Kahraman House Cafe, Starbucks’a karşı
15 Ağustos 2006 - Marketing Türkiye
Hizmet sektöründe müşteriyi memnun etmek, bu arada da durmadan büyümek her babayiğidin harcı değildir. İstanbul’un en lüks semtlerinde mantar gibi çoğalan The House Cafe’ler şimdiden özellikle gençler arasında efsaneleşmeye başladı bile.
Ben de bu kafeyi Galatasaray Üniversitesi’nde okuyan kızımdan duyduğumda ilk tepkim “Kim adı evini çağrıştıran bir mekana gidip o kadar para öder ki” olmuştu. Sonra Kalder’in bir toplantısını Ortaköy’deki The House Cafe’de düzenlediler. Bizzat görüp yaşama fırsatı buldum.
Sıfır reklam harcaması ile yola çıkan The House Cafe’n,n stratejisi de son derece yalın: Bilinen şeyleri yeniden tasarlayarak sunmak. Einstein, “Dahiyena olan basiti bulmaktır demiş”. Günümüz marka yönetimi için ideal düstur aslında...
Çağın yaratıcılık değil yenilikçilik çağı olduğunu kavrayan House Cafecileri efsane yapan ise limonataları. Evet, bildiğimiz limonata...
House Cafe’ye giden kiminle konuşsam “Uzun zamandır böyle limonata içmedim. Aynı babaanneminkilere benziyor” diyor. Malzemeden çalmadan yapılan limonataya bol nane ve mevsimin en taze meyvelerinin eklenmesi özellikle bu yaz sıcaklarında mekanın ratinginin tavana vurmasını sağlamış.
Tabii The House Cafe’nin, 2002 yılında Teşvikiye’de açılan küçük bir apartman dairesinden bugün 6 şubelik bir zincire dönüşmesi sadece limonatayla olmamış. Çok değil 4 yıl önce kafe açıldığında kulaktan kulağa tavsiye (word of mouth) tarzı iletişimin yeri geldiğinde ne kadar etkili olduğunu kanıtlıyor.
“İnsan kendini yemek odasında gibi hissediyor”, “Kocaman masayı tanımadığın insanlarla paylaşıyorsun. Garip geliyor ama çok zevkli” gibi sözleri kendine samimi ve rahat bir mekan arayan Beyaz Türkler’e ettirmek, Jack Trout’un dediği gibi ‘kuran vermek’le mümkün. Yani ‘Çin’in bütün çayını verseler’, ilkelerden vazgeçmemekle... David (House Cafe), Goliath’la (Starbucks) ancak o zaman başa çıkabilirdi aslında...
Türkiye bir T-Box örneği yaşadı. Gelecek yıl da üniversitede The House Cafe örneğini ele aşacağız herhalde...
Çin istilası markalara da sıçradı
Interbrand’in son 5 yıldır marka değerlendirme yöntemlerini kullanarak yaptığı “en başarılı 100 marka”nın 2006 sıralaması geçen hafta açıklandı. Birinci gene değişmedi. 67 milyar dolarlık marka değeri ile Coca Cola liderliğini sürdürüyor. Dünyanın en değerli markaları listesine girmenin basit, basit olduğu kadar yaman koşulları var: Önce markanın gelirinin üçte ikisini merkezinin dışındaki ülkelerden elde etmesi gerek. Sonra, kendi müşteri tabanı dışında tüketiciler tarafından tanınması ve nihayet herkesin ulaşabileceği pazarlama ve finansal verilerine sahip olması...
Liste elime geçer geçmez “acaba hiç Çinli firma var mı” diye baktım. Açıkçası en değerli 100 marka arasında dünyanın yükselen devi Çin’den bir tane bile marka olmaması beni hiç şaşırtmadı. Çünkü Çin yıllardır pazarlama değil üretim odaklı bir stratejiyi benimsemişti.
Marka iletişimi ve kurumsal kimlik konularında 20’den fazla ülkede faaliyet gösteren Interbrand’in de ilgisini çekmiş ki, Interbrand direktörleri Çinli firmaların marka yolculuğu ile ilgili analiz üzerine analiz yapmaya başlamışlar.
Bu analizlerin en kapsamlısı ülkemizde çıkan en kaliteli kurum dergilerinden biri olan Sabah Business’ın Ağustos sayısında özet olarak yayınlandı. İşte orada Çin adına net bir strateji değişikliğini gözlemlemek mümkün...
Çin’in artık sadece kendi yarattığı markalar için pazarlama uğraşı vermeyi hedeflemediği gibi, hali hazırda global markaları da satın almayı amaç haline getirdiğini Mısır’daki sağır sultan bile duydu. Çin hükümeti bu iş için 15 milyar dolarlık bir bütçe ayırmış. Çin’i dünya çapındaki markaları devralma stratejisine iten nedenlerden en önemlisi Çinli markaların tüketici nezdinde yarattığı algılanma düzeyindeki sorunlar.
Marka konusuyla haşır neşir olanların yakından bildiği www.businesschannel.com sitesinde 243 adet marka profesyoneli ile yapılan anketten çıkan sonuç, Çinli markaların tüketici nezdinde beğeni düzeyinin düşük olduğunu kanıtlıyor. Sabah Business’taki makaleden aktaralım.
“Made in China” damgasının Çin markalarına zarar verdiğine inananların oranı yüzde 80’i buluyor. Ankete göre Çin markası denilince akla “ucuz, düşük değerli, kalitesiz, güvenilmez, tanınmamış, girişimci” ifadeleri geliyor. (Bu yargı sözlerini bir yerlerden hatırlıyor musunuz?..)
Bence esas şimdi korkmak gerekir Çin’den. İnsan kaynağını yok bahasına çalıştırıp, ucuz mal üretmeleri bir iş değildir. Batı buna karşı ‘inovasyon’ silahını her zaman çekebilirdi. Çekti de...
Uluslararası markalarla ülke marka değerini artırmaları ve portföylerine prestij, güven, emniyet kavramlarını ekledikleri zaman gerçek süper güç olacaklardır...
Muhalefet yoksa güven de yok
Uluslararası araştırma şirketi GFK her yıl yaptığı Güven Endeksi araştımasının 2006 sonuçlarını açıkladı. Gazetelerdeki “en az güven politikacılara” başlıklarını görünce “doğu cephesinde değişen birşey yok” diyebilirsiniz.
Ama madalyonun bir de tersi var.
Türkiye’nin de bulunduğu 20 ülkede 19 bin kişi ile yüz yüze görüşülerek yapılan araştırmada dünya sıralaması ile Türkiye sıralaması biraz değişik. 20 ülkenin ortalamasında en güvenilir kurumlar doktorlar, öğretmenler ve ordu olurken Türkiye özelinde sıralama; ordu, öğretmen, doktor şeklinde değişiyor. Silahlı Kuvvetlerimiz her zamanki gibi bir numarada...
Doktorlar, öğretmenler, ordu, polis, din adamları, avukatlar, gazeteciler, yöneticiler ve politikacılar olmak üzere dokuz meslek grubuna duyulan güven düzeyinin sorgulandığı araştırmada en düşük endeks değerini politikacılar alırken, onları sırasıyla yöneticiler ve gazeteciler izlemiş.
Türkiye'de ise yüzde 91 ile en güvenilen kurum ordu olurken hemen arkasından yüzde 90 ile öğretmenler, yüzde 89 ile de doktorlar geliyor. Ülkemizde emniyet teşkilatına güvenenlerin oranı ise yüzde 78. Din adamlarına güvenenlerin en az olduğu ülke yüzde 36 ile Yunanistan olurken, din adamına güvenenlerin en çok olduğu ülke ise yüzde 80 ile Romanya oldu. Romanya'yı yüzde 69 ile Türkiye ve ABD, yüzde 67 ile İngiltere ve İsveç izliyor.
Buraya kadar sürpriz yok. Ancak güven sıralaması aşağılara doğru inince enteresan sonuçlar ortaya çıkıyor. Araştırmaya katılan her 2 kişiden biri medyaya ve gazeteciler güvenmiyor. Gazetecilere güven ortalaması yüzde 39 olarak çıkarken Türkiye oranı da yüzde 1 farkla 40 olarak çıkmış.
Politikacıların durumu içler acısı. 2005’te bu araştırmaya katılan Türklerin yüzde 32’si politikacılara güvendiğini belirtirken bu oran 1 yıl içinde yüzde 23’e düşmüş. Az buz değil yüzde 9’luk düşüş zaten karamsar olan tabloyu daha de hazinleştiriyor.
Bizce bu düşüşte en büyük pay muhalefetin. 2002 seçimlerinden bu yana iktidarı bir türlü baskı altına alamayan, daha doğrusu baskı altına almayı sadece ‘cumhuriyet elden gidiyor; şeriat geliyor; kadrolaşma başını aldı gidiyor” tezlerine bağlayan, kendini sadece iktidara göre ifade eden, kendi çözüm yollarını bir türlü ortaya koyamayan muhalefetin yarattığı, ümitsiz alternatifsiz ortam, siyasetin top yekun anlam yitirmesine neden oluyor...
Ben de bu kafeyi Galatasaray Üniversitesi’nde okuyan kızımdan duyduğumda ilk tepkim “Kim adı evini çağrıştıran bir mekana gidip o kadar para öder ki” olmuştu. Sonra Kalder’in bir toplantısını Ortaköy’deki The House Cafe’de düzenlediler. Bizzat görüp yaşama fırsatı buldum.
Sıfır reklam harcaması ile yola çıkan The House Cafe’n,n stratejisi de son derece yalın: Bilinen şeyleri yeniden tasarlayarak sunmak. Einstein, “Dahiyena olan basiti bulmaktır demiş”. Günümüz marka yönetimi için ideal düstur aslında...
Çağın yaratıcılık değil yenilikçilik çağı olduğunu kavrayan House Cafecileri efsane yapan ise limonataları. Evet, bildiğimiz limonata...
House Cafe’ye giden kiminle konuşsam “Uzun zamandır böyle limonata içmedim. Aynı babaanneminkilere benziyor” diyor. Malzemeden çalmadan yapılan limonataya bol nane ve mevsimin en taze meyvelerinin eklenmesi özellikle bu yaz sıcaklarında mekanın ratinginin tavana vurmasını sağlamış.
Tabii The House Cafe’nin, 2002 yılında Teşvikiye’de açılan küçük bir apartman dairesinden bugün 6 şubelik bir zincire dönüşmesi sadece limonatayla olmamış. Çok değil 4 yıl önce kafe açıldığında kulaktan kulağa tavsiye (word of mouth) tarzı iletişimin yeri geldiğinde ne kadar etkili olduğunu kanıtlıyor.
“İnsan kendini yemek odasında gibi hissediyor”, “Kocaman masayı tanımadığın insanlarla paylaşıyorsun. Garip geliyor ama çok zevkli” gibi sözleri kendine samimi ve rahat bir mekan arayan Beyaz Türkler’e ettirmek, Jack Trout’un dediği gibi ‘kuran vermek’le mümkün. Yani ‘Çin’in bütün çayını verseler’, ilkelerden vazgeçmemekle... David (House Cafe), Goliath’la (Starbucks) ancak o zaman başa çıkabilirdi aslında...
Türkiye bir T-Box örneği yaşadı. Gelecek yıl da üniversitede The House Cafe örneğini ele aşacağız herhalde...
Çin istilası markalara da sıçradı
Interbrand’in son 5 yıldır marka değerlendirme yöntemlerini kullanarak yaptığı “en başarılı 100 marka”nın 2006 sıralaması geçen hafta açıklandı. Birinci gene değişmedi. 67 milyar dolarlık marka değeri ile Coca Cola liderliğini sürdürüyor. Dünyanın en değerli markaları listesine girmenin basit, basit olduğu kadar yaman koşulları var: Önce markanın gelirinin üçte ikisini merkezinin dışındaki ülkelerden elde etmesi gerek. Sonra, kendi müşteri tabanı dışında tüketiciler tarafından tanınması ve nihayet herkesin ulaşabileceği pazarlama ve finansal verilerine sahip olması...
Liste elime geçer geçmez “acaba hiç Çinli firma var mı” diye baktım. Açıkçası en değerli 100 marka arasında dünyanın yükselen devi Çin’den bir tane bile marka olmaması beni hiç şaşırtmadı. Çünkü Çin yıllardır pazarlama değil üretim odaklı bir stratejiyi benimsemişti.
Marka iletişimi ve kurumsal kimlik konularında 20’den fazla ülkede faaliyet gösteren Interbrand’in de ilgisini çekmiş ki, Interbrand direktörleri Çinli firmaların marka yolculuğu ile ilgili analiz üzerine analiz yapmaya başlamışlar.
Bu analizlerin en kapsamlısı ülkemizde çıkan en kaliteli kurum dergilerinden biri olan Sabah Business’ın Ağustos sayısında özet olarak yayınlandı. İşte orada Çin adına net bir strateji değişikliğini gözlemlemek mümkün...
Çin’in artık sadece kendi yarattığı markalar için pazarlama uğraşı vermeyi hedeflemediği gibi, hali hazırda global markaları da satın almayı amaç haline getirdiğini Mısır’daki sağır sultan bile duydu. Çin hükümeti bu iş için 15 milyar dolarlık bir bütçe ayırmış. Çin’i dünya çapındaki markaları devralma stratejisine iten nedenlerden en önemlisi Çinli markaların tüketici nezdinde yarattığı algılanma düzeyindeki sorunlar.
Marka konusuyla haşır neşir olanların yakından bildiği www.businesschannel.com sitesinde 243 adet marka profesyoneli ile yapılan anketten çıkan sonuç, Çinli markaların tüketici nezdinde beğeni düzeyinin düşük olduğunu kanıtlıyor. Sabah Business’taki makaleden aktaralım.
“Made in China” damgasının Çin markalarına zarar verdiğine inananların oranı yüzde 80’i buluyor. Ankete göre Çin markası denilince akla “ucuz, düşük değerli, kalitesiz, güvenilmez, tanınmamış, girişimci” ifadeleri geliyor. (Bu yargı sözlerini bir yerlerden hatırlıyor musunuz?..)
Bence esas şimdi korkmak gerekir Çin’den. İnsan kaynağını yok bahasına çalıştırıp, ucuz mal üretmeleri bir iş değildir. Batı buna karşı ‘inovasyon’ silahını her zaman çekebilirdi. Çekti de...
Uluslararası markalarla ülke marka değerini artırmaları ve portföylerine prestij, güven, emniyet kavramlarını ekledikleri zaman gerçek süper güç olacaklardır...
Muhalefet yoksa güven de yok
Uluslararası araştırma şirketi GFK her yıl yaptığı Güven Endeksi araştımasının 2006 sonuçlarını açıkladı. Gazetelerdeki “en az güven politikacılara” başlıklarını görünce “doğu cephesinde değişen birşey yok” diyebilirsiniz.
Ama madalyonun bir de tersi var.
Türkiye’nin de bulunduğu 20 ülkede 19 bin kişi ile yüz yüze görüşülerek yapılan araştırmada dünya sıralaması ile Türkiye sıralaması biraz değişik. 20 ülkenin ortalamasında en güvenilir kurumlar doktorlar, öğretmenler ve ordu olurken Türkiye özelinde sıralama; ordu, öğretmen, doktor şeklinde değişiyor. Silahlı Kuvvetlerimiz her zamanki gibi bir numarada...
Doktorlar, öğretmenler, ordu, polis, din adamları, avukatlar, gazeteciler, yöneticiler ve politikacılar olmak üzere dokuz meslek grubuna duyulan güven düzeyinin sorgulandığı araştırmada en düşük endeks değerini politikacılar alırken, onları sırasıyla yöneticiler ve gazeteciler izlemiş.
Türkiye'de ise yüzde 91 ile en güvenilen kurum ordu olurken hemen arkasından yüzde 90 ile öğretmenler, yüzde 89 ile de doktorlar geliyor. Ülkemizde emniyet teşkilatına güvenenlerin oranı ise yüzde 78. Din adamlarına güvenenlerin en az olduğu ülke yüzde 36 ile Yunanistan olurken, din adamına güvenenlerin en çok olduğu ülke ise yüzde 80 ile Romanya oldu. Romanya'yı yüzde 69 ile Türkiye ve ABD, yüzde 67 ile İngiltere ve İsveç izliyor.
Buraya kadar sürpriz yok. Ancak güven sıralaması aşağılara doğru inince enteresan sonuçlar ortaya çıkıyor. Araştırmaya katılan her 2 kişiden biri medyaya ve gazeteciler güvenmiyor. Gazetecilere güven ortalaması yüzde 39 olarak çıkarken Türkiye oranı da yüzde 1 farkla 40 olarak çıkmış.
Politikacıların durumu içler acısı. 2005’te bu araştırmaya katılan Türklerin yüzde 32’si politikacılara güvendiğini belirtirken bu oran 1 yıl içinde yüzde 23’e düşmüş. Az buz değil yüzde 9’luk düşüş zaten karamsar olan tabloyu daha de hazinleştiriyor.
Bizce bu düşüşte en büyük pay muhalefetin. 2002 seçimlerinden bu yana iktidarı bir türlü baskı altına alamayan, daha doğrusu baskı altına almayı sadece ‘cumhuriyet elden gidiyor; şeriat geliyor; kadrolaşma başını aldı gidiyor” tezlerine bağlayan, kendini sadece iktidara göre ifade eden, kendi çözüm yollarını bir türlü ortaya koyamayan muhalefetin yarattığı, ümitsiz alternatifsiz ortam, siyasetin top yekun anlam yitirmesine neden oluyor...