Hülya Hanım yol ayrımında
16 EYLÜL 2007
Uzaktan izlememe rağmen Hülya Avşar Hanım’ın zor günler geçirdiğini tahmin ediyorum. Diğer şarkıcılarla ağız dalaşına girmesi bir yana bu kez şu haç meselesi ile de talihsizce gündeme geldi. Tenis oynarken boynuna taktığı ve ilk bakışta haç olduğu algısını yaratan kolye meselesi...
Zor günler geçiriyor; çünkü yavaş yavaş şöhret olmakla ‘marka’ olmanın arasındaki o sofistike ve karmaşık farkın ‘ayırdına varmaya’ başladı... Farkında olmayanlar için sorun yok. Onlar dolu dizgin gidiyorlar. Sorun ‘farkında’ olanlarda...
Mozart’ın Sihirli Flüt operasındaki Papegeno ve Tamino adıyla simgelenen iki karakterden hangisine yakın olmaya çalışırsanız, yaşam da ona göre size yanıt verir. Biliyorsunuz, Papageno yesin, içsin, şarkı söylesin, dans etsin, kadınlarla eğlensin; Tamino ise yaşamın ve varoluşun anlamını düşünsün; her türlü entelektüel sorunu kendine dert edinsin... İşin tuhafı, ikisi çok iyi dostturlar. Sanki insanın içinde var olduğu düşünülen her iki yanın birbiriyle dost ve dengede olması gibi...
Avşar, biraz geç de olsa içindeki Tamino’yu keşfetmeye başlamış sanki. Önceleri “Ne var bunda, onların da Allah’ı aynı!” falan derken , “Bu haç değil ki, benzetmişler”e geçmişken; dün yayınlanan bir röportajında içini dökmüş: “Olaylara uzaktan bakınca, görme fırsatı yakaladım. Ben dahil olmak üzere, herkes çok rezil durumda. Hepimiz bitmiş vaziyetteyiz. Sanat diye bir şey kalmamış!”
Hülya Avşar gibi birinin tenis maçına gitmek üzere evinden çıkarken aynaya bir göz atmaması mümkün mü? Mümkün değil... O halde? Tabii ki o haç gibi kolyeyi görmemiş olması mümkün değil. Belli ki haber olmak istemiş yine. Sonra da içindeki Tamino girmiş devreye, “Sen ne yapıyorsun?” demiş ona, “Medya Takip Merkezi’nin araştırmasına göre medyada adı en çok çıkan Tuğba Özay olmuş. Olmuş da ne olmuş. Aslolan haber olmak değil. Doğru haber olmaktır... Kendine gel!”...
Hülya Hanımı anlıyorum. Bu iç çelişkisini çözerse açıklamasının devamında da belirttiği gibi yakında “başka” bir Hülya Avşar ile karşılaşabiliriz... Tabii bu, işin taraflarını ne kadar memnun eder bilemem...
Sık sık soran oluyor. İlk ve son kez toplu yanıt verelim: Şöhretlerden hiç kimseyle, altını çiziyorum hiçbir popüler sanat icracısıyla aramda herhangi bir profesyonel ilişki olmadı; kolay kolay olamaz da. Bunun nedenlerinden biri, sanatçılardaki Papageno – Tamino çatışmasının had safhada olması... Diğeri de tabii, örgütlenmek için gerekli yatırımı yapacak inanç, bilgi ve maddi güce ve bunların sonucu olarak da finansçılara, sekreteryaya, iş geliştirme gruplarına, sağlık koçuna, spor koçuna, sanat direktörüne, etkinlik ve PR yönetimi ekibine, bireysel iş ve iletişim danışmanına ve tüm bu ekipleri yönetip yönlendirecek şirket yöneticilerine sahip olamamaları... Böyle bir yoldan yürümek için istek de duymamaları...
Beş adımda ‘insan okumaca’!...
İstanbul Erkek Lisesi’nden sevgili sınıf arkadaşım, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim görevlilerinden Y. Mim. Oktay Akdeniz kardeşim bizim sınıf arkadaşlarına bir e-posta göndermiş. Okuyun, bakalım aşağıdaki tasvir Türkiye’de tanıdığınız hangi liderlere, yöneticilere ve/veya eş dosta uyuyor. Oktay e-postasında hepimizin tanıdığı birine işaret etmiş. Cuk oturtmuş. Bakalım siz kime benzeteceksiniz? Yazarsanız sevinirim. Hikâye şu:
“Konfüçyus, Hükümdar' in isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul etti. Yedi gün izledi. Yedinci gün yüksek memur Sao- Ceng’i idam ettirdi; cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti.
Öğrencileri çok şaşırdılar, yanına gittiler, sordular: ‘Sao- Ceng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur? Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı...’
Konfüçyus ‘Yaptığımın nedenlerini size anlatayım’ dedi ve anlattı:
‘Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır:
Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözü peklik;
İkincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık;
Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık;
Dördüncüsü ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek;
Beşincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları, süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.
Sao-Ceng'de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyordu; zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim."
Sizin ille de birilerini asmanız gerekmiyor. Karşınızdakini, doğru okuyup defterden silmeniz bile ‘asmak’ fiiline tekabül edebilir...
Bilgeler ne kullanır?
‘Rekabet yönelimli iletişim’ eğer zekice yönetilirse, bir anda birkaç kuş vurmaya yarayabiliyor. Telekom sabit hatlar, cep telefonlarına karşı; ya da Audi’nin “Audi’de asla bulamayacağınız aksesuarlar” kampanyasında olduğu gibi... İşi biraz daha ayağa düşürse ve hayli agresif de olsa tabii ki aptallığın (!) tokatla cezalandırıldığı Regal reklamlarını da unutmamak gerekir.
Bu tür reklamlara en iyi örneklerden birini iletişim danışmanı arkadaşımız Özgür Kalyoncu yollamış. Bir Porsche reklamı bu. Ortadaki nefis Porsche 911 Turbo Cabriolet fotoğrafını dikkate almıyorum. Porsche’nin kötü bir fotoğrafını bulup da yayınlamak kolay iş değil zaten. Döverler adamı... Ancak alttaki yazı muhteşem ve bana sorarsanız gerçekten ‘Buluşçu’ (inovatif)!.. Şöyle demişler:
O bilge arabasını niye sattı sanıyorsunuz?
480 Beygir, 0 – 100 km 3.8 saniye, 310 km/s maksimum...
Zor günler geçiriyor; çünkü yavaş yavaş şöhret olmakla ‘marka’ olmanın arasındaki o sofistike ve karmaşık farkın ‘ayırdına varmaya’ başladı... Farkında olmayanlar için sorun yok. Onlar dolu dizgin gidiyorlar. Sorun ‘farkında’ olanlarda...
Mozart’ın Sihirli Flüt operasındaki Papegeno ve Tamino adıyla simgelenen iki karakterden hangisine yakın olmaya çalışırsanız, yaşam da ona göre size yanıt verir. Biliyorsunuz, Papageno yesin, içsin, şarkı söylesin, dans etsin, kadınlarla eğlensin; Tamino ise yaşamın ve varoluşun anlamını düşünsün; her türlü entelektüel sorunu kendine dert edinsin... İşin tuhafı, ikisi çok iyi dostturlar. Sanki insanın içinde var olduğu düşünülen her iki yanın birbiriyle dost ve dengede olması gibi...
Avşar, biraz geç de olsa içindeki Tamino’yu keşfetmeye başlamış sanki. Önceleri “Ne var bunda, onların da Allah’ı aynı!” falan derken , “Bu haç değil ki, benzetmişler”e geçmişken; dün yayınlanan bir röportajında içini dökmüş: “Olaylara uzaktan bakınca, görme fırsatı yakaladım. Ben dahil olmak üzere, herkes çok rezil durumda. Hepimiz bitmiş vaziyetteyiz. Sanat diye bir şey kalmamış!”
Hülya Avşar gibi birinin tenis maçına gitmek üzere evinden çıkarken aynaya bir göz atmaması mümkün mü? Mümkün değil... O halde? Tabii ki o haç gibi kolyeyi görmemiş olması mümkün değil. Belli ki haber olmak istemiş yine. Sonra da içindeki Tamino girmiş devreye, “Sen ne yapıyorsun?” demiş ona, “Medya Takip Merkezi’nin araştırmasına göre medyada adı en çok çıkan Tuğba Özay olmuş. Olmuş da ne olmuş. Aslolan haber olmak değil. Doğru haber olmaktır... Kendine gel!”...
Hülya Hanımı anlıyorum. Bu iç çelişkisini çözerse açıklamasının devamında da belirttiği gibi yakında “başka” bir Hülya Avşar ile karşılaşabiliriz... Tabii bu, işin taraflarını ne kadar memnun eder bilemem...
Sık sık soran oluyor. İlk ve son kez toplu yanıt verelim: Şöhretlerden hiç kimseyle, altını çiziyorum hiçbir popüler sanat icracısıyla aramda herhangi bir profesyonel ilişki olmadı; kolay kolay olamaz da. Bunun nedenlerinden biri, sanatçılardaki Papageno – Tamino çatışmasının had safhada olması... Diğeri de tabii, örgütlenmek için gerekli yatırımı yapacak inanç, bilgi ve maddi güce ve bunların sonucu olarak da finansçılara, sekreteryaya, iş geliştirme gruplarına, sağlık koçuna, spor koçuna, sanat direktörüne, etkinlik ve PR yönetimi ekibine, bireysel iş ve iletişim danışmanına ve tüm bu ekipleri yönetip yönlendirecek şirket yöneticilerine sahip olamamaları... Böyle bir yoldan yürümek için istek de duymamaları...
Beş adımda ‘insan okumaca’!...
İstanbul Erkek Lisesi’nden sevgili sınıf arkadaşım, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim görevlilerinden Y. Mim. Oktay Akdeniz kardeşim bizim sınıf arkadaşlarına bir e-posta göndermiş. Okuyun, bakalım aşağıdaki tasvir Türkiye’de tanıdığınız hangi liderlere, yöneticilere ve/veya eş dosta uyuyor. Oktay e-postasında hepimizin tanıdığı birine işaret etmiş. Cuk oturtmuş. Bakalım siz kime benzeteceksiniz? Yazarsanız sevinirim. Hikâye şu:
“Konfüçyus, Hükümdar' in isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul etti. Yedi gün izledi. Yedinci gün yüksek memur Sao- Ceng’i idam ettirdi; cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti.
Öğrencileri çok şaşırdılar, yanına gittiler, sordular: ‘Sao- Ceng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur? Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı...’
Konfüçyus ‘Yaptığımın nedenlerini size anlatayım’ dedi ve anlattı:
‘Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır:
Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözü peklik;
İkincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık;
Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık;
Dördüncüsü ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek;
Beşincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları, süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.
Sao-Ceng'de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyordu; zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim."
Sizin ille de birilerini asmanız gerekmiyor. Karşınızdakini, doğru okuyup defterden silmeniz bile ‘asmak’ fiiline tekabül edebilir...
Bilgeler ne kullanır?
‘Rekabet yönelimli iletişim’ eğer zekice yönetilirse, bir anda birkaç kuş vurmaya yarayabiliyor. Telekom sabit hatlar, cep telefonlarına karşı; ya da Audi’nin “Audi’de asla bulamayacağınız aksesuarlar” kampanyasında olduğu gibi... İşi biraz daha ayağa düşürse ve hayli agresif de olsa tabii ki aptallığın (!) tokatla cezalandırıldığı Regal reklamlarını da unutmamak gerekir.
Bu tür reklamlara en iyi örneklerden birini iletişim danışmanı arkadaşımız Özgür Kalyoncu yollamış. Bir Porsche reklamı bu. Ortadaki nefis Porsche 911 Turbo Cabriolet fotoğrafını dikkate almıyorum. Porsche’nin kötü bir fotoğrafını bulup da yayınlamak kolay iş değil zaten. Döverler adamı... Ancak alttaki yazı muhteşem ve bana sorarsanız gerçekten ‘Buluşçu’ (inovatif)!.. Şöyle demişler:
O bilge arabasını niye sattı sanıyorsunuz?
480 Beygir, 0 – 100 km 3.8 saniye, 310 km/s maksimum...