"Kadınımızı nereye konumlamalıyız?.."
15 MART 2012
Allah’tan bizim Genel Yayın Yönetmenimiz de bir kadın...
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nden bu yana öyle bir “mahalle baskısı” altındayım ki, sormayın… Önceleri “Yakın çevrem ortalama Türk kadını değil. Onun için bu kadar abartıyorlar” diye düşünmüştüm. Sonra iki olay beni uyandırdı. Biri hastanedeki hemşire ve kadın doktor arkadaşların tavırları; ikincisi de Başbakan’ın Kadınlar Günü’nü gündemine alış tarzı…
Kilo veriyoruz ya (15 kg gitti şimdilik); haftada iki gün Floronce Nightingale’de hemşire ve hekim arkadaşların kontrolünde eforu giderek artırılan yürüyüşler yapıyorum. Çok da iyi geliyor. Randevularımdan biri de 8 Mart’a denk düştü… Esra, Bircan, Gülsün hemşireler ve Doktor Kifayet Hanım’la Mari Hanım, işin içine biraz mizah katarak ağız birliği etmiş gibi o günün özelliğinden ve kendilerine daha özel davranılmasını beklediklerinden söz etmezler mi… Femen etkisi mi acaba, diye düşündüm. Hayır. Ukraynalı memeli kızlara gülüp geçiyorlar… Ancak bir şekilde de özel bir gün olarak yaşamak istiyorlar 8 Mart’ı…
Allah Allah biz de ecnebileşiyor muyuz yoksa? Oysa, bizde bu tür Anglosakson kadın bakışı çalışmaz; bir işe yaramaz, değil mi? Feministlerin Türkiye’de herhangi bir siyasi baskı aracı oluşturamamaları bizim toplumun kültür ve değerlerinden gelmez mi? ABD’de ve Orta ve Kuzey Avrupa’da kadın hareketlerinin oylarına oynamadan iktidar olunmazken bizdeki duruma baktığımızda kadın yaklaşımının tamamen farklı olması gerektiği akla gelmez mi?
Gerekir.
Peki nedir bu yakın çevremdeki hanım arkadaşlarımın “kadın fetişizmi”?... Kadın arkadaşlarım mı; hanım mı, bayan mı? Ne diyeceğimizi bile şaşırıyoruz zaten.
Tam karalar bağlamaya yazılmıştım ki, imdadıma Başbakan yetişti…
Aynı gün, bana sorarsanız tarihi konuşmalarından birini yaptı. Özetle “Biz kadına aile çerçevesi içinde bakarız. Annemizdir, eşimizdir, kız kardeşimizdir… Onun dışında bir anlam atfetmeyiz. Bizde cennet annelerin ayağının altındadır. Ben de annem rahmetlinin ayağının altını öperdim. Orada cennetin kokusu vardır”…
İşte bu yaklaşım ortalama Türk toplumu ortak ruhi şekillenmesini yansıtır. Banal bulabilirsiniz. Yeterince elit, ya da entelektüel gelmeyebilir size… Ancak anlaşılması gereken ortak ruhi şekillenme budur. Başkası değil. Çevremizdeki özenti, taklit azınlıktan yola çıkarak ülke politikası geliştirmek, çok talihsiz sonuçlar doğurabilir…
Benzer bir görüşü, TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun çalışmaları çerçevesinde katıldığımız bir toplantıda da dile getirmiştik. "Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinde Medyanın Rolü Alt Komisyonu"nun davetiydi bu… Komisyonun başkanı AK Parti Şanlıurfa Milletvekili Zeynep Karahan Uslu, "Medyadaki söylemin cinsiyet eşitlikçi söylem olması gerekir. Medya, cinsiyet eşitliğinin sağlandığı bir Türkiye'ye ulaşmakta hayati öneme sahiptir. Medyadaki söylemin cinsiyet eşitlikçi söylem olması gerekir. 'Toplum ne istiyorsa biz onu yapıyoruz' anlayışı doğru değildir" demişti…
Bu bakış açısına kim itiraz edebilir ki? Mesele, bu iyi niyetli yaklaşımın nasıl hayata geçirileceğinin somut olarak ortaya konulmasında yatmaktadır.
Toplantıda bana söz verildiğinde bizdeki kadın-erkek fırsat eşitliği meselesinin Hıristiyan Batı’nın araçlarıyla çözülemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Batı’nın bu konuda merhemi olsa önce kendi başına sürecekti. Yapmamız gereken, komisyon vaatlerinde de altı çizilmiş olan “Türkiye’nin toplumsal yapısına uygun” organizasyonlar, yapılanmalar oluşturabilmekti...
Örneğin Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü benzeri, görevi, algılamayı yönetmek olan bir yapı kurulabilirdi. Medyanın bir düşünce değişikliğine gidebilmesi ve gereken desteği verebilmesi için meslek odaları mantığında bir yapılanmayla bütünleşmesi gerekirdi. Ayrıca gündem belirleme bağlamında toplumun itibar atfettiği Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Ordu gibi üst makamların da konu yönetimi çerçevesindeki iletişim projelerine dahil edilmeleri yerinde olurdu.
Zeynep Karahan Uslu tespit etmiş. 10 köşe yazarından biri kadınmış. Yüz haberden 20'si kadınlarla ilgiliymiş. Bunun da yarısı magazin haberiymiş. Birinci sayfa güzelinden, yönetmenlerin tamamına yakınının erkek olduğuna kadar tüm veriler, medyada kadınları aşağılayan haberlerin ağırlıkta olduğu yönündeymiş.
Bu arada medyada en çok yer alan programlar son haftaki araştırmaya göre şöyle: 1. O Ses Türkiye 2. Kim Milyoner Olmak İster? 3. Yetenek Sizsiniz Türkiye. Görüldüğü gibi emeksiz, üretmeden kolay yoldan zengin olma meselesi ilk sıralarda.
Amaç bu tablonun değişmesi ise, bizim toplumumuzun ve kadınımızın yerini, kimliğini kendi kültür ve değerlerimize göre belirleyerek işe başlamalıyız. Bu yolda Başbakan Erdoğan’ın Dünya Kadınlar günü münasebetiyle yaptığı konuşmayı tartışarak işe başlayabiliriz. Türkiye’deki kadın konumlaması nasıldır, sorusunun yanıtını arayarak…
İletişim direktörleri ve danışmanları için kılavuz…
Türkiye’deki Kurumsal İletişim Direktörleri Derneği’nin mutlaka haberi vardır. Aynısını değil ama sektöre sağlam ışık tutacak bir benzerini mutlaka Türkiye’de yaptıracaklardır. Avrupa Kurumsal İletişim Direktörleri Derneği 2007’den bu yana düzenli yaptırdığı çok kapsamlı bir araştırmaların yenisini yayınlamış. Türkiye dahil 43 ülkede ajans ve kurum tarafında çalışan 2 bin 207 üst düzey profesyonel iletişimcilerin verdiği yanıtlar değerlendirilmiş.
Konu başlıkları şöyle: Halkla ilişkilerin itibarı, karar verme, liderlik üslubu, karar süreçlerindeki yeri, iletişim departmanının gücü, iletişim yatırımlarının geri dönüşü (ROI, ölçümleme), stratejik konulardaki yeri ve iletişimcilere duyulan güven.
Araştırmanın tümünü buraya almak olası değil. İçinden bir iki tadımlık rakama bakmakta ve Türkiye’deki sektörle kıyaslamakta yarar olabilir.
Önce, Avrupa’daki iletişim profesyonellerini temsi ettiği söylenen deneklerin eğitim durumlarına bir göz atalım. Doktorası bulunanlar yüzde 6.7, Yüksek Lisans yapmış olanlar yüzde 58.8, üniversite mezunu yüzde 27.8, herhangi bir akademik unvanı olmayan yüzde 6.6... Bizdeki genel durumu bilmiyorum, ancak herkes kendi şirketindeki duruma bakabilir ve sektörün gelecek, diyelim ki 10 yıl içinde nereye gideceği ile ilgili bir fikir sahibi olabilir…
Ülkemde medya nezdinde PR’ın olumsuz bir izlenimi vardır diyenler yüzde 41,6; bu olumsuz izlenim PR’ın itibarını aşağıya çeker diyenler yüzde 72,8; bu durumun PR’a duyulan güveni de sarstığını söyleyenler yüzde 73,7.
Bu durumun doğal sonucu olarak, profesyoneller kendi meslekleri için başka kavram ve tanımları tercih ediyorlar. Bunun ilk üçü şöyle: Kurumsal İletişim, Stratejik İletişim, İletişim Yönetimi… Eskiyen, demode kavramlardan biri de “Entegre İletişim”…
İletişim profesyonelleri yaptıkları işi, kuruluşların iş hedeflerini destekleme yolunda iletişimin planlanması ve uygulanması şeklinde tanımlanmasına yüzde 90.8 oranında katılıyorlar. Kendilerini iş hedeflerinin tanımlanmasından sorumlu tutanların oranı ise yüzde 70,8.
Kurumsal iletişim direktörlerinin yüzde 60’ı doğrudan CEO’ya bağlı çalışıyorlarmış. Ciddi bir rakam. Bizim arkadaşlarda da durum fena değildir. İletişimi geniş boyutuyla yönettiğini söyleyenler yüzde 41,7… En az üç iletişim alanından sorumlu olanlar da yüzde 41,7… Sadece medya ilişkileri çerçevesinde çalışanlar ise 16,6…
En ilginç olan rakam şu: Üst düzey iletişimcilerin “Yönetim Kurulu’nda bir koltuğum var” diyenlerinin oranı yüzde 91.9 imiş… Türkiye’de böyle bir rakamın yanına yaklaşılamaz gibi…
Araştırmanın devamı hayli detaylı ve önemli veriler içeriyor. Merak edenler, ya dernekten bulabilirler ya da bana yazabilirler…
Reklam ve iletişimin sürekliliği
Reklamcılar Derneği Genel Müdürü ve akademisyen Ayşegül Molu, Boydak Grubu’nun çıkardığı kurumsal yayına verdiği röportajda “iletişimin sürekliliği” anlamında değerli bir bilgi paylaşmış. Kurumların ekonomik krizin muhtemel olumsuzluklarından markalarını korumak isteyen karar vericilerin çok yararlanabilecekleri bir değerlendirme bu...
Ayşegül Molu’nun, derginin “Reklamın temel hedefi nedir?” sorusuna verdiği yanıt, dünden yarına uzanabilecek bir bellek taramasıyla ne yapılması gerektiğini de gayet iyi özetliyor:
“Tüketiciyle iletişimin sürekliliği esastır. Sözgelimi orta halli bir aileden ev hanımı markete gittiğinde, ilgi duyduğu her kategoriyle ilgili onlarca markayla yüz yüzedir. Reklam verenlerin ve iletişim dünyası olarak bizim bütün hedefimiz de, onun zihnindeki ilk üçlük tercih menüsü içindeki yerimizi veya alma sıklığımızı artırmak. Bütün oyun, bu ‘ilk üç marka’ üzerine kuruludur, bütün pazarlama kurgusu da buna doğru akar.
Türk ekonomisindeki çalkantılar nedeniyle 2005 yılı sonrasında reklamın etkisine ilişkin, pozitif anlamda çok önemli bir kanaat uyandı. Tüketiciyle iletişimin kesintiye uğramaması gerektiği yönünde düşünce değişiklikleri oluştu. Çünkü krizler öyle ilginç ortamlar ki, bütün rekabet algısını değiştirebiliyorlar. Kriz içerisinde iletişim yatırımına ara veren markaların, kriz sonrasında bunu telafi için, o verdikleri aranın çok üzerinde bir çaba göstermesi gerekiyor. Ya da tersi, hiçbir biçimde o üçlü kotanın içerisinde olmayan bir marka, kriz ortamında aktif hale gelerek potaya giriyor ve kriz sonrasında da bunun faydalarından yararlanmayı sürdürüyor.”
Ağzınıza sağlık Ayşegül Hanım.
Ders gibi şiir!
Koskoca şairi sadece “İl Postino” ile hatırladığım zamanlar hafif bir utanma duygusu sarar her tarafımı… Geçen hafta Daikin toplantısı için geldiğimiz Kıbrıs’ta, arkadaşlar bir şiirini paylaştılar Pablo Neruda’nın… Her türlü duygusal hedefi 12’den vuran bu şiiri bilmiyorsanız da bilmelisiniz sanırım… Çünkü ders gibi…
“Yavaş yavaş ölürler /Seyahat etmeyenler / Yavaş yavaş ölürler / Okumayanlar, müzik dinlemeyenler, /Vicdanlarında hoşgörüyü barındırmayanlar /
Yavaş yavaş ölürler, /Alışkanlıklarına esir olanlar, /Hergün aynı yolları yürüyenler,/ Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler, /Elbiselerinin rengini değiştirme riskine girmeyenler, / Bir yabancıyla konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler, / Heyecanlardan kaçınanlar, / Tamir edilen kırık kalplerin / gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten / Kaçınanlar,
Yavaş yavaş ölürler / Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler, / Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar, / Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.”
Ders gibi mi tokat gibi mi? Adamına göre, değil mi? Arada sırada durup ne kadar yavaş öldüğümüze bakmakta yarar var. Her yüzleşme biraz şiir sayılmaz mı zaten?
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nden bu yana öyle bir “mahalle baskısı” altındayım ki, sormayın… Önceleri “Yakın çevrem ortalama Türk kadını değil. Onun için bu kadar abartıyorlar” diye düşünmüştüm. Sonra iki olay beni uyandırdı. Biri hastanedeki hemşire ve kadın doktor arkadaşların tavırları; ikincisi de Başbakan’ın Kadınlar Günü’nü gündemine alış tarzı…
Kilo veriyoruz ya (15 kg gitti şimdilik); haftada iki gün Floronce Nightingale’de hemşire ve hekim arkadaşların kontrolünde eforu giderek artırılan yürüyüşler yapıyorum. Çok da iyi geliyor. Randevularımdan biri de 8 Mart’a denk düştü… Esra, Bircan, Gülsün hemşireler ve Doktor Kifayet Hanım’la Mari Hanım, işin içine biraz mizah katarak ağız birliği etmiş gibi o günün özelliğinden ve kendilerine daha özel davranılmasını beklediklerinden söz etmezler mi… Femen etkisi mi acaba, diye düşündüm. Hayır. Ukraynalı memeli kızlara gülüp geçiyorlar… Ancak bir şekilde de özel bir gün olarak yaşamak istiyorlar 8 Mart’ı…
Allah Allah biz de ecnebileşiyor muyuz yoksa? Oysa, bizde bu tür Anglosakson kadın bakışı çalışmaz; bir işe yaramaz, değil mi? Feministlerin Türkiye’de herhangi bir siyasi baskı aracı oluşturamamaları bizim toplumun kültür ve değerlerinden gelmez mi? ABD’de ve Orta ve Kuzey Avrupa’da kadın hareketlerinin oylarına oynamadan iktidar olunmazken bizdeki duruma baktığımızda kadın yaklaşımının tamamen farklı olması gerektiği akla gelmez mi?
Gerekir.
Peki nedir bu yakın çevremdeki hanım arkadaşlarımın “kadın fetişizmi”?... Kadın arkadaşlarım mı; hanım mı, bayan mı? Ne diyeceğimizi bile şaşırıyoruz zaten.
Tam karalar bağlamaya yazılmıştım ki, imdadıma Başbakan yetişti…
Aynı gün, bana sorarsanız tarihi konuşmalarından birini yaptı. Özetle “Biz kadına aile çerçevesi içinde bakarız. Annemizdir, eşimizdir, kız kardeşimizdir… Onun dışında bir anlam atfetmeyiz. Bizde cennet annelerin ayağının altındadır. Ben de annem rahmetlinin ayağının altını öperdim. Orada cennetin kokusu vardır”…
İşte bu yaklaşım ortalama Türk toplumu ortak ruhi şekillenmesini yansıtır. Banal bulabilirsiniz. Yeterince elit, ya da entelektüel gelmeyebilir size… Ancak anlaşılması gereken ortak ruhi şekillenme budur. Başkası değil. Çevremizdeki özenti, taklit azınlıktan yola çıkarak ülke politikası geliştirmek, çok talihsiz sonuçlar doğurabilir…
Benzer bir görüşü, TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun çalışmaları çerçevesinde katıldığımız bir toplantıda da dile getirmiştik. "Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinde Medyanın Rolü Alt Komisyonu"nun davetiydi bu… Komisyonun başkanı AK Parti Şanlıurfa Milletvekili Zeynep Karahan Uslu, "Medyadaki söylemin cinsiyet eşitlikçi söylem olması gerekir. Medya, cinsiyet eşitliğinin sağlandığı bir Türkiye'ye ulaşmakta hayati öneme sahiptir. Medyadaki söylemin cinsiyet eşitlikçi söylem olması gerekir. 'Toplum ne istiyorsa biz onu yapıyoruz' anlayışı doğru değildir" demişti…
Bu bakış açısına kim itiraz edebilir ki? Mesele, bu iyi niyetli yaklaşımın nasıl hayata geçirileceğinin somut olarak ortaya konulmasında yatmaktadır.
Toplantıda bana söz verildiğinde bizdeki kadın-erkek fırsat eşitliği meselesinin Hıristiyan Batı’nın araçlarıyla çözülemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Batı’nın bu konuda merhemi olsa önce kendi başına sürecekti. Yapmamız gereken, komisyon vaatlerinde de altı çizilmiş olan “Türkiye’nin toplumsal yapısına uygun” organizasyonlar, yapılanmalar oluşturabilmekti...
Örneğin Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü benzeri, görevi, algılamayı yönetmek olan bir yapı kurulabilirdi. Medyanın bir düşünce değişikliğine gidebilmesi ve gereken desteği verebilmesi için meslek odaları mantığında bir yapılanmayla bütünleşmesi gerekirdi. Ayrıca gündem belirleme bağlamında toplumun itibar atfettiği Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Ordu gibi üst makamların da konu yönetimi çerçevesindeki iletişim projelerine dahil edilmeleri yerinde olurdu.
Zeynep Karahan Uslu tespit etmiş. 10 köşe yazarından biri kadınmış. Yüz haberden 20'si kadınlarla ilgiliymiş. Bunun da yarısı magazin haberiymiş. Birinci sayfa güzelinden, yönetmenlerin tamamına yakınının erkek olduğuna kadar tüm veriler, medyada kadınları aşağılayan haberlerin ağırlıkta olduğu yönündeymiş.
Bu arada medyada en çok yer alan programlar son haftaki araştırmaya göre şöyle: 1. O Ses Türkiye 2. Kim Milyoner Olmak İster? 3. Yetenek Sizsiniz Türkiye. Görüldüğü gibi emeksiz, üretmeden kolay yoldan zengin olma meselesi ilk sıralarda.
Amaç bu tablonun değişmesi ise, bizim toplumumuzun ve kadınımızın yerini, kimliğini kendi kültür ve değerlerimize göre belirleyerek işe başlamalıyız. Bu yolda Başbakan Erdoğan’ın Dünya Kadınlar günü münasebetiyle yaptığı konuşmayı tartışarak işe başlayabiliriz. Türkiye’deki kadın konumlaması nasıldır, sorusunun yanıtını arayarak…
İletişim direktörleri ve danışmanları için kılavuz…
Türkiye’deki Kurumsal İletişim Direktörleri Derneği’nin mutlaka haberi vardır. Aynısını değil ama sektöre sağlam ışık tutacak bir benzerini mutlaka Türkiye’de yaptıracaklardır. Avrupa Kurumsal İletişim Direktörleri Derneği 2007’den bu yana düzenli yaptırdığı çok kapsamlı bir araştırmaların yenisini yayınlamış. Türkiye dahil 43 ülkede ajans ve kurum tarafında çalışan 2 bin 207 üst düzey profesyonel iletişimcilerin verdiği yanıtlar değerlendirilmiş.
Konu başlıkları şöyle: Halkla ilişkilerin itibarı, karar verme, liderlik üslubu, karar süreçlerindeki yeri, iletişim departmanının gücü, iletişim yatırımlarının geri dönüşü (ROI, ölçümleme), stratejik konulardaki yeri ve iletişimcilere duyulan güven.
Araştırmanın tümünü buraya almak olası değil. İçinden bir iki tadımlık rakama bakmakta ve Türkiye’deki sektörle kıyaslamakta yarar olabilir.
Önce, Avrupa’daki iletişim profesyonellerini temsi ettiği söylenen deneklerin eğitim durumlarına bir göz atalım. Doktorası bulunanlar yüzde 6.7, Yüksek Lisans yapmış olanlar yüzde 58.8, üniversite mezunu yüzde 27.8, herhangi bir akademik unvanı olmayan yüzde 6.6... Bizdeki genel durumu bilmiyorum, ancak herkes kendi şirketindeki duruma bakabilir ve sektörün gelecek, diyelim ki 10 yıl içinde nereye gideceği ile ilgili bir fikir sahibi olabilir…
Ülkemde medya nezdinde PR’ın olumsuz bir izlenimi vardır diyenler yüzde 41,6; bu olumsuz izlenim PR’ın itibarını aşağıya çeker diyenler yüzde 72,8; bu durumun PR’a duyulan güveni de sarstığını söyleyenler yüzde 73,7.
Bu durumun doğal sonucu olarak, profesyoneller kendi meslekleri için başka kavram ve tanımları tercih ediyorlar. Bunun ilk üçü şöyle: Kurumsal İletişim, Stratejik İletişim, İletişim Yönetimi… Eskiyen, demode kavramlardan biri de “Entegre İletişim”…
İletişim profesyonelleri yaptıkları işi, kuruluşların iş hedeflerini destekleme yolunda iletişimin planlanması ve uygulanması şeklinde tanımlanmasına yüzde 90.8 oranında katılıyorlar. Kendilerini iş hedeflerinin tanımlanmasından sorumlu tutanların oranı ise yüzde 70,8.
Kurumsal iletişim direktörlerinin yüzde 60’ı doğrudan CEO’ya bağlı çalışıyorlarmış. Ciddi bir rakam. Bizim arkadaşlarda da durum fena değildir. İletişimi geniş boyutuyla yönettiğini söyleyenler yüzde 41,7… En az üç iletişim alanından sorumlu olanlar da yüzde 41,7… Sadece medya ilişkileri çerçevesinde çalışanlar ise 16,6…
En ilginç olan rakam şu: Üst düzey iletişimcilerin “Yönetim Kurulu’nda bir koltuğum var” diyenlerinin oranı yüzde 91.9 imiş… Türkiye’de böyle bir rakamın yanına yaklaşılamaz gibi…
Araştırmanın devamı hayli detaylı ve önemli veriler içeriyor. Merak edenler, ya dernekten bulabilirler ya da bana yazabilirler…
Reklam ve iletişimin sürekliliği
Reklamcılar Derneği Genel Müdürü ve akademisyen Ayşegül Molu, Boydak Grubu’nun çıkardığı kurumsal yayına verdiği röportajda “iletişimin sürekliliği” anlamında değerli bir bilgi paylaşmış. Kurumların ekonomik krizin muhtemel olumsuzluklarından markalarını korumak isteyen karar vericilerin çok yararlanabilecekleri bir değerlendirme bu...
Ayşegül Molu’nun, derginin “Reklamın temel hedefi nedir?” sorusuna verdiği yanıt, dünden yarına uzanabilecek bir bellek taramasıyla ne yapılması gerektiğini de gayet iyi özetliyor:
“Tüketiciyle iletişimin sürekliliği esastır. Sözgelimi orta halli bir aileden ev hanımı markete gittiğinde, ilgi duyduğu her kategoriyle ilgili onlarca markayla yüz yüzedir. Reklam verenlerin ve iletişim dünyası olarak bizim bütün hedefimiz de, onun zihnindeki ilk üçlük tercih menüsü içindeki yerimizi veya alma sıklığımızı artırmak. Bütün oyun, bu ‘ilk üç marka’ üzerine kuruludur, bütün pazarlama kurgusu da buna doğru akar.
Türk ekonomisindeki çalkantılar nedeniyle 2005 yılı sonrasında reklamın etkisine ilişkin, pozitif anlamda çok önemli bir kanaat uyandı. Tüketiciyle iletişimin kesintiye uğramaması gerektiği yönünde düşünce değişiklikleri oluştu. Çünkü krizler öyle ilginç ortamlar ki, bütün rekabet algısını değiştirebiliyorlar. Kriz içerisinde iletişim yatırımına ara veren markaların, kriz sonrasında bunu telafi için, o verdikleri aranın çok üzerinde bir çaba göstermesi gerekiyor. Ya da tersi, hiçbir biçimde o üçlü kotanın içerisinde olmayan bir marka, kriz ortamında aktif hale gelerek potaya giriyor ve kriz sonrasında da bunun faydalarından yararlanmayı sürdürüyor.”
Ağzınıza sağlık Ayşegül Hanım.
Ders gibi şiir!
Koskoca şairi sadece “İl Postino” ile hatırladığım zamanlar hafif bir utanma duygusu sarar her tarafımı… Geçen hafta Daikin toplantısı için geldiğimiz Kıbrıs’ta, arkadaşlar bir şiirini paylaştılar Pablo Neruda’nın… Her türlü duygusal hedefi 12’den vuran bu şiiri bilmiyorsanız da bilmelisiniz sanırım… Çünkü ders gibi…
“Yavaş yavaş ölürler /Seyahat etmeyenler / Yavaş yavaş ölürler / Okumayanlar, müzik dinlemeyenler, /Vicdanlarında hoşgörüyü barındırmayanlar /
Yavaş yavaş ölürler, /Alışkanlıklarına esir olanlar, /Hergün aynı yolları yürüyenler,/ Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler, /Elbiselerinin rengini değiştirme riskine girmeyenler, / Bir yabancıyla konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler, / Heyecanlardan kaçınanlar, / Tamir edilen kırık kalplerin / gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten / Kaçınanlar,
Yavaş yavaş ölürler / Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler, / Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar, / Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.”
Ders gibi mi tokat gibi mi? Adamına göre, değil mi? Arada sırada durup ne kadar yavaş öldüğümüze bakmakta yarar var. Her yüzleşme biraz şiir sayılmaz mı zaten?