçilerimiz nasıl bir politik ortam arzuluyorlar acaba? Arzuladıkları ortama uygun davranışlar sergilemiyorlarsa ne istediklerini nasıl anlayacağız?
Kule varken Tower niye?
Trump Towers açılışında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Yatırımcılardan Türkçe hassasiyeti istiyorum’”demesi üzerine ‘aydınlarımızdan’ Sevan Nişanyan da şöyle buyurmuş:
“Bunlar sembolik demeçlerdir. Ne binalara bu adları koyanlar, ne de halk bunlara kulak asacaktır. İletişim toplumun çok kolay biçimde kendi içinde çözdüğü bir sorundur. İletişimde siz muhatap olduğunuz kesimin nasıl bir dil istediğini derhal hissedersiniz. Trump Towers’ı yapan adamlar da hitap ettikleri kitlenin nasıl bir dil istediğini gayet iyi bilirler ve gereğini yaparlar. İngilizce marka koymak satılan dairelerin fiyatını artırıyorsa; memleketteki bütün dilbilimciler Taksim Meydanı’nda kendilerini yaksınlar fark etmez.” (Dünkü Taraf Gazetesi)
Alt tarafı ‘Trump Towers’ yerine ‘Trump Kuleleri’ denilecek… İş Kuleleri gibi… Bal gibi oluyormuş işte. Hedef kitle aynı üstelik.
Sembolik membolik; ‘tadını kaçırmayın’ demiş işte Başbakan…
Donald Trump’ın kızı Ivanka, olanı biteni, gelecekte ne olacağını biraz da ‘eyyamcı’ bir alt tonla söylemiş zaten:
“Burada AVM’nin yapımına odaklandık. Türkçe zaman içersinde olacak.”
‘Sınırsız sorumsuz özgürlükçü taifesi’ benimsemekte zorlansa da ‘devletin temeli kültürdür’ (M. Kemal Atatürk), kültürün temeli de dil... Dili aydınlar, yazarlar, akademisyenler, sanatçılar zenginleştirir; ancak devlet korur. Yoksa bir ara bizde de olduğu gibi ipin ucu kaçıverir. Birbirimizi anlamamaya başlayabiliriz.
Türkiye’nin iki tanınmış ve muteber iş insanı, Alphan Manas ve Emin Hitay 18 yıl sürdürdükleri verimli ve başarılı sayılabilecek ortaklığı 6 yıl önce bitirmişler. Boşanma davalarında olduğu gibi mal bölünmesine gitmişler. Şirketleri paylaşmışlar. El sıkışıp ayrılmışlar. Aradan geçen onca zamandan sonra Nisan başından bu yana inanılmaz, akıl almaz bir düzeysizlikte kapışmaya başlamışlar.
Hitay’a göre Manas başlatmış ‘kayıkçı kavgasını’… Ben bu kadar ‘ağır’ sözü, suçlayıcı ifadeyi aynı metin içinde bugüne kadar hiç görmemiştim. Kısmen alıp burada yayınlayayım dedim. Elim varmadı.
Biri Kamboçya’nın Fahri Konsolosu diğeri Endonezya’nın… Teknoloji Holding, Teknoser, Exim AŞ, Universal, Bilyoner vb ciddi şirketleri iş dünyasına kazandırmış iki ortak. Şimdi birbirlerine öyle bir saldırıyorlar ki, ne yalancılıkları kalıyor, ne sahtekârlıkları, ne ruh hastası oldukları, ne de zekâ düzeyleri…
Bu beyefendilerin çevresinde hiç mi akl-ı selim sahibi vatandaş yok, kalkıp bu arkadaşları uyarsın? Neden uyarsın? Şunun için: Bu iki, ‘genç’ sayılabilecek girişimciyi kendisine örnek alan bir dolu genç iş adamı adayı vardır. Onların şaşkınlığa düşmesini, yollarını aydınlatan yıldızların sönmesini engellemek adına, bu yıpratıcı dalaşa, şuursuz sorumsuzluğa birilerinin dur demesi lazım.
İki testi birbirine çarptığı zaman, hangisinin kırılacağını hangisinin bir daha su alamayacak şekilde çatlayacağını önden kestirmek zordur. Ancak, iki testinin de ‘su yolunda’ hasar göreceği kesindir. Şu anda Manas’la Hitay’a olduğu gibi. Bir süre sonra kimin bu dalaşı başlattığı, kimin haklı, kimin haksız olduğu unutulacak. Kavgada yumruk sayılmayacak. Geriye birbirlerini itibarsızlaştırmış iki ‘hasarlı iş insanı’ kalacak…
Olay, gazetelerin birinci sayfalarına, TV’lerin haber bültenlerine henüz taşınmış değil. Hâlâ ‘az hasarla’ kurtuluş umudu var. Yoksa yandı gülüm keten helva… Her ikisine de geçmiş olsun.
‘Politik iklim’…
Dünkü gazetelerde Obama’nın siyahlara uygulanan ayrımcılığın en belirgin simgelerinden biri olan 1955 yılına ait otobüsün içindeki fotoğrafı, Cemil Meriç’in sözünü ettiği anlamda bir ‘insaf’ı akla getiriyordu. Aynı şekilde Amsterdam’dan Maasrtrich’e giden trende Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘deşmeyelim’ dediği idamları hatırlamak da... Meriç’in aklımdan çıkmayan cümlesi şudur:
“İnsafını kaybedenler hiçbir hakikati bütünüyle kavrayamazlar.”
Beyazlara ayrılan bölüme oturduğu için yerinden kalkması istendiğinde direnen Tennessee’li Rosa Parks’ın camdan dışarıya düşünceli bir yüz ifadesi ile bakan fotoğrafı, bir dizi çağrışımla bir başka siyahi kadını, dünyanın en ‘orijinal’ seslerinden biri olan Nina Simone’u hatırlatmıyor mu? O da tıpkı Rosa Parks gibi ‘insanımsı’ların psikolojik zulmüne karşı direnmemiş miydi?
North Carolina’daki okulunda piyano resitali vereceği sahneden, ön sırada oturan anne babasının kaldırıldığını görüp, “Onlar yerlerine tekrar oturmadıkça çalmayacağım" demişti. Anne ve babası yerlerine yeniden oturduklarında piyanosunun başına geçmişti. 2003 yılında vefat ettiğinde, Jacques Brel kadar onun da şarkısı olan ‘Ne Me Quitte Pas’ (Terk etme Beni) ile uğurlandı. Annesiyle babasını yerinden kaldıran ‘alçağı’ ise kimse hatırlamıyor…
Gazetecilerle yaptığı tren sohbetinde Türk siyaset geleneğinin ‘çok kavgacı ve kırıcı’ olduğunu söyleyen Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasa’ya vurgu yaparken“Böyle büyük bir belgeyi yazabilecek politik iklimi de oluşturmak gerek” diyorsa, bunu iyi yorumlamak gerek.
Obama, seçimler öncesinde Tennessee’li Rosa Parks’ın 50’li yıllardaki otobüs koltuğuna niye oturuyor ki? Arzuladığı politik iklimi oluşturabilmek için…
Bizim siyasetçilerimiz nasıl bir politik ortam arzuluyorlar acaba? Arzuladıkları ortama uygun davranışlar sergilemiyorlarsa ne istediklerini nasıl anlayacağız?
Kule varken Tower niye?
Trump Towers açılışında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Yatırımcılardan Türkçe hassasiyeti istiyorum’”demesi üzerine ‘aydınlarımızdan’ Sevan Nişanyan da şöyle buyurmuş:
“Bunlar sembolik demeçlerdir. Ne binalara bu adları koyanlar, ne de halk bunlara kulak asacaktır. İletişim toplumun çok kolay biçimde kendi içinde çözdüğü bir sorundur. İletişimde siz muhatap olduğunuz kesimin nasıl bir dil istediğini derhal hissedersiniz. Trump Towers’ı yapan adamlar da hitap ettikleri kitlenin nasıl bir dil istediğini gayet iyi bilirler ve gereğini yaparlar. İngilizce marka koymak satılan dairelerin fiyatını artırıyorsa; memleketteki bütün dilbilimciler Taksim Meydanı’nda kendilerini yaksınlar fark etmez.” (Dünkü Taraf Gazetesi)
Alt tarafı ‘Trump Towers’ yerine ‘Trump Kuleleri’ denilecek… İş Kuleleri gibi… Bal gibi oluyormuş işte. Hedef kitle aynı üstelik.
Sembolik membolik; ‘tadını kaçırmayın’ demiş işte Başbakan…
Donald Trump’ın kızı Ivanka, olanı biteni, gelecekte ne olacağını biraz da ‘eyyamcı’ bir alt tonla söylemiş zaten:
“Burada AVM’nin yapımına odaklandık. Türkçe zaman içersinde olacak.”
‘Sınırsız sorumsuz özgürlükçü taifesi’ benimsemekte zorlansa da ‘devletin temeli kültürdür’ (M. Kemal Atatürk), kültürün temeli de dil... Dili aydınlar, yazarlar, akademisyenler, sanatçılar zenginleştirir; ancak devlet korur. Yoksa bir ara bizde de olduğu gibi ipin ucu kaçıverir. Birbirimizi anlamamaya başlayabiliriz.