Kamu Diplomasisi’nin ilk sınavı…
23 ARALIK 2011
Bazı arkadaşlarımız, “Fransa’ya karşı yaygara koparmanın anlamı yok” diyor. Bazı arkadaşlarımız da “Fransa düşünce özgürlüğüne sansür getiriyor. Kabul ama biz düşünce özgürlüğüne sahip miyiz ki? Kendimize bakalım” diyor. Türkiye’nin höt zöt yaptığını, civcivlerin de yemesi için ufak atması gerektiğini söyleyenler de cabası... Légion d'honneur nişanı sahiplerinden çıt çıkmıyor… Rivayet muhtelif. Hani tüm bu arkadaşlara kalsa “Hepimiz Fransızız, hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Sarkozy’yiz” diye kendilerini sokaklara atacaklar…
Bu bakış açıları ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün akşam saatlerinde tek tek açıkladığı Fransa'ya uygulanacak yaptırımların anlamını yan yana koyup sormamız lazım: “Fransa’ya Fransız kalınabilir miydi?”
***
AB sürecinde Türkiye’ye tepeden bakan Sarkozy ile küresel finans krizi batağındaki Avrupalı liderlere tepeden bakan (bu yüzden de hayli sempati toplayan) Başbakan Tayyip Edoğan arasındaki rövanşın galibi olabilir mi?..
Bu sorunun yanıtını kestirmek kolay olmasa da, bu yasanın bir Ermeni meselesi olmaktan çıkıp açıkça Fransa’da ifade özgürlüğünün tartışıldığı bir konu haline dönüşmesinde Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanımız Sayın Davutoğlu başta olmak üzere, hükümet üyeleri ve muhalefet liderlerinin birlikte tek ses olmayı bilmiş güçlü söylemin katkısının önemini belirtmek durumundayız. İlk yaptırımların bizzat Başbakan tarafından açıklanması oylama öncesindeki uyarıların blöf olmadığının en somut ifadesi. Fransa hükümetinin yasa teklifi görüşmelerindeki düşük sayılacak performansında, örneğin Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe'nin Meclise gelmeyişinde bile Türkiye’nin ‘atağının’ payı vardır belki. Ama yetti mi?..
***
Başbakanlık Başdanışmanı ve Kamu Diplomasisi Koordinatörü İbrahim Kalın’ın bu yılın başında yayımlanan NPQ Türkiye’ye yazdığı “Türkiye: Yeni Bir Toplumsal Muhayilleye Doğru” başlıklı makalesini yeniden okuma ihtiyacını hissettim. Şu cümleleri yeniden hatırlamak ve hatırlatmak için:
“Avrupa-merkezci bir tarih anlatısına düşülmüş küçük ve sorunlu bir dipnot olmak, artık Türkiye insanının aklen kabul ettiği ve hissen razı olduğu bir tanımlama değil. Tarihte değer üretebilmiş bütün toplumlar gibi Türkiye toplumu da kendini, kendi tarihinin bir aktörü olarak görmek istiyor. Karşımızda artık tarihin akışını uzaktan ve endişeyle izleyen değil, o tarihe müdahale etme gücüne ve cesaretine sahip bir özne var. (...) Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesi, bu ülkenin gerçek potansiyellerini ortaya koyacak ve onu “parçalanmış”, “mühtedi”, “sığıntı”, “Avrupanın hasta adamı”, “ayrık otu”, “travmatik” bir ülke olmaktan çıkartacaktır. Korkularından arınmış ve kendi sıkletiyle mütenasip hareket edebilen bir Türkiye, iç sorunlarını çözebilecek ve bölgesine bir güç projeksiyonu yapabilecektir.”
Bu sözlerin altına imza atmamak, ancak çok zıt bir dünya görüşüne aklınızı ve ruhunuzu teslim etmekle mümkündür. Bildiğiniz üzere, diplomasi devletten devlete, kamu diplomasisi ise devletten hedef ülkenin halkına karşı yürütülür; kısmen de kendi halkınıza… Tek amaç vardır: İkna… Bugün Fransa halkı bu yasaya ne kadar destek veriyor bilmiyoruz. Eğer bu faşizan yasaya ön ayak olan Sarkozy tekrar seçilirse, bu, Türkiye’nin kamu diplomasisi yönünde gereken çalışmayı başarıyla hayata geçirememiş olduğunun kanıtı olarak algılanmalıdır.
Türkiye Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün Türkiye’de hayli geç kurulmasının (2010) ve bütçesinin hâlâ çok düşük olmasının bu işte ne kadar etkisi vardır dersiniz?
Bu bakış açıları ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün akşam saatlerinde tek tek açıkladığı Fransa'ya uygulanacak yaptırımların anlamını yan yana koyup sormamız lazım: “Fransa’ya Fransız kalınabilir miydi?”
***
AB sürecinde Türkiye’ye tepeden bakan Sarkozy ile küresel finans krizi batağındaki Avrupalı liderlere tepeden bakan (bu yüzden de hayli sempati toplayan) Başbakan Tayyip Edoğan arasındaki rövanşın galibi olabilir mi?..
Bu sorunun yanıtını kestirmek kolay olmasa da, bu yasanın bir Ermeni meselesi olmaktan çıkıp açıkça Fransa’da ifade özgürlüğünün tartışıldığı bir konu haline dönüşmesinde Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanımız Sayın Davutoğlu başta olmak üzere, hükümet üyeleri ve muhalefet liderlerinin birlikte tek ses olmayı bilmiş güçlü söylemin katkısının önemini belirtmek durumundayız. İlk yaptırımların bizzat Başbakan tarafından açıklanması oylama öncesindeki uyarıların blöf olmadığının en somut ifadesi. Fransa hükümetinin yasa teklifi görüşmelerindeki düşük sayılacak performansında, örneğin Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe'nin Meclise gelmeyişinde bile Türkiye’nin ‘atağının’ payı vardır belki. Ama yetti mi?..
***
Başbakanlık Başdanışmanı ve Kamu Diplomasisi Koordinatörü İbrahim Kalın’ın bu yılın başında yayımlanan NPQ Türkiye’ye yazdığı “Türkiye: Yeni Bir Toplumsal Muhayilleye Doğru” başlıklı makalesini yeniden okuma ihtiyacını hissettim. Şu cümleleri yeniden hatırlamak ve hatırlatmak için:
“Avrupa-merkezci bir tarih anlatısına düşülmüş küçük ve sorunlu bir dipnot olmak, artık Türkiye insanının aklen kabul ettiği ve hissen razı olduğu bir tanımlama değil. Tarihte değer üretebilmiş bütün toplumlar gibi Türkiye toplumu da kendini, kendi tarihinin bir aktörü olarak görmek istiyor. Karşımızda artık tarihin akışını uzaktan ve endişeyle izleyen değil, o tarihe müdahale etme gücüne ve cesaretine sahip bir özne var. (...) Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesi, bu ülkenin gerçek potansiyellerini ortaya koyacak ve onu “parçalanmış”, “mühtedi”, “sığıntı”, “Avrupanın hasta adamı”, “ayrık otu”, “travmatik” bir ülke olmaktan çıkartacaktır. Korkularından arınmış ve kendi sıkletiyle mütenasip hareket edebilen bir Türkiye, iç sorunlarını çözebilecek ve bölgesine bir güç projeksiyonu yapabilecektir.”
Bu sözlerin altına imza atmamak, ancak çok zıt bir dünya görüşüne aklınızı ve ruhunuzu teslim etmekle mümkündür. Bildiğiniz üzere, diplomasi devletten devlete, kamu diplomasisi ise devletten hedef ülkenin halkına karşı yürütülür; kısmen de kendi halkınıza… Tek amaç vardır: İkna… Bugün Fransa halkı bu yasaya ne kadar destek veriyor bilmiyoruz. Eğer bu faşizan yasaya ön ayak olan Sarkozy tekrar seçilirse, bu, Türkiye’nin kamu diplomasisi yönünde gereken çalışmayı başarıyla hayata geçirememiş olduğunun kanıtı olarak algılanmalıdır.
Türkiye Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün Türkiye’de hayli geç kurulmasının (2010) ve bütçesinin hâlâ çok düşük olmasının bu işte ne kadar etkisi vardır dersiniz?