Insipience, ‘insapiens’ler için değil…
22 HAZİRAN 2012
Gerek Vestel’den gerekse Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı TTGV Başkanlığından ve nihayet tabii ki uzun yıllardır birlikte görev yaptığımız Türkiye Bilişim Vakfı Yönetim Kurulu’ndan yakinen tanıma fırsatı bulduğum sevgili Cengiz Ultav, son toplantılardan birinde bir kavramdan söz etti: “Insipience”…
Nisan ayında Forum İstanbul’daki konferansında anlatmış. Medyamızdaki necip Türk büyükleri mutlaka biliyorlardır. Ben yeni duydum. Bilgi Yönetimi meselesinin bize göre son halini henüz kavramış ve kavratmaya kalkışmışken, Cengiz üstat “Onun bir ilerideki aşaması” diye çıkıp gelmez mi... Hadi buyurun buradan yakın, durumu…
Veriler tasvir edilip tasnif edildi mi, enformasyon oluşuyordu. Enformasyonu anlayıp anlamlandırdığınız zaman bilgiye ulaşıyordunuz. Bilginin çerçevesini ilim – irfan – sanatla bütünleyebilenler ise, yani vicdan ve ruhun tekâmül süzgecinden geçirmeyi başaranlar ise bilgelik noktasına ulaşabiliyorlardı…
Ultav şimdi diyor ki: Bu akıl yürütme eski paradigmaların, anlayış ve dünya görüşünün üzerine inşa edilmiştir. Oysa şimdi bilgeliğin bir üst aşamasından söz ediliyor… Insipience’den… İslam düşünce ve felsefe tarihi içinde mutlaka karşılığı vardır (Dücane Cündioğlu’nun kulakları çınlasın), ancak biz faniler için hâlâ çok yeni… Anlamak için ciddi çaba harcayacağız. Yoksa Ultav’ın yaptığı özetle boğuşmak yetmeyecek (www.forumistanbul.com/sunumlar/2012/Cengiz_Ultav.pdf).
İnternet ortamında ‘insipience’yi ararken kaçınılmaz olarak ‘homo insapiens’ kavramı ile karşılaşıyorsunuz. Homo insapiens, günümüz modern insanını tanımlamaya yarayan homo sapiens’in yani “Akıllı insan, bilen insanın” karşıtı, onun inkârı olarak ortaya çıkıyor.
Homo insipiens ise ‘düşünme kabiliyeti olmayan, her şeyi bildiğini sanan, salak ve kibirli, iflah olmaz, düşüncesiz” benim ‘insansı’ dediğim tür için kullanılıyor. Bunların temsili heykeli Wilfried Koch tarafından yapılmış. Heykele baktıkça bana çok tanıdık gelmeye başladı… Amma çok var çevremizde, diye düşündüm… Sonra da Cengiz Ultav’ın Insipience’i bu insapiens’lere nasıl anlatılabilir, diye geçirdim içimden… Zor iş doğrusu…
‘Kitap değil yazar okuyun’
Her türlü acının ve kederin panzehiri yine beyinlerimizde mevcut aslında. Dağlıca bir yandan, cezaevi faciası diğer yandan ne kadar çaresizlik hissi varsa hepsini birden üzerimize boca ederken, ihtiyaç duyulan huzur, kitapların dünyasına kaçmakla bulunabilir mi acaba? Örneğin, Hilmi Yavuz, Zaman gazetesindeki köşesinde nasıl da üzerinde konuşulası bir konuya parmak basmış. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın vefatından sonra kütüphanesinde kalan kitaplarının listesini ‘fevkalâde zayıf’ bulduğunu yazan üstad, ‘Üşenmedim, oturup saydım’ diyor. Tanpınar'ın yabancı dilde 371, telif olarak 178 ve tercüme olarak da 19 olmak üzere toplam 568 kitabı varmış...
Hemen gözümün önüne seksenli yılların Karacan Yayınları’ndaki toplantı odamız ve bu odada edebiyat dünyasında bir başka üstat olan Attilâ İlhan’ın danışmanlığındaki Sanat Olayı dergisinin aylık içerik belirleme sohbetleri geldi. Evindeki, ‘duvarlardan duvarlara uzanan’ hiç de azımsanmayacak sayıdaki kitabı kendisi adına sonradan kurulacak Vakfa bırakan rahmetli Attilâ İlhan diyordu ki:
“Kitap değil, yazar okuyun.”
Yazarlarım olmuştur sayesinde... Yazardan yazara dolanıp, malûmatfuruşluk temelinde uzmanlaşmaktan çok, ‘derinleşme’nin en iyi yollarından biri olarak alıp, cebime koymuştum bu tavsiyeyi... Tıpkı yazarlarım gibi zamanla yönetmenlerim de oldu. Bir filmiyle temas kurabildiğim yönetmenin diğer tüm filmlerini ders çalışır gibi seyrettiysem, özüyle akrabalık kurabildiğim bir yazarın diğer kitaplarını arkeolojik kazı yapar gibi iz sürerek bulup edindiysem, tüm bu ‘derinleşme’ arzumda rahmetlinin öğüdünün büyük payı büyüktür.
Şimdiler de biz, ‘Sinema Muhabbetleri’ çalışmasında arkadaşlara, ‘Film değil, yönetmen seyredin’ diyoruz...
Yazar okudukça, yönetmen seyrettikçe feodalleri tarihte ait olmaları gereken çağlara hiç olmazsa kafanızda gönderirsiniz. Karşınıza çıkan insan görünümlü yaratıkları da (homo insapiens) tanıma ihtimaliniz ancak bu yöntemle mümkün olabilir belki de...
Nisan ayında Forum İstanbul’daki konferansında anlatmış. Medyamızdaki necip Türk büyükleri mutlaka biliyorlardır. Ben yeni duydum. Bilgi Yönetimi meselesinin bize göre son halini henüz kavramış ve kavratmaya kalkışmışken, Cengiz üstat “Onun bir ilerideki aşaması” diye çıkıp gelmez mi... Hadi buyurun buradan yakın, durumu…
Veriler tasvir edilip tasnif edildi mi, enformasyon oluşuyordu. Enformasyonu anlayıp anlamlandırdığınız zaman bilgiye ulaşıyordunuz. Bilginin çerçevesini ilim – irfan – sanatla bütünleyebilenler ise, yani vicdan ve ruhun tekâmül süzgecinden geçirmeyi başaranlar ise bilgelik noktasına ulaşabiliyorlardı…
Ultav şimdi diyor ki: Bu akıl yürütme eski paradigmaların, anlayış ve dünya görüşünün üzerine inşa edilmiştir. Oysa şimdi bilgeliğin bir üst aşamasından söz ediliyor… Insipience’den… İslam düşünce ve felsefe tarihi içinde mutlaka karşılığı vardır (Dücane Cündioğlu’nun kulakları çınlasın), ancak biz faniler için hâlâ çok yeni… Anlamak için ciddi çaba harcayacağız. Yoksa Ultav’ın yaptığı özetle boğuşmak yetmeyecek (www.forumistanbul.com/sunumlar/2012/Cengiz_Ultav.pdf).
İnternet ortamında ‘insipience’yi ararken kaçınılmaz olarak ‘homo insapiens’ kavramı ile karşılaşıyorsunuz. Homo insapiens, günümüz modern insanını tanımlamaya yarayan homo sapiens’in yani “Akıllı insan, bilen insanın” karşıtı, onun inkârı olarak ortaya çıkıyor.
Homo insipiens ise ‘düşünme kabiliyeti olmayan, her şeyi bildiğini sanan, salak ve kibirli, iflah olmaz, düşüncesiz” benim ‘insansı’ dediğim tür için kullanılıyor. Bunların temsili heykeli Wilfried Koch tarafından yapılmış. Heykele baktıkça bana çok tanıdık gelmeye başladı… Amma çok var çevremizde, diye düşündüm… Sonra da Cengiz Ultav’ın Insipience’i bu insapiens’lere nasıl anlatılabilir, diye geçirdim içimden… Zor iş doğrusu…
‘Kitap değil yazar okuyun’
Her türlü acının ve kederin panzehiri yine beyinlerimizde mevcut aslında. Dağlıca bir yandan, cezaevi faciası diğer yandan ne kadar çaresizlik hissi varsa hepsini birden üzerimize boca ederken, ihtiyaç duyulan huzur, kitapların dünyasına kaçmakla bulunabilir mi acaba? Örneğin, Hilmi Yavuz, Zaman gazetesindeki köşesinde nasıl da üzerinde konuşulası bir konuya parmak basmış. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın vefatından sonra kütüphanesinde kalan kitaplarının listesini ‘fevkalâde zayıf’ bulduğunu yazan üstad, ‘Üşenmedim, oturup saydım’ diyor. Tanpınar'ın yabancı dilde 371, telif olarak 178 ve tercüme olarak da 19 olmak üzere toplam 568 kitabı varmış...
Hemen gözümün önüne seksenli yılların Karacan Yayınları’ndaki toplantı odamız ve bu odada edebiyat dünyasında bir başka üstat olan Attilâ İlhan’ın danışmanlığındaki Sanat Olayı dergisinin aylık içerik belirleme sohbetleri geldi. Evindeki, ‘duvarlardan duvarlara uzanan’ hiç de azımsanmayacak sayıdaki kitabı kendisi adına sonradan kurulacak Vakfa bırakan rahmetli Attilâ İlhan diyordu ki:
“Kitap değil, yazar okuyun.”
Yazarlarım olmuştur sayesinde... Yazardan yazara dolanıp, malûmatfuruşluk temelinde uzmanlaşmaktan çok, ‘derinleşme’nin en iyi yollarından biri olarak alıp, cebime koymuştum bu tavsiyeyi... Tıpkı yazarlarım gibi zamanla yönetmenlerim de oldu. Bir filmiyle temas kurabildiğim yönetmenin diğer tüm filmlerini ders çalışır gibi seyrettiysem, özüyle akrabalık kurabildiğim bir yazarın diğer kitaplarını arkeolojik kazı yapar gibi iz sürerek bulup edindiysem, tüm bu ‘derinleşme’ arzumda rahmetlinin öğüdünün büyük payı büyüktür.
Şimdiler de biz, ‘Sinema Muhabbetleri’ çalışmasında arkadaşlara, ‘Film değil, yönetmen seyredin’ diyoruz...
Yazar okudukça, yönetmen seyrettikçe feodalleri tarihte ait olmaları gereken çağlara hiç olmazsa kafanızda gönderirsiniz. Karşınıza çıkan insan görünümlü yaratıkları da (homo insapiens) tanıma ihtimaliniz ancak bu yöntemle mümkün olabilir belki de...