Jüri nerede oturur?
05 OCAK 2003
İletişim Fakültesi’nde her yıl algılama yönetimini anlatırken öğrencilere ilk derste sorarım: “CMUK’a göre Türkiye’de ağır ceza mahkemelerinde jüri, hakime göre sağda mı oturur, solda mı?”...
Birkaç ‘farkındalar’ın dışında sınıfın yarısı “Sağda” diye el kaldırır, diğer yarısı da “Solda” diye... Oysa Erman Toroğlu’nun mahkemeli şovu “Karar Anı”nı izlemiş olsalar, jürinin solda olduğunu bilirlerdi (!) ...
Kimlik çatlamamızın ürünüdür bu. TV’lerde, sinemalarda izlediğimiz Amerikan filmlerinde nerdeyse olmazsa olmaz üç mekân vardır: Mahkeme, Hastane, Kilise... Bu kurumların Amerika’daki hallerini çok iyi biliriz. Bizde de öyle olduğunu sanmamız da o çocuksu saflığımızdan gelir.
Yakın zaman öncesine kadar öyle bir yasa olmamasına rağmen, yakalanan zanlıların “Bana haklarımı okuyun! Avukat isterim” diye boşuna inlemeleri de ondandır.
Kimlik çatlamasını en iyi anlatan açıklamayı Nathan Gardels’den okumuştum. Türkiye’de de yayınlanan NPQ dergisinin editörü şöyle yazmıştı: “Amerika, CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere MTV ve Hollywood’u gönderir”. Z. Brzezinsky de ABD’nin nasıl küresel güç olabileceğini anlattığı Büyük Satranç Tahtası’nda benzer şeyler söylüyor.
Yani durum açık. Benim öğrenciler, Sartre’ın dediği gibi “Yarı suçlu yarı kurban”. Yarı kurban, çünkü artık kafalarını kumdan çıkaracak duruma gelmişler.
Pekiyi ne olacak? Kapalı sistemlerde yapıldığı gibi yasaklamalı mı bu kültürel tecavüzü?..
Tabii ki hayır. Tek önlem aynı silahlarla kendini korumak... İşte bu noktada bence milat, Halit Refiğ’in ‘Aşk-ı Memnu’sudur. Sonra uzun bir boşluk. Ve nihayet “Eşkiya” ve arkasından diğerleri...
Halkın değerlerine uygun yapımlar iş yapınca, kültürel tecavüz filmleri de ikinci plana düşüverdiler. Reklamlar da etkilenmedi mi bu akımdan?..
Bu akımın şu andaki tepe noktaları “Çocuklar Duymasın”, “Asmalı Konak”, “Biz Sizi Seviyoruz” gibi yapımlar. Değerlerimizdeki çatışma noktaları üzerine kurulu hepsi. Hepsi de bize yakın olan değerlere sahip çıkıyor.
Öte yandan Asmalı Konak’ı belki pek değil ama bizdeki çok kanallı TV tarihinin en başarılı dizisi Çocuklar Duymasın’ı ciddî bir tehlike beklemekte. Dikkat edilmezse format müsait: TV eninde sonunda bir eğlence aracı değil mi? İlle de mesaj vereceğim, diye başöğretmen tavrına girmenin alemi yok. Olacak O Kadar’ı zaman zaman sıkıcı kılan, nerdeyse her bölümün sonunda bir ‘ders’ verilmesi, küçük nutuklar atılması değil mi?
Hollywood, bu işi mükemmel yapar. Hiç didaktik olmaz. Çaktırmadan verir mesajını. Aman bizimkiler, dikkat! İyi gidiyorsunuz. Resmî aydınlarımızın sizi beğenmemesi de sigortanız... Münevverler ve halk beğeniyor çünkü...
Buluşçu ve ekonomik
Telsim’in son reklamı son derece başarılı. Hangi konuda? Dikkat çekme konusunda. En önemli soru, “Sattırır mı?”... Sattırmasa bile, en azından kanamayı durdurup, rakibe kaçmayı engeller.
İlgili firmaya gereğinden fazla para harcatmadan hedefe ulaşmayı planlayan, yani “iletişim yatırımının geri dönüş oranı” yüksek, ekonomik, bir o kadar da yenilikçi, buluşçu (inovatif) reklamların daha amaca uygun olduğunu düşünüyoruz. Telsim’in son reklamı da öyle.
Çarşı’nın (Sevindirme), İsviçre Sigorta’nın (Hacıyatmaz), İstikbal’in (Rahatınıza düşkünüz) reklamlarını doğru bulmamızın nedeni de bu. Ülkenin mevcut ekonomik koşulları zaten buraya zorluyor reklamcıları. Yüzlerce milyara mâl olan reklamlar şu sıra gündem dışı. Buluşçuluğu güçlendirip, prodüksiyonu mütevazı tutmak gündemde.
Ya da Turkcell’in reklamlarındaki gibi (Özgür kız ve çocuk) nispeten pahalı prodüksiyon yapılsa da, TV’den geçişi artırarak, hedef kitleye daha sık ve daha çok ulaşmak.
‘Buluşçu’ kavramı yadırganabilir. Açmaya çalışalım. Sanat, iş dünyasının hizmetine girdiğinde kılık değiştirmek zorundadır. Yaratıcılığın değil ‘buluşçuluğun’, yenilikçiğin ön plana çıkması gerekir. Yoksa ürünün veya hizmetin sahibini iş hedefine taşımayan, güzel mi güzel, yaratıcı mı yaratıcı, herkesin beğendiği bol elmalı reklamlar yapar durursunuz. Bir “iş”e yaramaz.
Bu son reklamın etkisini Telsim’deki yetkili arkadaşlar bizim e-posta adresine bildirirlerse, seviniriz.
İletişim özürlülük
NATO, TESEV ve Dışişleri Bakanlığı’nın ortaklaşa düzenledikleri “Türkiye’nin Stratejik Önemi” başlıklı toplantının arasında Boyner Holding CEO’su Osman Boyner (genç olan) ile biraz sohbet ettik.
‘İletişim özürlü’ bir ülke olduğumuz konusunda hemfikirdik. Mesele aslında paradan çok stratejideydi.
Yeni Turizm Bakanı’nın vizyonundan haberdar değilim. Eskisininkini biliyoruz: Metro’dan atıyla inen Fatih Sultan Mehmet... Galata Kulesi tepesinde dönen semazenler... Uçan halılar... Bol deniz... Bol güneş... Bol yiyecek... Biraz alaturka... Biraz güzel kızlarımız... Bol bol ören yerleri...
Ondan sonra şaşıyoruz, adamlar “Sizde insan hakları yok?” deyince. Ya da: “Sizde demokrasi yok”, “Ordunuz fazla müdahale ediyor”, “Kıbrıs’da haksızsınız”, “Kürtleri eziyorsunuz”, “Nobel’i zor alırsınız”...
Pekiyi, dünya metropollerindeki bir iki iyi niyetli girişim dışında, bizi rahatsız eden konulardaki algılamayı değiştirecek hangi strateji ve iletişim planını uyguluyoruz?.. Turist olarak gelenler ne görüyorlar? Kültür ve değerlerimizi mi, dünyanın her yerinde bulacakları bol yıldızlı standartları mı?
Osman Boyner’le ikinci çuvaldızı da kendimize batırdık: İş dünyasının iletişim özürlülüğüne...
Ben iletişim uygulamacılarının, uzmanlarının ve onlara eğitim veren kuruluşların, yani kendimizin yetersizliğinden dem vurdum. O da üst düzey yöneticilerin iletişim süreçlerinin yönetimi konusundaki zaaflarından... “İletişimin en az finans ve üretim süreçleri kadar uzmanlık gerektiren bir bilim olduğunu kavrayamadık hâlâ” dedi. Gel de katılma!
“Kriz geliyorum der”...
Alman Vakıfları’nın 10 yöneticisi DGM’de casuslukla suçlanarak yargılanıyor. İddianame halk tarafından bilinmese de, yaygın kanı şu: Alman altın şirketlerinin çıkarları doğrultusunda Bergama’daki rakip altın madeni şirketi aleyhine yöre halkını tahrik etmek; kullanılan siyanürün yarattığı kirlilik dünya standartlarının çok altında olmasına rağmen kirliliğin öldürücü olduğu algısını yaratmak için ‘tezvirat’ yapmak; Sivas olaylarında olduğu gibi kökten dincileri tahrik edip galeyana getirmek...
Bizi işin yasal yanından çok iletişim yanı ilgilendiriyor. Çünkü ortada ciddî bir kriz var. Hem de iki yanlı. Bu Alman vakıfları Almanya’da hayli itibarlı kurumlardır. Örneğin Tema, TEGV, Vehbi Koç Vakfı, VakSA, Almanya’da casuslukla suçlansa, bizim kamuoyu nasıl etkilenirse, bu işten Alman kamuoyu da öyle etkilenebilir...
İkincisi; bu vakıflar uzun yıllardır Türkiye’deler. İzmir’den Prof. Dr. Yılmaz Savaşçın bu konuyu 3 yıl önce yazmış, işlerin bu vakıfların aleyhine bu noktalara kadar geleceğinin işaretini vermişti. O zamanlar bir kriz iletişimi uygulamadı bu vakıflar, şimdi de uygulamıyorlar. Alman hükûmetinin baskısıyla, yasal açıdan aklanmayla kurtulunmaz bu krizden. Kriz biter izi kalır. Hem Almanya’daki, hem de Türkiye’deki kamuoyunda...
Salim Kadıbeşegil’in son çıkan kitabı “Kriz geliyorum der”i AK Partili bazı milletvekilleri ellerinden düşürmüyorlarmış. Birer tane de Alman Vakıfları ve ilgili makamlarımız edinse çok iyi olur. Şimdilik gördüğümüz, kriz iletişimi nasıl yönetilir dersi değil çünkü; nasıl yönetilmez dersi...
Neşeli cahiller...
Ayşe Arman’ın geçen Pazar yayınlanan sevimli söyleşisinden sonra aramayan kalmadı. Demek ki, iyi iş yapmış Arman. İki tarafı da konuşturup, doğal olarak kendi gazetesini kollamış. Ben de öyle yapardım.
Bizim sayfanın ne kadar taklit ne kadar özgün olduğuna okurlar karar verecek. Fakat değerli bir hocayla karşılaştırılmak yine de onur vermiştir bize. Eline sağlık Ayşe Arman.
O söyleşide 20 yıldır süren “Neşeli Cahiliye Devri”nden söz etmiştim. Herhangi bir isim vermeden. Bir akımdan söz ediyoruz. Kahramanları bol... Profesörleri kastederek “Ne zaman şu bayrağın ucundan tutun desek, kaç para diye sorarlar” diyen Kenan Evren’den başlar bu iş, ihtiram kıtasını şort ve terlikle teftiş eden Turgut Özal’dan geçer, YÖK’le yoluna devam eder, Televole kültürüyle uzar gider.
Bir ülkenin beynini oluşturması gereken münevverlerle, “entel dantel” diye dalga geçen, yapılan her ciddî işten bir alay konusu çıkarmaya çalışan, derinlikli olduğu için anlayamadığı her fikri aşağılayan, kolay ve ucuz başarıları alkışlayan herkes bu akımın bir parçası olmaya adaydır. Zaman zaman bizzat bu tuzağa düşmüş biri olarak iyi bilirim nasıl aday olunduğunu.
Her ülkede vardır bu akım. Ama gelişmiş ülkelerde belirleyici değildir. Neşeli olmayan cahiliye devri var mıdır pekiyi? Tabii ki vardır. Bakın Orta Çağdaki engizisyon yıllarına. Orada örneklerini bol bol görebilirsiniz.
Biz bu akımdan söz ederken, herhangi bir ismi işaretlemedik. Buna rağmen bazıları, “Bu beni kastediyor” diye ortaya çıkıyorlar şu günlerde. Kimsenin pek fark etmediği bir suçlama karşısında, tam sayfa yalanlama ilanı verip dikkatleri durduk yerde üstüne çeken firmalar gibi...
Yaramız yoksa gocunmanın ne âlemi var?..
Teldeki Kuş
Abdi İpekçi’den yediğimiz bir fırçayı hiç unutmam: “Niye sadece iki kaynaktan araştırdınız haberi! Nerede üçüncü taraf? Düzlemlerin dengede durması için üç noktanın gerekli olduğunu ilkokulda öğretmediler mi size?”...
Buyurun... Oysa biz iki tarafı konuşturduk diye, yaptığımız işten ne kadar emindik.
Aradan geçen yıllarda önce üçüncü taraf yok oldu. Sonra ikinci. Hiç kimse ile konuşmadan yazılmış haberlerin yılları geldi arkasından. “Gazete yazıyorsa doğrudur”dan, “Gazete yazıyorsa yalandır”a gelindi. Şimdilerde eski güveni kazanmak için büyük gazetelerimiz ciddî çaba harcıyorlar. Zor iş. Zor, çünkü “İtibar, telgraf telindeki kuş gibiymiş. En ufak bir seste kaçar gider, bir daha aynı yere kolay kolay konmazmış”.
Dünyaca ünlü pazar araştırmaları şirketi Wirthlin Worldwide’ın Amerikalı üst düzey yöneticiler arasında yaptığı araştırmada “Yönetmemiz gereken en önemli değerimiz, itibarımızdır” sonucu çıkmış. Başta siyasi parti ve medya yöneticileri şimdi sormalılar kendilerine “Acaba itibarımızı hangi yöntemlerle yönetiyoruz ve başarılı olup olmadığımızı nasıl ölçüyoruz” diye... Bu sadece kurumlar değil kişiler için de geçerli. Özellikle de şöhretler için.
“Medya küllüm yalan yazıyor” diyerek itibar yönetilmiyor. Magazin basınına bir bakın. Tek konu nerdeyse, kimin eli kimin cebinde. Her gün birileri birileriyle “yakalanıyor”... Ertesi gün yalanlama üstüne yalanlama.
Türkiye’de şöhret sanayii gelişmediği için, bir iki istisna dışında şöhret iletişimi de gelişmemiştir. İletişimini profesyonelce planlayan, medyada çıkacak kilit mesajları önceden belirleyip ona göre performansını yöneten şöhret sayısı bir elin 5 parmağını bulmaz. Ondan sonra yüklen medyaya...
Kısa... Kısa...
· Hülya Avşar, kendi adını taşıyan zeytinyağı çıkaracakmış. Bu konuya geçen hafta değinmiş, oyunculuğunu sahnesini, şovunu çok beğendiğim bu sanatçının neden marka olamadığını anlatmaya çalışmıştım. Her isteyenle iddiaya girerim: Hülya Avşar marka zeytinyağının hiçbir şansı yok. Satmaz. Çıktıktan sonra bir yıl içinde pazarda ilk 3’e girsin, bu sayfaya “Yanıldım!” diye manşet atarım; 1-2 bin kişinin rağbet ettiği ‘niş’ marka olmayı hedeflerse, onu bilemem
· “Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Başbakan’ın beyninin yarısı olduğu” yazıldı geçen hafta. Beyin yarısı olan başkalarından da söz edilmişti. “Amma beyinmiş ha!” diye düşünüyor insan. Davutoğlu’nun nasıl bir “yarı” olduğu haberden anlaşılmıyor. Haberi yazan belli ki “Stratejik Derinlik” adlı devasa eserini okumamış. Okusa nasıl bir yarı olduğunu da yazardı...
· Reklam Özdenetim kurulunun kampanyası bir harika. Bu kurum medyanın sigortası gibi. Medyada “Neşeli cahiliye devrini” en azından tehdit edecek bir araç. Yeter ki kullanılsın, yeter ki kimse kendini onun yerine koyup kafasına göre bekçilik yapmasın. Bu kurulun bu ciddiyetini devam ettirmesi ve medyanın desteğinin sürdürmesinden, reklam veren de, tüketici de, izleyici de, medya da kazançlı çıkacaktır.
· Bu hafta iletişim kaza türlerinin neredeyse tamamını, Cuma akşamı ATV’de yayınlanan YÖK ile ilgili “Siyaset Meydanı”nda yaşadık. Ali Kırca yine mükemmel bir iş yapmıştı. Ama ya katılımcılar. Soru sormasını bilmeyenler... Yanıt vermesini bilmeyenler. Soruyu anlamayanlar, anlamak istemeyenler... Topu taca atmaya çalışan, konuşma özürlü hocalar... Sağırlar diyaloğu bu kadar olur... En sempatikler yine öğrencilerdi tabii ki... YÖK sorununun nasıl çözümsüz olduğunu bir kez daha gördük.
Bence* 2002’nin en etkileyici
halkla ilişkiler çalışmaları
1. Garanti Bankası (12 Dev Adam)
2. Turkcell (Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları)
3. TEGV (1 milyon öğrenci; yıldızlar sınıfı)
4. Arçelik logo lansmanı
5. Fiat Palio Sporting lansmanı (Michael Schumacher)
6. Doğuş Otomotiv (Anadolu’da bir virtüöz)
7. Tofaş - TEGV Basketbol Gönüllüleri
8. TOBB (Türkiye geleceğini arıyor)
9. Gilan (Topkapı Sarayı)
10. Süt Kampanyası
*”Bence”demek, herhangi bir araştırmaya ya da veriye dayanmamak demek, yani tamamen tecrübeye, geçmiş birikim ve bilgiye dayalı, sübjektif demek...
Bence* İlk 10
1) Çarşı (Sevindirme)
2) İstikbal (Rahatınıza düşkünüz)
3) İsviçre Sigorta (Hacıyatmaz)
4) Telsim (Tersten okuma)
5) Golf GTI (Patlamış Mısır)
6) Profilo (Rüştü)
7) Reklam Özdenetim Kurulu
8) Turkcell (Hazır Kart)
9) Aria (Pazar yeri)
10) Bonus A (Mazhar Alanson – Bonus Ağa)
*”Bence”demek, herhangi bir araştırmaya ya da veriye dayanmamak demek, yani tamamen tecrübeye, geçmiş birikim ve bilgiye dayalı, sübjektif demek...
Birkaç ‘farkındalar’ın dışında sınıfın yarısı “Sağda” diye el kaldırır, diğer yarısı da “Solda” diye... Oysa Erman Toroğlu’nun mahkemeli şovu “Karar Anı”nı izlemiş olsalar, jürinin solda olduğunu bilirlerdi (!) ...
Kimlik çatlamamızın ürünüdür bu. TV’lerde, sinemalarda izlediğimiz Amerikan filmlerinde nerdeyse olmazsa olmaz üç mekân vardır: Mahkeme, Hastane, Kilise... Bu kurumların Amerika’daki hallerini çok iyi biliriz. Bizde de öyle olduğunu sanmamız da o çocuksu saflığımızdan gelir.
Yakın zaman öncesine kadar öyle bir yasa olmamasına rağmen, yakalanan zanlıların “Bana haklarımı okuyun! Avukat isterim” diye boşuna inlemeleri de ondandır.
Kimlik çatlamasını en iyi anlatan açıklamayı Nathan Gardels’den okumuştum. Türkiye’de de yayınlanan NPQ dergisinin editörü şöyle yazmıştı: “Amerika, CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere MTV ve Hollywood’u gönderir”. Z. Brzezinsky de ABD’nin nasıl küresel güç olabileceğini anlattığı Büyük Satranç Tahtası’nda benzer şeyler söylüyor.
Yani durum açık. Benim öğrenciler, Sartre’ın dediği gibi “Yarı suçlu yarı kurban”. Yarı kurban, çünkü artık kafalarını kumdan çıkaracak duruma gelmişler.
Pekiyi ne olacak? Kapalı sistemlerde yapıldığı gibi yasaklamalı mı bu kültürel tecavüzü?..
Tabii ki hayır. Tek önlem aynı silahlarla kendini korumak... İşte bu noktada bence milat, Halit Refiğ’in ‘Aşk-ı Memnu’sudur. Sonra uzun bir boşluk. Ve nihayet “Eşkiya” ve arkasından diğerleri...
Halkın değerlerine uygun yapımlar iş yapınca, kültürel tecavüz filmleri de ikinci plana düşüverdiler. Reklamlar da etkilenmedi mi bu akımdan?..
Bu akımın şu andaki tepe noktaları “Çocuklar Duymasın”, “Asmalı Konak”, “Biz Sizi Seviyoruz” gibi yapımlar. Değerlerimizdeki çatışma noktaları üzerine kurulu hepsi. Hepsi de bize yakın olan değerlere sahip çıkıyor.
Öte yandan Asmalı Konak’ı belki pek değil ama bizdeki çok kanallı TV tarihinin en başarılı dizisi Çocuklar Duymasın’ı ciddî bir tehlike beklemekte. Dikkat edilmezse format müsait: TV eninde sonunda bir eğlence aracı değil mi? İlle de mesaj vereceğim, diye başöğretmen tavrına girmenin alemi yok. Olacak O Kadar’ı zaman zaman sıkıcı kılan, nerdeyse her bölümün sonunda bir ‘ders’ verilmesi, küçük nutuklar atılması değil mi?
Hollywood, bu işi mükemmel yapar. Hiç didaktik olmaz. Çaktırmadan verir mesajını. Aman bizimkiler, dikkat! İyi gidiyorsunuz. Resmî aydınlarımızın sizi beğenmemesi de sigortanız... Münevverler ve halk beğeniyor çünkü...
Buluşçu ve ekonomik
Telsim’in son reklamı son derece başarılı. Hangi konuda? Dikkat çekme konusunda. En önemli soru, “Sattırır mı?”... Sattırmasa bile, en azından kanamayı durdurup, rakibe kaçmayı engeller.
İlgili firmaya gereğinden fazla para harcatmadan hedefe ulaşmayı planlayan, yani “iletişim yatırımının geri dönüş oranı” yüksek, ekonomik, bir o kadar da yenilikçi, buluşçu (inovatif) reklamların daha amaca uygun olduğunu düşünüyoruz. Telsim’in son reklamı da öyle.
Çarşı’nın (Sevindirme), İsviçre Sigorta’nın (Hacıyatmaz), İstikbal’in (Rahatınıza düşkünüz) reklamlarını doğru bulmamızın nedeni de bu. Ülkenin mevcut ekonomik koşulları zaten buraya zorluyor reklamcıları. Yüzlerce milyara mâl olan reklamlar şu sıra gündem dışı. Buluşçuluğu güçlendirip, prodüksiyonu mütevazı tutmak gündemde.
Ya da Turkcell’in reklamlarındaki gibi (Özgür kız ve çocuk) nispeten pahalı prodüksiyon yapılsa da, TV’den geçişi artırarak, hedef kitleye daha sık ve daha çok ulaşmak.
‘Buluşçu’ kavramı yadırganabilir. Açmaya çalışalım. Sanat, iş dünyasının hizmetine girdiğinde kılık değiştirmek zorundadır. Yaratıcılığın değil ‘buluşçuluğun’, yenilikçiğin ön plana çıkması gerekir. Yoksa ürünün veya hizmetin sahibini iş hedefine taşımayan, güzel mi güzel, yaratıcı mı yaratıcı, herkesin beğendiği bol elmalı reklamlar yapar durursunuz. Bir “iş”e yaramaz.
Bu son reklamın etkisini Telsim’deki yetkili arkadaşlar bizim e-posta adresine bildirirlerse, seviniriz.
İletişim özürlülük
NATO, TESEV ve Dışişleri Bakanlığı’nın ortaklaşa düzenledikleri “Türkiye’nin Stratejik Önemi” başlıklı toplantının arasında Boyner Holding CEO’su Osman Boyner (genç olan) ile biraz sohbet ettik.
‘İletişim özürlü’ bir ülke olduğumuz konusunda hemfikirdik. Mesele aslında paradan çok stratejideydi.
Yeni Turizm Bakanı’nın vizyonundan haberdar değilim. Eskisininkini biliyoruz: Metro’dan atıyla inen Fatih Sultan Mehmet... Galata Kulesi tepesinde dönen semazenler... Uçan halılar... Bol deniz... Bol güneş... Bol yiyecek... Biraz alaturka... Biraz güzel kızlarımız... Bol bol ören yerleri...
Ondan sonra şaşıyoruz, adamlar “Sizde insan hakları yok?” deyince. Ya da: “Sizde demokrasi yok”, “Ordunuz fazla müdahale ediyor”, “Kıbrıs’da haksızsınız”, “Kürtleri eziyorsunuz”, “Nobel’i zor alırsınız”...
Pekiyi, dünya metropollerindeki bir iki iyi niyetli girişim dışında, bizi rahatsız eden konulardaki algılamayı değiştirecek hangi strateji ve iletişim planını uyguluyoruz?.. Turist olarak gelenler ne görüyorlar? Kültür ve değerlerimizi mi, dünyanın her yerinde bulacakları bol yıldızlı standartları mı?
Osman Boyner’le ikinci çuvaldızı da kendimize batırdık: İş dünyasının iletişim özürlülüğüne...
Ben iletişim uygulamacılarının, uzmanlarının ve onlara eğitim veren kuruluşların, yani kendimizin yetersizliğinden dem vurdum. O da üst düzey yöneticilerin iletişim süreçlerinin yönetimi konusundaki zaaflarından... “İletişimin en az finans ve üretim süreçleri kadar uzmanlık gerektiren bir bilim olduğunu kavrayamadık hâlâ” dedi. Gel de katılma!
“Kriz geliyorum der”...
Alman Vakıfları’nın 10 yöneticisi DGM’de casuslukla suçlanarak yargılanıyor. İddianame halk tarafından bilinmese de, yaygın kanı şu: Alman altın şirketlerinin çıkarları doğrultusunda Bergama’daki rakip altın madeni şirketi aleyhine yöre halkını tahrik etmek; kullanılan siyanürün yarattığı kirlilik dünya standartlarının çok altında olmasına rağmen kirliliğin öldürücü olduğu algısını yaratmak için ‘tezvirat’ yapmak; Sivas olaylarında olduğu gibi kökten dincileri tahrik edip galeyana getirmek...
Bizi işin yasal yanından çok iletişim yanı ilgilendiriyor. Çünkü ortada ciddî bir kriz var. Hem de iki yanlı. Bu Alman vakıfları Almanya’da hayli itibarlı kurumlardır. Örneğin Tema, TEGV, Vehbi Koç Vakfı, VakSA, Almanya’da casuslukla suçlansa, bizim kamuoyu nasıl etkilenirse, bu işten Alman kamuoyu da öyle etkilenebilir...
İkincisi; bu vakıflar uzun yıllardır Türkiye’deler. İzmir’den Prof. Dr. Yılmaz Savaşçın bu konuyu 3 yıl önce yazmış, işlerin bu vakıfların aleyhine bu noktalara kadar geleceğinin işaretini vermişti. O zamanlar bir kriz iletişimi uygulamadı bu vakıflar, şimdi de uygulamıyorlar. Alman hükûmetinin baskısıyla, yasal açıdan aklanmayla kurtulunmaz bu krizden. Kriz biter izi kalır. Hem Almanya’daki, hem de Türkiye’deki kamuoyunda...
Salim Kadıbeşegil’in son çıkan kitabı “Kriz geliyorum der”i AK Partili bazı milletvekilleri ellerinden düşürmüyorlarmış. Birer tane de Alman Vakıfları ve ilgili makamlarımız edinse çok iyi olur. Şimdilik gördüğümüz, kriz iletişimi nasıl yönetilir dersi değil çünkü; nasıl yönetilmez dersi...
Neşeli cahiller...
Ayşe Arman’ın geçen Pazar yayınlanan sevimli söyleşisinden sonra aramayan kalmadı. Demek ki, iyi iş yapmış Arman. İki tarafı da konuşturup, doğal olarak kendi gazetesini kollamış. Ben de öyle yapardım.
Bizim sayfanın ne kadar taklit ne kadar özgün olduğuna okurlar karar verecek. Fakat değerli bir hocayla karşılaştırılmak yine de onur vermiştir bize. Eline sağlık Ayşe Arman.
O söyleşide 20 yıldır süren “Neşeli Cahiliye Devri”nden söz etmiştim. Herhangi bir isim vermeden. Bir akımdan söz ediyoruz. Kahramanları bol... Profesörleri kastederek “Ne zaman şu bayrağın ucundan tutun desek, kaç para diye sorarlar” diyen Kenan Evren’den başlar bu iş, ihtiram kıtasını şort ve terlikle teftiş eden Turgut Özal’dan geçer, YÖK’le yoluna devam eder, Televole kültürüyle uzar gider.
Bir ülkenin beynini oluşturması gereken münevverlerle, “entel dantel” diye dalga geçen, yapılan her ciddî işten bir alay konusu çıkarmaya çalışan, derinlikli olduğu için anlayamadığı her fikri aşağılayan, kolay ve ucuz başarıları alkışlayan herkes bu akımın bir parçası olmaya adaydır. Zaman zaman bizzat bu tuzağa düşmüş biri olarak iyi bilirim nasıl aday olunduğunu.
Her ülkede vardır bu akım. Ama gelişmiş ülkelerde belirleyici değildir. Neşeli olmayan cahiliye devri var mıdır pekiyi? Tabii ki vardır. Bakın Orta Çağdaki engizisyon yıllarına. Orada örneklerini bol bol görebilirsiniz.
Biz bu akımdan söz ederken, herhangi bir ismi işaretlemedik. Buna rağmen bazıları, “Bu beni kastediyor” diye ortaya çıkıyorlar şu günlerde. Kimsenin pek fark etmediği bir suçlama karşısında, tam sayfa yalanlama ilanı verip dikkatleri durduk yerde üstüne çeken firmalar gibi...
Yaramız yoksa gocunmanın ne âlemi var?..
Teldeki Kuş
Abdi İpekçi’den yediğimiz bir fırçayı hiç unutmam: “Niye sadece iki kaynaktan araştırdınız haberi! Nerede üçüncü taraf? Düzlemlerin dengede durması için üç noktanın gerekli olduğunu ilkokulda öğretmediler mi size?”...
Buyurun... Oysa biz iki tarafı konuşturduk diye, yaptığımız işten ne kadar emindik.
Aradan geçen yıllarda önce üçüncü taraf yok oldu. Sonra ikinci. Hiç kimse ile konuşmadan yazılmış haberlerin yılları geldi arkasından. “Gazete yazıyorsa doğrudur”dan, “Gazete yazıyorsa yalandır”a gelindi. Şimdilerde eski güveni kazanmak için büyük gazetelerimiz ciddî çaba harcıyorlar. Zor iş. Zor, çünkü “İtibar, telgraf telindeki kuş gibiymiş. En ufak bir seste kaçar gider, bir daha aynı yere kolay kolay konmazmış”.
Dünyaca ünlü pazar araştırmaları şirketi Wirthlin Worldwide’ın Amerikalı üst düzey yöneticiler arasında yaptığı araştırmada “Yönetmemiz gereken en önemli değerimiz, itibarımızdır” sonucu çıkmış. Başta siyasi parti ve medya yöneticileri şimdi sormalılar kendilerine “Acaba itibarımızı hangi yöntemlerle yönetiyoruz ve başarılı olup olmadığımızı nasıl ölçüyoruz” diye... Bu sadece kurumlar değil kişiler için de geçerli. Özellikle de şöhretler için.
“Medya küllüm yalan yazıyor” diyerek itibar yönetilmiyor. Magazin basınına bir bakın. Tek konu nerdeyse, kimin eli kimin cebinde. Her gün birileri birileriyle “yakalanıyor”... Ertesi gün yalanlama üstüne yalanlama.
Türkiye’de şöhret sanayii gelişmediği için, bir iki istisna dışında şöhret iletişimi de gelişmemiştir. İletişimini profesyonelce planlayan, medyada çıkacak kilit mesajları önceden belirleyip ona göre performansını yöneten şöhret sayısı bir elin 5 parmağını bulmaz. Ondan sonra yüklen medyaya...
Kısa... Kısa...
· Hülya Avşar, kendi adını taşıyan zeytinyağı çıkaracakmış. Bu konuya geçen hafta değinmiş, oyunculuğunu sahnesini, şovunu çok beğendiğim bu sanatçının neden marka olamadığını anlatmaya çalışmıştım. Her isteyenle iddiaya girerim: Hülya Avşar marka zeytinyağının hiçbir şansı yok. Satmaz. Çıktıktan sonra bir yıl içinde pazarda ilk 3’e girsin, bu sayfaya “Yanıldım!” diye manşet atarım; 1-2 bin kişinin rağbet ettiği ‘niş’ marka olmayı hedeflerse, onu bilemem
· “Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Başbakan’ın beyninin yarısı olduğu” yazıldı geçen hafta. Beyin yarısı olan başkalarından da söz edilmişti. “Amma beyinmiş ha!” diye düşünüyor insan. Davutoğlu’nun nasıl bir “yarı” olduğu haberden anlaşılmıyor. Haberi yazan belli ki “Stratejik Derinlik” adlı devasa eserini okumamış. Okusa nasıl bir yarı olduğunu da yazardı...
· Reklam Özdenetim kurulunun kampanyası bir harika. Bu kurum medyanın sigortası gibi. Medyada “Neşeli cahiliye devrini” en azından tehdit edecek bir araç. Yeter ki kullanılsın, yeter ki kimse kendini onun yerine koyup kafasına göre bekçilik yapmasın. Bu kurulun bu ciddiyetini devam ettirmesi ve medyanın desteğinin sürdürmesinden, reklam veren de, tüketici de, izleyici de, medya da kazançlı çıkacaktır.
· Bu hafta iletişim kaza türlerinin neredeyse tamamını, Cuma akşamı ATV’de yayınlanan YÖK ile ilgili “Siyaset Meydanı”nda yaşadık. Ali Kırca yine mükemmel bir iş yapmıştı. Ama ya katılımcılar. Soru sormasını bilmeyenler... Yanıt vermesini bilmeyenler. Soruyu anlamayanlar, anlamak istemeyenler... Topu taca atmaya çalışan, konuşma özürlü hocalar... Sağırlar diyaloğu bu kadar olur... En sempatikler yine öğrencilerdi tabii ki... YÖK sorununun nasıl çözümsüz olduğunu bir kez daha gördük.
Bence* 2002’nin en etkileyici
halkla ilişkiler çalışmaları
1. Garanti Bankası (12 Dev Adam)
2. Turkcell (Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları)
3. TEGV (1 milyon öğrenci; yıldızlar sınıfı)
4. Arçelik logo lansmanı
5. Fiat Palio Sporting lansmanı (Michael Schumacher)
6. Doğuş Otomotiv (Anadolu’da bir virtüöz)
7. Tofaş - TEGV Basketbol Gönüllüleri
8. TOBB (Türkiye geleceğini arıyor)
9. Gilan (Topkapı Sarayı)
10. Süt Kampanyası
*”Bence”demek, herhangi bir araştırmaya ya da veriye dayanmamak demek, yani tamamen tecrübeye, geçmiş birikim ve bilgiye dayalı, sübjektif demek...
Bence* İlk 10
1) Çarşı (Sevindirme)
2) İstikbal (Rahatınıza düşkünüz)
3) İsviçre Sigorta (Hacıyatmaz)
4) Telsim (Tersten okuma)
5) Golf GTI (Patlamış Mısır)
6) Profilo (Rüştü)
7) Reklam Özdenetim Kurulu
8) Turkcell (Hazır Kart)
9) Aria (Pazar yeri)
10) Bonus A (Mazhar Alanson – Bonus Ağa)
*”Bence”demek, herhangi bir araştırmaya ya da veriye dayanmamak demek, yani tamamen tecrübeye, geçmiş birikim ve bilgiye dayalı, sübjektif demek...