İnsana hâlâ “kaynak” olarak bakanlar var…
01 EYLÜL 2013
İletişim dünyasında sağlık sektörü en netamelilerinden biridir. O nedenledir ki iletişim ve PR ajansları genel olarak pek çok sektöre hizmet verebilirlerken, sağlık iletişimi ajansları özel olarak yapılanırlar…
Sağlık sektörünün eleman alımı, yönetimi de bir hayli sorunludur… Yüksek iş değiştirme yüzdeleriyle çalışır bu sektör… İletişim, danışmanlık, bankacılık, satış-pazarlama alanlarında da “turnover” düşük değildir, ancak sağlık-ilaç sektöründe bu durum vahim boyuttadır… Bana sorarsanız bunun nedeni, dünyadaki “Personel Yönetimi” kavramından ileri sanayi toplumunun eseri olan “İnsan Kaynakları” kavramına geçişi belki becerebilmiş olmaları, ancak bilgi toplumunun gereksinimi ve anlayışına uygun bir yapılanmanın ifadesi olduğunu iddia edegeldiğim “İnsan Kıymetleri” anlayış ve yaklaşımına yabancı kalmalarıdır.
Bana iletilen örneği; ad ve marka vermeden yazacağım. Eğer bu firma en azından aşağıda anlatacağım tutumunu değiştirmezse, bir sonraki sefer isim vererek yazacağım. Olay basit ancak bir o kadar da anlamlı: Büyük ilaç firmalarından biri önemli bir pozisyon için ilan veriyor. Pek çok gencin yansıra, yurtdışından yeni dönmüş bomba gibi CV’li bir delikanlı da başvuruyor. Birinci görüşme, birinci kademe. İzlenim müthiş. Hemen ikinci görüşmeye çağırıyorlar. 3 saat… Bu görüşmenin sonunda da kendisinden çok etkilendiklerini söylüyorlar. Üçüncü görüşme… Üçüncü kademe ile… Bir üç saat daha.
Çocuk boşta değil bir yerde çalışıyor. Durmadan izin alıp gitmek zorunda. Üçüncü kademe de hayranlığını belirtip, dördüncü ve son kademenin görüşmesi için randevu tespitinde bulunuyor. Bizim oğlan çok mutlu. İşe alındığından neredeyse emin… Sonra dördüncü görüşme. Yaklaşık bir saat de o… “Biz sizi hemen arayacağız ve teklifimizi yapacağız” diye yolluyorlar delikanlıyı…
Aradan uzunca bir süre geçiyor. Tık yok. Sonra bu dev firmadan asistan düzeyinde biri arıyor: “Bir başka adayla yürümeye devam kararı alındı. Size başarılar dileriz.”
Delikanlı soruyor: “O kadar zamanımı aldınız. Hiç değilse gerekçesini öğrenebilir miyim? İleriki görüşmelerim için belki bir yararı olur.”
Cevap çok net: “Hayır. Firmamızın ilkelerine aykırı. Kusura bakmayın söyleyemeyiz!”..
Nasıl ama?... Acayip ilke değil mi? Delikanlı, batının bireysel hak ve özgürlükler ikliminden geliyor ya; biraz cazgır çıkıyor. Israr ediyor, gerekçe için… “Peki”, diyor telefonun ucundaki asistan, “Yöneticimize bir aktarayım. Sanmıyorum ama belki size döner…”
Sonra ne hikmetse o yönetici arıyor: “Bakın hiç ilkemiz değil, ancak madem ısrar ediyorsunuz, size bir ayrıcalık yapıp söyleyelim. Dördüncü görüşmede sadece süpervizör pozisyonunda bulunan arkadaşa bakarak konuştunuz. Bu sizin otoriteyi dikkate aldığınız, paylaşımcı olmadığınızın göstergesiydi. Onun için sizi tercih etmedik…”
Amma ince iş değil mi? Toplam 9 saat tutan 4 görüşme ve böyle bir analiz… Bir titizlik, bir titizlik… Ama gerekçe söylemek prensipleri dışı…
Eee sonuç? Yüksek “turnover”... Bu kadar ince eleyip sık dokunarak alınan elemanlar, birkaç sene sonra vınn! O nasıl iş peki?
İddiamızı yenileyelim: Toplum, özellikle de gençlerin bir kesimi, bazı kurumların önüne çoktan geçmiş durumda. Bilgi toplumunu yaşıyor bunlar. Bilgi toplumunda ise kurumlar insanı, elektrik, enerji, para gibi “kaynak” olarak değil, sürekli kendisini yenilemesine fırsat tanınması gereken bir “kıymet” olarak gören “İnsan Kaynakları Zihniyeti” ile var olup gelişebilecekler… En azından uzun vadede…
Kime ne diyeceğimiz önemlidir
Uzaktan CRM Eğitimi adını verdiği, bizce de son derece etkili web sitesi ve bloglarında Dr. Uğur Özmen 1 Ağustos 2013 tarihli Marketing Türkiye’deki yazımızda yer alan bir soruyu alıntılamış:
“Siz hiç otelde kalan birilerinin ‘Ben bilmem ne otelinde misafirdim’ dediğini, ya da ‘Geçenlerde Pegasus’un misafiri olarak şuraya uçtum’ diye bilgi verdiğine tanık oldunuz mu?” Sonra da şu örnekleri sıralamış: Bankalar “mudi” (mevduatı olan) diyorlardı, “müşteri” demeyi çok zor öğrendiler; oteller “konuk” veya “misafir”, havayolları “misafir” veya “yolcu”, alışveriş merkezleri “ziyaretçi” diyor. Dergi yayıncıları “abone”, otobüsçüler, yoldan aldıkları kişilere “ördek”, e-ticaret siteleri sadece bakıp çıkanlar için “ziyaretçi”, alışveriş yapanlar için ise “üye” diyor. Psikologlar ise “danışan”, IT kökenliler de müşterilerine “kullanıcı” diyor. Avukatlar “müvekkil” derken fuar sektöründe asıl satışın yapıldığı, yani yer satın alan firmalara “katılımcı” deniyor.
Dr. Özmen bu listeden yola çıkarak “Müşterinin adı ne?” başlığını verdiği bir de makalesini yayınlamış sitesinde. Yorumunu, “Sizin müşterinize ne dediğiniz önemli. İç eğitimlerinizde işe yarar. Müşteriye nasıl davranması gerektiğini öğretirken kullanırsınız. Evet, ama yetmez. Sizin müşteriniz olduğu sırada kendisine ne diyor? Bu çok daha önemli…” diye noktalamış.
Dr. Özmen’in ellerine sağlık.
Aslında iş hiç de o kadar karışık değildir. Hele de pazarlamanın ana vatanı ABD’den çıkma üç C dünyasında: Consumer (Tüketici), Costumer (Müşteri) ve Client (Özel Müşteri) derler, biter iş… Bunların üçünün de tanımı, konumlanmaları, bunlara nasıl davranılması gerektiği, her biri ile nasıl iletişim kurulacağı, tamamen farklıdır. Bu farkları gözetmeden atılacak “iş – ilişki- iletişim” adımları, algılama hedeflerinden, dolayısıyla iş hedeflerinden sapmalara neden olur…
Neden “İnteraktif” de “Etkileşimli” değil…
Bizimkiler düzenliyor ya. Daha bir titizleniyorum… Türkiye’de en zor şey istikrardır… Bu yıl 8’incisi yapılıyor: İnteraktif Pazarlama Zirvesi, İPZ’13…
“Pazarlama” eski. Herkes biliyor. İnteraktif tanımının eklenmesi ise nispeten yeni sayılır. Dijital ortamın hayata geçmesiyle “neşv ü nemâ” (serpilme, gelişme, büyüme) olanağı bulmuş. Şunun şurası mazisi 20 yıl falan…
Acaba şu “interaktif” kavramı Eczacıbaşı Holding’in kurum içinde bir kampanya ile mücadele bayrağı açtığı “uydurukça” mıdır diye, Türkçe’de tek referans olarak benimsediğim TDK’ye baktım. (Dilde iki referans olmuyor çünkü.) Hayır, uydurukça değil. Aslanlar gibi duruyor orada. Öz Türkçe karşılığı: Etkileşimli…
Gel de kullan… “Etkileşimli Pazarlama Zirvesi”…
Olmaz… Neden olmaz? Çünkü sen bulmadın… İçselleştirmedin… İnovasyon (o da TDK’da var, ‘yenileşim’ imiş karşılığı) sana ait değil. Elin adamı içeriğini de kavramı da bulur sana dikte eder. Kaçamazsın. Almanca “Geist” ya da “Gestalt” gibi… İlle de “Öz Türkçeleştirmeye kalkacağım” diye “Alaturka uydurukça”nın içine düşmenin âlemi yok.
İnteraktif Pazarlama’yı kavrama ve hayata geçirme konusunda ABD ile kıyaslandığında –belki bir tek kredi kartı uygulamaları konusundaki sınırsız sorumsuz yaratıcılığımız hariç- nal toplamakta olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Açıkça ifade edilmeli ki, Marketing Türkiye’nin Genel Yayın Yönetmeni Günseli Hanım’ın şahsî inadı, sebatı ve gayretiyle gelenekselleşmiş olan “Zirve”, olağanüstü bir fırsattır…
Müşteri deneyimi ve İnteraktif Pazarlamayı beki dışlamayan ama adam gibi hayata geçirmeyen markaların çok yakın bir gelecekte rekabetçi avantaj şansını yakalamaları olası değildir. Bu nedenle bu fırsatı iyi değerlendirmek gerekir. Peki, kim ilgilenmelidir bu zirve ile?
Gelin abartmadan söyleyelim: Kendini ifade etmek durumunda olan herkes! Popüler alanda iş yapan ve kişisel marka olmaya çalışanlar dâhil herkes. Siyasetin, hizmet satanların, “konuşan”, “iletişen” her topluluğun bu zirveden önce haberdar olması gerekir.
İK yönetimlerinin “malul” bulunduğu alanlar…
Yıllarca önce Harris araştırma şirketinin ABD’de yaptırdığı bir araştırma vardı. Buna göre beyaz yakalılarda yeni bir elemanın işe alınıp kurum kültür ve değerleriyle yoğrularak tam verimli çalışmaya başlamasının firmaya maliyeti, eski elemanı işte tutmanın maliyetinin 18 katıydı.
Hadi diyelim, orası ABD… Hadi diyelim, rakamlar abartılı, aradan zaman geçti vs… Hadi şimdi Türkiye’de olsun 8 katı…En azından adına ister eleman deyin, ister kaynak ya da kıymet; insan yönetimi, hele de hizmet sektörlerinde işin en maliyetli, başarıyı ve kârı en çok belirleyen unsurlarından biri…
Ne yazık ki, bu konuda Türkiye’de fazla araştırma yok… Oysa bilginin üç temeli var: Merak, ölçmek ve soyutlayabilmek…Feodal yaklaşımın en önemli göstergelerinden biri, insanın her şeyi bildiği zehabına kapılmasıdır. En çok bildiğimizi sandığımız alanların başında da “ilişki yönetimi” gelir. Hele de insan, zaman ve mekânla ilişkileri yönetme konusunda, bizim gibi üç toplum yapısının –tarım, sanayi, bilgi- birlikte yaşandığı gelişmekte olan ülkelerde, her birimiz muazzamızdır…
İş, ilişki ve iletişim konularına kafa yoranların Türkiye’de İK’nın üst yönetimlerce nasıl algılandığı araştırmasını bu nedenle çok önemsemeleri, üzerine çalışmaları gerekir. Bu yıl içinde yapılmış bir araştırmadan söz ediyoruz. Hak ettği yankıyı bulduğunu iddia etmek zor. Biraz “zülfüyara” dokunuyor, ondan olmasın?
Araştırma özetine internet ortamında erişilmesi mümkün: http://t.co/VF76HZ4Mtu.
Bilgi Üniversitesi sponsorluğunda Era Research & Consultancy tarafından yapılmış. Genel Müdür, CEO ve bu görevlere bağlı çalışan İK dışındaki üst düzey yöneticiler arasında yürütülmüş. İK yönetimlerinin hangi konularda eksik ve yetersiz kaldığı ve nelerin iyileştirmesi gerektiği sorgulanmış. Araştırmanın danışmanı, öğretim görevlisi Dr. Mehmet Ünal’ın tablolardan çıkardığı sonuçla birlikte, CEO’ların İK yönetimini “malul” bulunduğu, (makaledeki bilimsel ifade ile “Başarılı bulunma düzeyleri ortalamanın altında ve kendilerini iyileştirmeleri gereken”...) konular, şöyle sıralanmış (Hepsi deve dişi gibi alanlar. Şaka gibi…) : 1. Kariyer gelişimi; 2. Yöneticilere iç danışmanlık; 3. Performans değerlendirme; 4. Ücret ve yan haklar yönetimi ve yedekleme planlaması, 4. Sorun çözme becerisi; 5. İstek ve ihtiyaçlara geri dönüş süresi ve İhtiyaca uygun ve eksiksiz bilgi sağlama; 6. Araştırmacı olmak; 7. Yenilikçi olmak; 8. Stratejik düşünmek ve karar vermek…
Buyurun… İK yöneticilerinin “başarılı bulunduğu alanların” (!) hangileri olduğunu merak edenler, Dr. Mehmet Ünal’ın makalesine bir göz atabilirler.
Hafıza-i beşer nisyan ile malulmüş. Hatırlatmakta yarar olabilir. Peryön’ün kurum dergisi PY’nin Şubat 2005 tarihli sayısında Fülay Yaşa’nın benimle yaptığı ve “Sadakat, Motivasyon, Performans Bitti” başlığıyla yayınlanmış uzunca söyleşide tam da bu noktalara değinmiş, bunun üzerine derneğin bazı üyelerinin hışmına uğramıştım… Bir bakıverin. Eğlenceli olabilir: “Algılama Yönetimi”, Rota Yayınları İstanbul, 2005, Sayfa 229-243…
Sağlık sektörünün eleman alımı, yönetimi de bir hayli sorunludur… Yüksek iş değiştirme yüzdeleriyle çalışır bu sektör… İletişim, danışmanlık, bankacılık, satış-pazarlama alanlarında da “turnover” düşük değildir, ancak sağlık-ilaç sektöründe bu durum vahim boyuttadır… Bana sorarsanız bunun nedeni, dünyadaki “Personel Yönetimi” kavramından ileri sanayi toplumunun eseri olan “İnsan Kaynakları” kavramına geçişi belki becerebilmiş olmaları, ancak bilgi toplumunun gereksinimi ve anlayışına uygun bir yapılanmanın ifadesi olduğunu iddia edegeldiğim “İnsan Kıymetleri” anlayış ve yaklaşımına yabancı kalmalarıdır.
Bana iletilen örneği; ad ve marka vermeden yazacağım. Eğer bu firma en azından aşağıda anlatacağım tutumunu değiştirmezse, bir sonraki sefer isim vererek yazacağım. Olay basit ancak bir o kadar da anlamlı: Büyük ilaç firmalarından biri önemli bir pozisyon için ilan veriyor. Pek çok gencin yansıra, yurtdışından yeni dönmüş bomba gibi CV’li bir delikanlı da başvuruyor. Birinci görüşme, birinci kademe. İzlenim müthiş. Hemen ikinci görüşmeye çağırıyorlar. 3 saat… Bu görüşmenin sonunda da kendisinden çok etkilendiklerini söylüyorlar. Üçüncü görüşme… Üçüncü kademe ile… Bir üç saat daha.
Çocuk boşta değil bir yerde çalışıyor. Durmadan izin alıp gitmek zorunda. Üçüncü kademe de hayranlığını belirtip, dördüncü ve son kademenin görüşmesi için randevu tespitinde bulunuyor. Bizim oğlan çok mutlu. İşe alındığından neredeyse emin… Sonra dördüncü görüşme. Yaklaşık bir saat de o… “Biz sizi hemen arayacağız ve teklifimizi yapacağız” diye yolluyorlar delikanlıyı…
Aradan uzunca bir süre geçiyor. Tık yok. Sonra bu dev firmadan asistan düzeyinde biri arıyor: “Bir başka adayla yürümeye devam kararı alındı. Size başarılar dileriz.”
Delikanlı soruyor: “O kadar zamanımı aldınız. Hiç değilse gerekçesini öğrenebilir miyim? İleriki görüşmelerim için belki bir yararı olur.”
Cevap çok net: “Hayır. Firmamızın ilkelerine aykırı. Kusura bakmayın söyleyemeyiz!”..
Nasıl ama?... Acayip ilke değil mi? Delikanlı, batının bireysel hak ve özgürlükler ikliminden geliyor ya; biraz cazgır çıkıyor. Israr ediyor, gerekçe için… “Peki”, diyor telefonun ucundaki asistan, “Yöneticimize bir aktarayım. Sanmıyorum ama belki size döner…”
Sonra ne hikmetse o yönetici arıyor: “Bakın hiç ilkemiz değil, ancak madem ısrar ediyorsunuz, size bir ayrıcalık yapıp söyleyelim. Dördüncü görüşmede sadece süpervizör pozisyonunda bulunan arkadaşa bakarak konuştunuz. Bu sizin otoriteyi dikkate aldığınız, paylaşımcı olmadığınızın göstergesiydi. Onun için sizi tercih etmedik…”
Amma ince iş değil mi? Toplam 9 saat tutan 4 görüşme ve böyle bir analiz… Bir titizlik, bir titizlik… Ama gerekçe söylemek prensipleri dışı…
Eee sonuç? Yüksek “turnover”... Bu kadar ince eleyip sık dokunarak alınan elemanlar, birkaç sene sonra vınn! O nasıl iş peki?
İddiamızı yenileyelim: Toplum, özellikle de gençlerin bir kesimi, bazı kurumların önüne çoktan geçmiş durumda. Bilgi toplumunu yaşıyor bunlar. Bilgi toplumunda ise kurumlar insanı, elektrik, enerji, para gibi “kaynak” olarak değil, sürekli kendisini yenilemesine fırsat tanınması gereken bir “kıymet” olarak gören “İnsan Kaynakları Zihniyeti” ile var olup gelişebilecekler… En azından uzun vadede…
Kime ne diyeceğimiz önemlidir
Uzaktan CRM Eğitimi adını verdiği, bizce de son derece etkili web sitesi ve bloglarında Dr. Uğur Özmen 1 Ağustos 2013 tarihli Marketing Türkiye’deki yazımızda yer alan bir soruyu alıntılamış:
“Siz hiç otelde kalan birilerinin ‘Ben bilmem ne otelinde misafirdim’ dediğini, ya da ‘Geçenlerde Pegasus’un misafiri olarak şuraya uçtum’ diye bilgi verdiğine tanık oldunuz mu?” Sonra da şu örnekleri sıralamış: Bankalar “mudi” (mevduatı olan) diyorlardı, “müşteri” demeyi çok zor öğrendiler; oteller “konuk” veya “misafir”, havayolları “misafir” veya “yolcu”, alışveriş merkezleri “ziyaretçi” diyor. Dergi yayıncıları “abone”, otobüsçüler, yoldan aldıkları kişilere “ördek”, e-ticaret siteleri sadece bakıp çıkanlar için “ziyaretçi”, alışveriş yapanlar için ise “üye” diyor. Psikologlar ise “danışan”, IT kökenliler de müşterilerine “kullanıcı” diyor. Avukatlar “müvekkil” derken fuar sektöründe asıl satışın yapıldığı, yani yer satın alan firmalara “katılımcı” deniyor.
Dr. Özmen bu listeden yola çıkarak “Müşterinin adı ne?” başlığını verdiği bir de makalesini yayınlamış sitesinde. Yorumunu, “Sizin müşterinize ne dediğiniz önemli. İç eğitimlerinizde işe yarar. Müşteriye nasıl davranması gerektiğini öğretirken kullanırsınız. Evet, ama yetmez. Sizin müşteriniz olduğu sırada kendisine ne diyor? Bu çok daha önemli…” diye noktalamış.
Dr. Özmen’in ellerine sağlık.
Aslında iş hiç de o kadar karışık değildir. Hele de pazarlamanın ana vatanı ABD’den çıkma üç C dünyasında: Consumer (Tüketici), Costumer (Müşteri) ve Client (Özel Müşteri) derler, biter iş… Bunların üçünün de tanımı, konumlanmaları, bunlara nasıl davranılması gerektiği, her biri ile nasıl iletişim kurulacağı, tamamen farklıdır. Bu farkları gözetmeden atılacak “iş – ilişki- iletişim” adımları, algılama hedeflerinden, dolayısıyla iş hedeflerinden sapmalara neden olur…
Neden “İnteraktif” de “Etkileşimli” değil…
Bizimkiler düzenliyor ya. Daha bir titizleniyorum… Türkiye’de en zor şey istikrardır… Bu yıl 8’incisi yapılıyor: İnteraktif Pazarlama Zirvesi, İPZ’13…
“Pazarlama” eski. Herkes biliyor. İnteraktif tanımının eklenmesi ise nispeten yeni sayılır. Dijital ortamın hayata geçmesiyle “neşv ü nemâ” (serpilme, gelişme, büyüme) olanağı bulmuş. Şunun şurası mazisi 20 yıl falan…
Acaba şu “interaktif” kavramı Eczacıbaşı Holding’in kurum içinde bir kampanya ile mücadele bayrağı açtığı “uydurukça” mıdır diye, Türkçe’de tek referans olarak benimsediğim TDK’ye baktım. (Dilde iki referans olmuyor çünkü.) Hayır, uydurukça değil. Aslanlar gibi duruyor orada. Öz Türkçe karşılığı: Etkileşimli…
Gel de kullan… “Etkileşimli Pazarlama Zirvesi”…
Olmaz… Neden olmaz? Çünkü sen bulmadın… İçselleştirmedin… İnovasyon (o da TDK’da var, ‘yenileşim’ imiş karşılığı) sana ait değil. Elin adamı içeriğini de kavramı da bulur sana dikte eder. Kaçamazsın. Almanca “Geist” ya da “Gestalt” gibi… İlle de “Öz Türkçeleştirmeye kalkacağım” diye “Alaturka uydurukça”nın içine düşmenin âlemi yok.
İnteraktif Pazarlama’yı kavrama ve hayata geçirme konusunda ABD ile kıyaslandığında –belki bir tek kredi kartı uygulamaları konusundaki sınırsız sorumsuz yaratıcılığımız hariç- nal toplamakta olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Açıkça ifade edilmeli ki, Marketing Türkiye’nin Genel Yayın Yönetmeni Günseli Hanım’ın şahsî inadı, sebatı ve gayretiyle gelenekselleşmiş olan “Zirve”, olağanüstü bir fırsattır…
Müşteri deneyimi ve İnteraktif Pazarlamayı beki dışlamayan ama adam gibi hayata geçirmeyen markaların çok yakın bir gelecekte rekabetçi avantaj şansını yakalamaları olası değildir. Bu nedenle bu fırsatı iyi değerlendirmek gerekir. Peki, kim ilgilenmelidir bu zirve ile?
Gelin abartmadan söyleyelim: Kendini ifade etmek durumunda olan herkes! Popüler alanda iş yapan ve kişisel marka olmaya çalışanlar dâhil herkes. Siyasetin, hizmet satanların, “konuşan”, “iletişen” her topluluğun bu zirveden önce haberdar olması gerekir.
İK yönetimlerinin “malul” bulunduğu alanlar…
Yıllarca önce Harris araştırma şirketinin ABD’de yaptırdığı bir araştırma vardı. Buna göre beyaz yakalılarda yeni bir elemanın işe alınıp kurum kültür ve değerleriyle yoğrularak tam verimli çalışmaya başlamasının firmaya maliyeti, eski elemanı işte tutmanın maliyetinin 18 katıydı.
Hadi diyelim, orası ABD… Hadi diyelim, rakamlar abartılı, aradan zaman geçti vs… Hadi şimdi Türkiye’de olsun 8 katı…En azından adına ister eleman deyin, ister kaynak ya da kıymet; insan yönetimi, hele de hizmet sektörlerinde işin en maliyetli, başarıyı ve kârı en çok belirleyen unsurlarından biri…
Ne yazık ki, bu konuda Türkiye’de fazla araştırma yok… Oysa bilginin üç temeli var: Merak, ölçmek ve soyutlayabilmek…Feodal yaklaşımın en önemli göstergelerinden biri, insanın her şeyi bildiği zehabına kapılmasıdır. En çok bildiğimizi sandığımız alanların başında da “ilişki yönetimi” gelir. Hele de insan, zaman ve mekânla ilişkileri yönetme konusunda, bizim gibi üç toplum yapısının –tarım, sanayi, bilgi- birlikte yaşandığı gelişmekte olan ülkelerde, her birimiz muazzamızdır…
İş, ilişki ve iletişim konularına kafa yoranların Türkiye’de İK’nın üst yönetimlerce nasıl algılandığı araştırmasını bu nedenle çok önemsemeleri, üzerine çalışmaları gerekir. Bu yıl içinde yapılmış bir araştırmadan söz ediyoruz. Hak ettği yankıyı bulduğunu iddia etmek zor. Biraz “zülfüyara” dokunuyor, ondan olmasın?
Araştırma özetine internet ortamında erişilmesi mümkün: http://t.co/VF76HZ4Mtu.
Bilgi Üniversitesi sponsorluğunda Era Research & Consultancy tarafından yapılmış. Genel Müdür, CEO ve bu görevlere bağlı çalışan İK dışındaki üst düzey yöneticiler arasında yürütülmüş. İK yönetimlerinin hangi konularda eksik ve yetersiz kaldığı ve nelerin iyileştirmesi gerektiği sorgulanmış. Araştırmanın danışmanı, öğretim görevlisi Dr. Mehmet Ünal’ın tablolardan çıkardığı sonuçla birlikte, CEO’ların İK yönetimini “malul” bulunduğu, (makaledeki bilimsel ifade ile “Başarılı bulunma düzeyleri ortalamanın altında ve kendilerini iyileştirmeleri gereken”...) konular, şöyle sıralanmış (Hepsi deve dişi gibi alanlar. Şaka gibi…) : 1. Kariyer gelişimi; 2. Yöneticilere iç danışmanlık; 3. Performans değerlendirme; 4. Ücret ve yan haklar yönetimi ve yedekleme planlaması, 4. Sorun çözme becerisi; 5. İstek ve ihtiyaçlara geri dönüş süresi ve İhtiyaca uygun ve eksiksiz bilgi sağlama; 6. Araştırmacı olmak; 7. Yenilikçi olmak; 8. Stratejik düşünmek ve karar vermek…
Buyurun… İK yöneticilerinin “başarılı bulunduğu alanların” (!) hangileri olduğunu merak edenler, Dr. Mehmet Ünal’ın makalesine bir göz atabilirler.
Hafıza-i beşer nisyan ile malulmüş. Hatırlatmakta yarar olabilir. Peryön’ün kurum dergisi PY’nin Şubat 2005 tarihli sayısında Fülay Yaşa’nın benimle yaptığı ve “Sadakat, Motivasyon, Performans Bitti” başlığıyla yayınlanmış uzunca söyleşide tam da bu noktalara değinmiş, bunun üzerine derneğin bazı üyelerinin hışmına uğramıştım… Bir bakıverin. Eğlenceli olabilir: “Algılama Yönetimi”, Rota Yayınları İstanbul, 2005, Sayfa 229-243…