Hülya Avşar’a yazık olacak...
04 MAYIS 2003
Birkaç hafta önce yazmıştım: “Eğer Hülya Avşar zeytinyağları tutarsa, ben de bu sayfaya ‘Yanıldım!’ diye başlık atarım”...
Bizim Günaydın 30 Nisan’da birinci sayfadan vermiş: “Hülya Avşar zeytinyağı işini şimdilik ertelemiş...” Herhalde bizim yüzümüzden değil. Aklını kullandığı için.
Öte yandan aynı habere göre Hülya Avşar Hanım, anlaşılan bu kez daha da büyük bir hatanın arifesinde!
‘White Co. By Hülya Avşar’ ve ‘White Co. By H.’ adlarını marka olarak tescil ettirmek için Türk Patent Enstitüsüne resmi başvuruda bulunmuş. Hacı Şakir’le sabun için anlaşmış. Bir yalanlama çıkmadığına göre demek ki doğru. Avşar, ayrıca aynı marka ile sutyen ve külotlar da çıkaracakmış piyasaya.
Bu işte Hülya Hanım hem parasını batırır, hem de emek zahmet oluşturduğu itibarını... Bu işi kendisi dışında birileri finanse ediyor olsa da, bu durum şöhretinin yara almasını engellemez.
Önce basitçe ifade edelim: Şöhret olmak başka şeydir; marka olmak başka şey... Bir ismi tanımak, bilmek demek, onu ve yaptığı her şeyi satın almak demek değildir.
İxir’in çıkmasıyla batması bir olduğunda, onu herkes tanıyor, biliyordu. Bir de aşırı uçtan bir örnek verelim: Abdullah Öcalan en çok bilinen isimlerden biridir. Ama marka değildir. Bu isimle ticaret yapılamaz.
Bir de küçük hatırlatma: Hülya Hanım şöyle bir geçmişe dönüp bakmalı: Şöhretli futbolcuların işleri niye batmış; Ajda Pekkan çarşafları niye satmamış; Ajda Hanım mücevherci dükkânını niçin kapatmak zorunda kalmış; şöhretlerin açtıkları butikler niçin çalışmamış...
Türk popüler kültürünün son 10-15 yılda yetiştirdiği en büyük isimdir Hülya Avşar.
Sinema oyunculuğunu takdir etmeyene rastlamadım. Türkân Şoray’ın tahtını zorlayabilecek tek kadın oyuncu bence odur.
Reklam filmlerindeki olağanüstü başarıyı sağ elinin küçük parmağı ile her zaman elde eder.
TV şov yıldızlığının nemenem bir şey olduğunu Türkiye’ye Hülya Avşar öğretmiştir. Disiplin, istikrar, yaratıcılık, zeka ve mizah anlayışıyla hedef kitlesini 12’den vurmayı ve bu işi aynı düzeyde (kurduğu aile dahil) bu kadar süre götürmeyi başaran kaç pop starı sayabilirsiniz.
Tüm bu tespitlere rağmen Hülya Hanım marka değildir.
Çünkü...
‘Marka mimarisi’, ‘Marka çeşitleme ve genişlemesi’, iletişimde üç temel taş olan ‘yaratıcılık, tutarlılık, süreklilik’ üzerine inşa edilmiş ‘Farklılaşma’ gibi kriterleri bir kenara bırakalım, Marka olmak için iki olmazsa olmaz öge vardır: Vaad ve Güven...
Hülya Hanım’ın marka olmasını sağlayacak bu iki ögenin ikisi de eksiktir. Onun için Hülya Hanım’ın sadece şöhretinden yararlanacağı hiçbir marka ticari anlamda rekabetçi olamaz ve tutmaz.
Sakın kimse Hülya dergisini örnek göstermesin. Önce gidip hesaba kitaba, rakiplere ve sektördeki yerine baksınlar öyle konuşsunlar...
Pekiyi Hülya Hanım bir marka oluşturamaz mı. Tabii ki oluşturabilir. Bunun için önce bu işi bilmediğini bilmesi gerek. Sonra kesenin ağzını açacak ve bu işi bildiğini kanıtlamış bir uzmanı ikna edecek ve hiçbir şeye müdahale etmeden bu işin başına getirecek. Yıllarca çabalayarak oluşturduğu itibarını, örneğin Burahan Karaçam (Yapı Kredi), Caner Tunaman (Becel), Selçuk Maruflu (Pepsi) gibi, Mavi Jeans’i Mavi Jeans yapanlar gibi birine teslim edecek. Bu kişiler, Serdar Erener, Sinan Çetin gibi ustalarla çalışıp önce gerekli ‘Vaad’ ve ‘Güven’ ortamını oluşturacaklar. Sonra markaya gerekli yatırımı yönetecekler. Hangi ürün, hangi isim, kararı sonra verilecek... Bunlar yapılırsa tabii ki olur...
Belki Hülya Avşar hepsini yapmıştır da biz bilmiyoruz. O zaman tüm söylediklerimi geri almaya, ya da başarırsa ‘yanıldım!’ demeye hazırım. Fakat tersi söz konusu ise yazık olur Avşar kızına...
Yemeyenin dönerini yerler
KALDER rica etti. Akan sular durdu. Bursa’da ilki düzenlenen Kalite Kongresi’nde bir panele katılmak için bu güzelim kentin yolunu tuttuk.
Bursalı iş adamı dostlarımız, Yalçın Sünnetçioğlu, Levent Kızıl, Almira Otel’in sahipleri ve genç yöneticileri Bozcaadalı arkadaşlarımız, Bursa’da 6 yıl gazetecilik yapmış olan iletişim uzmanı arkadaşımız Ufuk Çarşıbaşı, yıllardır israr edip dururlar: “Eski garajın orada müthiş bir dönerci var. Sen bu işlerden anlarsın. Gel de götürelim. Döner gör.”
Kısmet bu sefere imiş. Gitik bulduk o küçücük dükkanı. Tereddütsüz bugüne kadar yediğim en iyi dönerdi. Adını sorsanız kimse bilmez. Marka: “Garajın oradaki ‘salaş’ dönerci...”
Patronlar ve garsonlar müşterilerin etrafından pervane. Üçüncü sınıf lokanta görüntüsü, ama her şey tertemiz.
Onlara da sorduk: “İstanbul Levent’de açılan ‘Uludağ Garaj’ dönercisi sizin şubeniz mi?” Cevap çok netti: “Hiçbir yerde şubemiz yok!”
İstanbul’a gelir gelmez soluğu Garaj’da aldım tabii. Gerçeği tuvaletin yakınındaki paravanaya astıkları iki gazete kupüründen öğrendim. Ayşe Yağcı bizim gazetenin Cumartesi ekinde yazmış. Garaj’ı Bursa’da o küçük dükkanda 17 yıl çalışmış olan İlhan Usta açmış. Çok şık bir dükkan olmuş. Döneri Bursa’dakini tutmasa da gayet iyi. Ayşe de çok beğenmiş. Bu işlerden benden daha iyi anlar.
Belli ki Levent’deki Garaj tutacak. Yakında paraya para demeyecek. Belki de birçok şube açıp zincir haline gelecek. Bursa’daki eski garajın karşısındaki o ‘salaş’ fakat müthiş dönerci de yağınla kavrulmaya devam edecek.
Kıssadan hisse: 1. Markana sahip çıkmazsan başkaları sahip çıkar. 2. En iyi ürün en iyi pazarlanan üründür. 3. Yolunuz düşerse yine de eski garajın karşısında ‘salaş’ dönerciye mutlaka uğrayın...
İnternet’i en iyi kullanan marka: Nokia
Alternatif medyayı sık sık gündeme getiriyoruz. Büyük alış veriş merkezlerindeki tuvaletler, iş plazalarındaki asansörler, Akmerkezdeki plasma TV’ler, açık hava reklamları ve nihayet internet ortamı...
Hedef kitleyi 12’den vursalar da, herhalde emeği çok, geliri az olduğundan ajansların şimdilik görmezden geldikleri bu medya, yakında patlayacak.
TV ve yazılı basın, reklamda her zaman birinci sırayı alacaklar, erişim ve etki açısından almalılar da. Ama hedef kitleye kaçacak yer bırakmak istemeyenler, hem de bunu şık ve çağdaş bir şekilde uygulayanlar, alternatif medyayı mutlaka destek unsuru olarak daha yoğun kullanacaklar.
Geçen hafta Mynet’den aradılar. Mynet bir e-portal ve e-ticaet sitesi. Bizi bilgilendirmek istediklerini söylediler. Anlattıkları son derece çarpıcıydı:
Mart sonu itibariyle, üye sayıları, 3.253.284; aylık sayfa ziyaretleri, 182.179.485, ortalama günlük ziyaretçi sayıları ise, 2.189.000 imiş.
Sayfada 1000 kez algılanmak için ödenecek reklam bedeli 10 Dolar civarında. Etki ise son derece yüksek.
Bilgi, internet ortamını pazarlayan Zap Medya’dan. Hayli çarpıcı: Nokia, ‘Nokiagame’ adında 25 ülkede 67 sitelik bir ağ üzerinde müthiş akıllı bir kampanya yapmış. Türkiye katılımcı sayısında 25 ülke arasında birinci olmuş. Öyle ki server’ler katılımcı bilgilerini kapsamakta zorlanmışlar. Bu kampanya sonunda Nokia geniş bir katılımcı profili adres ve bilgisine ulaşmış.
Ayrıntılı bilgi almak isteyenler, http://www.mynet.com/reklam/adnews2/nokia.asp adresine bakabilirler. Türkiye’de Mynet gibi bir-iki çok başarılı portal daha var, keşfedilmeyi bekleyen.
Muyagi değil Muya imiş... Japon değil, Türk imiş...
Okan Bayülgen’i radyo programlarından bu yana hayranlıkla izlerim. Çevirdiği filmler; önceleri “TV çocuğu” sonra “Zaga”, onun yeteneği ve zekasını tartışmasız kılmıştır. Profesyonelliği ve kariyerinde tırmanışı akıllı bir şekilde yönetmesi, herkese örnek olabilecek niteliktedir.
Bu Okan Bayülgen’i nasıl oldu da şu son terlik işine soktular, akıl alır gibi değil. Herhalde eş-dost, gönül koyma işi vardı. Çünkü Bayülgen gibi akıllı biri, para için bu işe kalkışmaz.
Herhalde zeka düzeyim yeterli olmasa gerek, uzun bir süre söylediklerini “Çitak, çitak Muyagi” diye deşifre ettim durdum. “Herhalde o Zaga’da da deşifre edemediğim, ama geri zekalı durumuna düşmemek için kimselere söyleyemediğim özel bölümlerden bir iki tanesini olduğu gibi alıp reklam filminin içine oturtmuşlar” diye düşündüm.
Sonra Miyagi marka bir Japon terliği piyasaya girdi zannettim. Neden sonra bizim evdeki gençler, “Baba, marka Muyagi deği. Muya. Japon falan da değil. Bildiğimiz Türk markası! Ayrıca reklamda ne söyledikleri açıkça yazıyor. Okusana: Çifter çifter Muya giy!” dediler de ben de anladım.
Demek reklamda ne diyeceğini net bir şekilde ifade etmek gerekmiyormuş. Oyuncular bir şeyler söyleyebilir; ne dediklerini arkaya yazarmışsınız. Olay bitermiş. Bunu da öğrendim...
Sonra etrafımda çeşitli toplumsal katmandan en az 15 -20 kişiye sordum. Onların da benim gibi geri zekalı bir şekilde mesajı anlamadıklarını öğrendim de içim rahatladı. Muya firmasının iletişim sorumlularından, Kent şekerleme’den gelen “Aslında Erol’un annesi ölmemiştir” türünde bir açıklama bekledim ama gelmedi.
Ayrıca Muya reklamından iletişim bilimi adına bir gerçeği daha öğrendim: Gece yarısı yayınlanan Zaga’nın stüdyodaki izleyicileri her ne kadar, gelir düzeyi ortanın üstünde, pırıl pırıl, cin gibi gençler olsalar da; o saatte Zaga’yı izleyenlerin Muya’nın potansiyel alıcısıyla pek bir alakaları olmasa da; hatta bazıları bu reklamda eşleriyle dalga geçildiği izlenimine varabilecek olsalar da; bal gibi herkes Muyagi, pardon Muya konuşuyor. Herkes Muya alır mı? Onu bilemem, Pazar payı bilgilerini verirlerse burada yayınlarız...
Beşiktaş’a finansman müdürü aranıyor!
27 Nisan tarihli insan kaynakları ilavelerine göz attığımda gördüğüme inanmakta güçlük çektim. Aynen şöyle deniyor eleman arama ilanında:
“Beşiktaş Jimnastik Kulübü Finansman Müdürü arıyor!”
Buraya kadar bir şey yok. İlanda bu başlığın altında 12 koşul sıralanıyor ve nasıl bir finansman müdürü aradıkları anlatılıyor.
Bu 12 koşulun birinci sırasında hangi özellik bulunuyor, sizce? İktisat veya işletme mezunu olmak? Hayır! Bu meslekte 5 yıllık tecrübe? Hayır! İngilizceyi, bilgisayarı kullanmayı bilmek? Hayır!
Hiçbiri değil... Kırk yıl düşünseniz de aklınıza gelmez. 12 koşuldan ilki: Siyah-Beyaz renklere gönül vermiş olmak!!! İyi mi?
Bir takımı tutmakla mesleki beceri arasında hangi bağlantı olabilir diye boşuna düşünmeyin. Olmaz çünkü. Öteki türlü şöyle akıl yürütmelere de izin vermemiz gerekirdi: Galatasaraylılar’dan çok iyi mühendis olur; Fenerbahçeliler’den çok iyi doktor olur, Trabzonsporlular’dan çok iyi işadamı olur... (Bu sonuncusu doğru galiba (!) )
Bu arada son günlerde duyduğumuz en şirin FB fıkrasını, FB’li dostların hoşgörüsüne sığınarak sizlerle paylaşayım: Saddam, hâlâ sapasağlam hayatta olduğunu kanıtlamak için gönderdiği bant kaydının bir yerinde “Fenerbahçe’nin haline çok üzülüyorum” demiş. CIA bunun üstüne hemen açıklama yapmış: “Bu kesinlikle bir kanıt olamaz. Çünkü Fenerbahçe yıllardır aynı durumda”...
Kısa... Kısa...
· İletişim konusuna keyifle kafa yoranlara bu hafta tavsiye edeceğim kitap MARKA yayınlarından MediaCat Kitapları olarak yayınlanmış. Fiona Gilmore imzalı: “Marka Savaşçıları”... Kitabın bence tek eksiği var. MARKA, reklam dünyasının yaramaz çocuk, ‘cin’lerinden Hulusi Derici’nin Başkanı olduğu bir ajans... Nerede onun önsözü?.. Herhalde kitap kadar ilginç olurdu, belki daha da ilginç...
· 8-9 Mayıs’da Arya’nın sponsorluğunda düzenlenen bir konferans var: Sponsorluk 2003 Strateji Konferansı. İletişimde en sık yapılan hatayı tekrarlamak istemeyenlere, yani ‘ticari sponsorluk’ ile ‘toplumsal sorumluluk’ çerçevesindeki sponsorlukları birbirine karıştırmak istemeyenlere tavsiye olunur.
· Reklamverenler Derneği ile Reklamcılar Derneği biraraya gelmişler. Çok doğru bir iş yapmışlar. Ortak noktalardaki standartları saptamışlar. Çalışma ilkelerini, sözleşme standartlarını belirlemişler. Bunu da web sitelerine yerleştirmişler. Reklam verme konusunda kafası kesik tavuklar gibi oraya buraya savrulup, kim vurduya gitmek, onun bunun elinde heba olup yitmek, parayı sokağa atmak istemeyen, özellikle reklam verme işine yeni girecek tüm genç kuruluşlar hatta tecrübeliler bile mutlaka bir göz atmalı...
· Feneryolu’ndaki evde annem dikiş dikerken, bazen bana izin verirdi. Makinenin altındaki tablayı elimle hareket ettirip aleti çalıştırmaya bayılırdım.Türkiye’de dikiş makinesi denildiğinde akla gelen ilk isim Singer 150’inci yılını kutluyor. Bu vesile ile ilginç bir de kitap yayınlamış: ‘150 Yılın Anıları’. Uyuyan dev uyandı sanki... Yıllarca iletişim işlerinden uzak kalan Singer’in adını hem de bu hoş projede görmek çok keyif verici bir şey. Nice yıllara Singer.
· Halkla İlişkiler Derneği ile Ekonomi Muhabirleri Derneği biraraya gelip ortak bir deklarasyon yayınlanmışlar. HİD’in web sitesinde var. Mükemmel bir başlangıç. HİD ve ekonomi muhabirleri bu deklarasyona aykırı hareket edenlere bakalım nasıl yaptırım uygulayacaklar. Yoksa web sitelerinde hatıra olarak kalmaktan öteye gitmez o deklerasyon. En azından aykırı davrananları açıklasalar da, biz de burada yazsak. Millet de bilse, ak koyun kara koyun kimdir...
· Hüseyin Belibağlı bizi vesile bilmiş bir e-posta yollamış. Aynen alıyorum: “13 Nisan 2003 tarihli sabah gazetesindeki köşenizin altında Zeynep Subaşı imzalı bir haber var. Haberin yazım şekli sizin köşenizle bağlantılı gibi algılandığı için size yazıyorum. Haberde sözü edilen Mado dondurmaları'nın sahibi Mehmet Kanbur Gaziantepli değil, Kahramanmaraşlı. Dondurmanın anavatanı Maraş'tır. Haberde dikkat edilmemiş. Zaten Mado; ‘Maraş dondurma’ demek. Bir maraşlı ve Sabah gazetesinin eski bir muhabiri olarak yanlışı haftaya köşenizde ele alırsanız sevinirim.”
1. Molfix ‘Külkedisi’
2. Doğuş Cay
3. Toyota ‘Avensis'
4. Nokia 'Motosiklet, hikâyeni yaşa'
5. Fiat Stilo
6. Alo ‘Çok mutluyum anne çok’
7. VW ‘Tuareg’
8. Rejoice ‘Kepekli saclar’
9. Ülker ‘Çamlıca’
10. Polaris
Bizim Günaydın 30 Nisan’da birinci sayfadan vermiş: “Hülya Avşar zeytinyağı işini şimdilik ertelemiş...” Herhalde bizim yüzümüzden değil. Aklını kullandığı için.
Öte yandan aynı habere göre Hülya Avşar Hanım, anlaşılan bu kez daha da büyük bir hatanın arifesinde!
‘White Co. By Hülya Avşar’ ve ‘White Co. By H.’ adlarını marka olarak tescil ettirmek için Türk Patent Enstitüsüne resmi başvuruda bulunmuş. Hacı Şakir’le sabun için anlaşmış. Bir yalanlama çıkmadığına göre demek ki doğru. Avşar, ayrıca aynı marka ile sutyen ve külotlar da çıkaracakmış piyasaya.
Bu işte Hülya Hanım hem parasını batırır, hem de emek zahmet oluşturduğu itibarını... Bu işi kendisi dışında birileri finanse ediyor olsa da, bu durum şöhretinin yara almasını engellemez.
Önce basitçe ifade edelim: Şöhret olmak başka şeydir; marka olmak başka şey... Bir ismi tanımak, bilmek demek, onu ve yaptığı her şeyi satın almak demek değildir.
İxir’in çıkmasıyla batması bir olduğunda, onu herkes tanıyor, biliyordu. Bir de aşırı uçtan bir örnek verelim: Abdullah Öcalan en çok bilinen isimlerden biridir. Ama marka değildir. Bu isimle ticaret yapılamaz.
Bir de küçük hatırlatma: Hülya Hanım şöyle bir geçmişe dönüp bakmalı: Şöhretli futbolcuların işleri niye batmış; Ajda Pekkan çarşafları niye satmamış; Ajda Hanım mücevherci dükkânını niçin kapatmak zorunda kalmış; şöhretlerin açtıkları butikler niçin çalışmamış...
Türk popüler kültürünün son 10-15 yılda yetiştirdiği en büyük isimdir Hülya Avşar.
Sinema oyunculuğunu takdir etmeyene rastlamadım. Türkân Şoray’ın tahtını zorlayabilecek tek kadın oyuncu bence odur.
Reklam filmlerindeki olağanüstü başarıyı sağ elinin küçük parmağı ile her zaman elde eder.
TV şov yıldızlığının nemenem bir şey olduğunu Türkiye’ye Hülya Avşar öğretmiştir. Disiplin, istikrar, yaratıcılık, zeka ve mizah anlayışıyla hedef kitlesini 12’den vurmayı ve bu işi aynı düzeyde (kurduğu aile dahil) bu kadar süre götürmeyi başaran kaç pop starı sayabilirsiniz.
Tüm bu tespitlere rağmen Hülya Hanım marka değildir.
Çünkü...
‘Marka mimarisi’, ‘Marka çeşitleme ve genişlemesi’, iletişimde üç temel taş olan ‘yaratıcılık, tutarlılık, süreklilik’ üzerine inşa edilmiş ‘Farklılaşma’ gibi kriterleri bir kenara bırakalım, Marka olmak için iki olmazsa olmaz öge vardır: Vaad ve Güven...
Hülya Hanım’ın marka olmasını sağlayacak bu iki ögenin ikisi de eksiktir. Onun için Hülya Hanım’ın sadece şöhretinden yararlanacağı hiçbir marka ticari anlamda rekabetçi olamaz ve tutmaz.
Sakın kimse Hülya dergisini örnek göstermesin. Önce gidip hesaba kitaba, rakiplere ve sektördeki yerine baksınlar öyle konuşsunlar...
Pekiyi Hülya Hanım bir marka oluşturamaz mı. Tabii ki oluşturabilir. Bunun için önce bu işi bilmediğini bilmesi gerek. Sonra kesenin ağzını açacak ve bu işi bildiğini kanıtlamış bir uzmanı ikna edecek ve hiçbir şeye müdahale etmeden bu işin başına getirecek. Yıllarca çabalayarak oluşturduğu itibarını, örneğin Burahan Karaçam (Yapı Kredi), Caner Tunaman (Becel), Selçuk Maruflu (Pepsi) gibi, Mavi Jeans’i Mavi Jeans yapanlar gibi birine teslim edecek. Bu kişiler, Serdar Erener, Sinan Çetin gibi ustalarla çalışıp önce gerekli ‘Vaad’ ve ‘Güven’ ortamını oluşturacaklar. Sonra markaya gerekli yatırımı yönetecekler. Hangi ürün, hangi isim, kararı sonra verilecek... Bunlar yapılırsa tabii ki olur...
Belki Hülya Avşar hepsini yapmıştır da biz bilmiyoruz. O zaman tüm söylediklerimi geri almaya, ya da başarırsa ‘yanıldım!’ demeye hazırım. Fakat tersi söz konusu ise yazık olur Avşar kızına...
Yemeyenin dönerini yerler
KALDER rica etti. Akan sular durdu. Bursa’da ilki düzenlenen Kalite Kongresi’nde bir panele katılmak için bu güzelim kentin yolunu tuttuk.
Bursalı iş adamı dostlarımız, Yalçın Sünnetçioğlu, Levent Kızıl, Almira Otel’in sahipleri ve genç yöneticileri Bozcaadalı arkadaşlarımız, Bursa’da 6 yıl gazetecilik yapmış olan iletişim uzmanı arkadaşımız Ufuk Çarşıbaşı, yıllardır israr edip dururlar: “Eski garajın orada müthiş bir dönerci var. Sen bu işlerden anlarsın. Gel de götürelim. Döner gör.”
Kısmet bu sefere imiş. Gitik bulduk o küçücük dükkanı. Tereddütsüz bugüne kadar yediğim en iyi dönerdi. Adını sorsanız kimse bilmez. Marka: “Garajın oradaki ‘salaş’ dönerci...”
Patronlar ve garsonlar müşterilerin etrafından pervane. Üçüncü sınıf lokanta görüntüsü, ama her şey tertemiz.
Onlara da sorduk: “İstanbul Levent’de açılan ‘Uludağ Garaj’ dönercisi sizin şubeniz mi?” Cevap çok netti: “Hiçbir yerde şubemiz yok!”
İstanbul’a gelir gelmez soluğu Garaj’da aldım tabii. Gerçeği tuvaletin yakınındaki paravanaya astıkları iki gazete kupüründen öğrendim. Ayşe Yağcı bizim gazetenin Cumartesi ekinde yazmış. Garaj’ı Bursa’da o küçük dükkanda 17 yıl çalışmış olan İlhan Usta açmış. Çok şık bir dükkan olmuş. Döneri Bursa’dakini tutmasa da gayet iyi. Ayşe de çok beğenmiş. Bu işlerden benden daha iyi anlar.
Belli ki Levent’deki Garaj tutacak. Yakında paraya para demeyecek. Belki de birçok şube açıp zincir haline gelecek. Bursa’daki eski garajın karşısındaki o ‘salaş’ fakat müthiş dönerci de yağınla kavrulmaya devam edecek.
Kıssadan hisse: 1. Markana sahip çıkmazsan başkaları sahip çıkar. 2. En iyi ürün en iyi pazarlanan üründür. 3. Yolunuz düşerse yine de eski garajın karşısında ‘salaş’ dönerciye mutlaka uğrayın...
İnternet’i en iyi kullanan marka: Nokia
Alternatif medyayı sık sık gündeme getiriyoruz. Büyük alış veriş merkezlerindeki tuvaletler, iş plazalarındaki asansörler, Akmerkezdeki plasma TV’ler, açık hava reklamları ve nihayet internet ortamı...
Hedef kitleyi 12’den vursalar da, herhalde emeği çok, geliri az olduğundan ajansların şimdilik görmezden geldikleri bu medya, yakında patlayacak.
TV ve yazılı basın, reklamda her zaman birinci sırayı alacaklar, erişim ve etki açısından almalılar da. Ama hedef kitleye kaçacak yer bırakmak istemeyenler, hem de bunu şık ve çağdaş bir şekilde uygulayanlar, alternatif medyayı mutlaka destek unsuru olarak daha yoğun kullanacaklar.
Geçen hafta Mynet’den aradılar. Mynet bir e-portal ve e-ticaet sitesi. Bizi bilgilendirmek istediklerini söylediler. Anlattıkları son derece çarpıcıydı:
Mart sonu itibariyle, üye sayıları, 3.253.284; aylık sayfa ziyaretleri, 182.179.485, ortalama günlük ziyaretçi sayıları ise, 2.189.000 imiş.
Sayfada 1000 kez algılanmak için ödenecek reklam bedeli 10 Dolar civarında. Etki ise son derece yüksek.
Bilgi, internet ortamını pazarlayan Zap Medya’dan. Hayli çarpıcı: Nokia, ‘Nokiagame’ adında 25 ülkede 67 sitelik bir ağ üzerinde müthiş akıllı bir kampanya yapmış. Türkiye katılımcı sayısında 25 ülke arasında birinci olmuş. Öyle ki server’ler katılımcı bilgilerini kapsamakta zorlanmışlar. Bu kampanya sonunda Nokia geniş bir katılımcı profili adres ve bilgisine ulaşmış.
Ayrıntılı bilgi almak isteyenler, http://www.mynet.com/reklam/adnews2/nokia.asp adresine bakabilirler. Türkiye’de Mynet gibi bir-iki çok başarılı portal daha var, keşfedilmeyi bekleyen.
Muyagi değil Muya imiş... Japon değil, Türk imiş...
Okan Bayülgen’i radyo programlarından bu yana hayranlıkla izlerim. Çevirdiği filmler; önceleri “TV çocuğu” sonra “Zaga”, onun yeteneği ve zekasını tartışmasız kılmıştır. Profesyonelliği ve kariyerinde tırmanışı akıllı bir şekilde yönetmesi, herkese örnek olabilecek niteliktedir.
Bu Okan Bayülgen’i nasıl oldu da şu son terlik işine soktular, akıl alır gibi değil. Herhalde eş-dost, gönül koyma işi vardı. Çünkü Bayülgen gibi akıllı biri, para için bu işe kalkışmaz.
Herhalde zeka düzeyim yeterli olmasa gerek, uzun bir süre söylediklerini “Çitak, çitak Muyagi” diye deşifre ettim durdum. “Herhalde o Zaga’da da deşifre edemediğim, ama geri zekalı durumuna düşmemek için kimselere söyleyemediğim özel bölümlerden bir iki tanesini olduğu gibi alıp reklam filminin içine oturtmuşlar” diye düşündüm.
Sonra Miyagi marka bir Japon terliği piyasaya girdi zannettim. Neden sonra bizim evdeki gençler, “Baba, marka Muyagi deği. Muya. Japon falan da değil. Bildiğimiz Türk markası! Ayrıca reklamda ne söyledikleri açıkça yazıyor. Okusana: Çifter çifter Muya giy!” dediler de ben de anladım.
Demek reklamda ne diyeceğini net bir şekilde ifade etmek gerekmiyormuş. Oyuncular bir şeyler söyleyebilir; ne dediklerini arkaya yazarmışsınız. Olay bitermiş. Bunu da öğrendim...
Sonra etrafımda çeşitli toplumsal katmandan en az 15 -20 kişiye sordum. Onların da benim gibi geri zekalı bir şekilde mesajı anlamadıklarını öğrendim de içim rahatladı. Muya firmasının iletişim sorumlularından, Kent şekerleme’den gelen “Aslında Erol’un annesi ölmemiştir” türünde bir açıklama bekledim ama gelmedi.
Ayrıca Muya reklamından iletişim bilimi adına bir gerçeği daha öğrendim: Gece yarısı yayınlanan Zaga’nın stüdyodaki izleyicileri her ne kadar, gelir düzeyi ortanın üstünde, pırıl pırıl, cin gibi gençler olsalar da; o saatte Zaga’yı izleyenlerin Muya’nın potansiyel alıcısıyla pek bir alakaları olmasa da; hatta bazıları bu reklamda eşleriyle dalga geçildiği izlenimine varabilecek olsalar da; bal gibi herkes Muyagi, pardon Muya konuşuyor. Herkes Muya alır mı? Onu bilemem, Pazar payı bilgilerini verirlerse burada yayınlarız...
Beşiktaş’a finansman müdürü aranıyor!
27 Nisan tarihli insan kaynakları ilavelerine göz attığımda gördüğüme inanmakta güçlük çektim. Aynen şöyle deniyor eleman arama ilanında:
“Beşiktaş Jimnastik Kulübü Finansman Müdürü arıyor!”
Buraya kadar bir şey yok. İlanda bu başlığın altında 12 koşul sıralanıyor ve nasıl bir finansman müdürü aradıkları anlatılıyor.
Bu 12 koşulun birinci sırasında hangi özellik bulunuyor, sizce? İktisat veya işletme mezunu olmak? Hayır! Bu meslekte 5 yıllık tecrübe? Hayır! İngilizceyi, bilgisayarı kullanmayı bilmek? Hayır!
Hiçbiri değil... Kırk yıl düşünseniz de aklınıza gelmez. 12 koşuldan ilki: Siyah-Beyaz renklere gönül vermiş olmak!!! İyi mi?
Bir takımı tutmakla mesleki beceri arasında hangi bağlantı olabilir diye boşuna düşünmeyin. Olmaz çünkü. Öteki türlü şöyle akıl yürütmelere de izin vermemiz gerekirdi: Galatasaraylılar’dan çok iyi mühendis olur; Fenerbahçeliler’den çok iyi doktor olur, Trabzonsporlular’dan çok iyi işadamı olur... (Bu sonuncusu doğru galiba (!) )
Bu arada son günlerde duyduğumuz en şirin FB fıkrasını, FB’li dostların hoşgörüsüne sığınarak sizlerle paylaşayım: Saddam, hâlâ sapasağlam hayatta olduğunu kanıtlamak için gönderdiği bant kaydının bir yerinde “Fenerbahçe’nin haline çok üzülüyorum” demiş. CIA bunun üstüne hemen açıklama yapmış: “Bu kesinlikle bir kanıt olamaz. Çünkü Fenerbahçe yıllardır aynı durumda”...
Kısa... Kısa...
· İletişim konusuna keyifle kafa yoranlara bu hafta tavsiye edeceğim kitap MARKA yayınlarından MediaCat Kitapları olarak yayınlanmış. Fiona Gilmore imzalı: “Marka Savaşçıları”... Kitabın bence tek eksiği var. MARKA, reklam dünyasının yaramaz çocuk, ‘cin’lerinden Hulusi Derici’nin Başkanı olduğu bir ajans... Nerede onun önsözü?.. Herhalde kitap kadar ilginç olurdu, belki daha da ilginç...
· 8-9 Mayıs’da Arya’nın sponsorluğunda düzenlenen bir konferans var: Sponsorluk 2003 Strateji Konferansı. İletişimde en sık yapılan hatayı tekrarlamak istemeyenlere, yani ‘ticari sponsorluk’ ile ‘toplumsal sorumluluk’ çerçevesindeki sponsorlukları birbirine karıştırmak istemeyenlere tavsiye olunur.
· Reklamverenler Derneği ile Reklamcılar Derneği biraraya gelmişler. Çok doğru bir iş yapmışlar. Ortak noktalardaki standartları saptamışlar. Çalışma ilkelerini, sözleşme standartlarını belirlemişler. Bunu da web sitelerine yerleştirmişler. Reklam verme konusunda kafası kesik tavuklar gibi oraya buraya savrulup, kim vurduya gitmek, onun bunun elinde heba olup yitmek, parayı sokağa atmak istemeyen, özellikle reklam verme işine yeni girecek tüm genç kuruluşlar hatta tecrübeliler bile mutlaka bir göz atmalı...
· Feneryolu’ndaki evde annem dikiş dikerken, bazen bana izin verirdi. Makinenin altındaki tablayı elimle hareket ettirip aleti çalıştırmaya bayılırdım.Türkiye’de dikiş makinesi denildiğinde akla gelen ilk isim Singer 150’inci yılını kutluyor. Bu vesile ile ilginç bir de kitap yayınlamış: ‘150 Yılın Anıları’. Uyuyan dev uyandı sanki... Yıllarca iletişim işlerinden uzak kalan Singer’in adını hem de bu hoş projede görmek çok keyif verici bir şey. Nice yıllara Singer.
· Halkla İlişkiler Derneği ile Ekonomi Muhabirleri Derneği biraraya gelip ortak bir deklarasyon yayınlanmışlar. HİD’in web sitesinde var. Mükemmel bir başlangıç. HİD ve ekonomi muhabirleri bu deklarasyona aykırı hareket edenlere bakalım nasıl yaptırım uygulayacaklar. Yoksa web sitelerinde hatıra olarak kalmaktan öteye gitmez o deklerasyon. En azından aykırı davrananları açıklasalar da, biz de burada yazsak. Millet de bilse, ak koyun kara koyun kimdir...
· Hüseyin Belibağlı bizi vesile bilmiş bir e-posta yollamış. Aynen alıyorum: “13 Nisan 2003 tarihli sabah gazetesindeki köşenizin altında Zeynep Subaşı imzalı bir haber var. Haberin yazım şekli sizin köşenizle bağlantılı gibi algılandığı için size yazıyorum. Haberde sözü edilen Mado dondurmaları'nın sahibi Mehmet Kanbur Gaziantepli değil, Kahramanmaraşlı. Dondurmanın anavatanı Maraş'tır. Haberde dikkat edilmemiş. Zaten Mado; ‘Maraş dondurma’ demek. Bir maraşlı ve Sabah gazetesinin eski bir muhabiri olarak yanlışı haftaya köşenizde ele alırsanız sevinirim.”
1. Molfix ‘Külkedisi’
2. Doğuş Cay
3. Toyota ‘Avensis'
4. Nokia 'Motosiklet, hikâyeni yaşa'
5. Fiat Stilo
6. Alo ‘Çok mutluyum anne çok’
7. VW ‘Tuareg’
8. Rejoice ‘Kepekli saclar’
9. Ülker ‘Çamlıca’
10. Polaris