Kamu vicdanından beraat kararı almak...
13 MAYIS 2011
Yeni bir “müphemiyet” olayı daha mı acaba?
Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, ÖSYM’ye gönderilen hatır mesajına ilişkin iddialar konusunda savcılığa suç duyurusunda bulunduğunu dün bir basın toplantısıyla açıkladı. Doğrusunu yaptı. Ne var ki ortadaki müphemiyetin ortadan kalkması için bu kadarı yeterli olmaz; işin bizzat takipçisi olduğunu göstermeli. Örneğin gerekli araştırmayı yaptırarak, hangi IP numarasından bu mailin gönderildiğini tespit ettirip, açıklayabilirdi...
“Ben adalete başvurdum. Yapmam gerekeni yaptım. Ya da iftirayı atan ispat etsin” gibi akıl yürütmeler işe yaramaz. Sayın Bakan, kamuoyuyla birlikte hukuki sürecin sonuçlarını beklemeye başlarsa belirsizlik devam edecek demektir. Yapılması gereken, sizin adınızı kullananların peşine düşmektir. Kamu vicdanından beraat kararı almak kolay iş değildir.
Bir işin iki lideri olmaz!
Sık sık burada sitayişle söz ederiz. En keyifle okuduğum köşelerin ilk sıralarında Telesiyej gelir. 28 Mayıs’ta Kalamış’ta bir heykel açılışı varmış: Sadun Boro ve Amatör Denizciler Anıtı. Bu anıta Taraf’ın Telesiyej yazarının “kılcal saptamalar”la dile getirdiği itirazına benim de itirazım var. Anıtı uzun uzun anlatmayacağım; çünkü Telesiyej yazarı kardeşimle anlaşmazlığa düştüğümüz konu, sadece ve sadece, Sadun Boro’nun önde, eşi Oda Boro’nun da bir adım arkada olması... Küçücük bir tekneyle dünya turu yapan Boro çiftine ait olan başarı faktörünün “ortak emek, ortak akıl, ortak duygu ve ortak yönetim”den geçtiğine ve bu başarıyı sunarken de adaletli olunması gerektiğine pek katılmıyorum. Başarı faktörü, liderle birebir alâkalıdır. Lidersiz ama “ortak emek, ortak akıl, ortak duygu, ortak yönetim”le kotarılmış ve büstü dikilecek kadar başarılı bir iş söyleyin; iddiamı hemen geri almaya hazırım.
Diğer yandan anıtta dümendeki kocasının omuzuna dokunma mesafesinde arkasında duran Oda Hanım, son derece adil bir yerde ve son derece de anlamlı bir duyguyla konumlanmış. Özgüvenli, iradeli ve asil... Bir o kadar da eş...
Bir dümeni iki kişi tutmaz. Çünkü lider tektir. Yıllarca tersi iddia edilmiş olsa da kolektif liderlik, kolektif sorumluluk olmaz. Diğer yandan bazı liderler Sadun Boro gibi şanslıdır. Şahane yoldaşları olur.
“En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı”
Sol terminolojiyle pek bir haşır neşir olduğumuz yıllarda arkadaşların kullandıkları kavramlara göre ‘fraksiyonlarını’ hemen çıkarırdım. Zamanla bunu kimseye belli etmediğim bir oyuna dönüştürmüştüm. Başarı oranım yabana atılacak gibi değildi…
Kavramlardan en ilginçlerinden biri ‘gelişmişlikle’ ilgili olanıydı: Az gelişmiş ülke… Gelişmekte olan ülke… İkinci dünya ülkesi… Üçüncü dünya ülkesi… Hepsi farklı fraksiyonlara, siyasi çizgilere ‘tekabül’ ediyordu…
O zamanlar “En az gelişmiş”ine literatürde pek rastlanmazdı. Birleşmiş Milletler’in İstanbul’da düzenlenen etkinliğinin adını önce yadırgadım… “En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı”…
Biraz yukardan bakan bir ifade gibi geldi. Bir ‘az gelişmiş’ var demek ki, bir de ‘en az gelişmiş’… Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu, hislerime tercüman olmuş gibi bu ismi “çok rahatsız edici” bulmuş ve BM Genel Sektereri Ban Ki-Moon’a, “Bu ismi değiştirelim” demiş. İki lider, “gelişmişlik ihtiyacını ortaya koyan” bir isim konusunda anlaşmışlar.
Adaleti, güvenliği, ekonomik kalkınmayı, sosyal eşitliği sağlamayı hedeflerken, bastıra bastıra, eze eze “en az gelişmiş olan sizler!” dediğinizde, bu ifade, BM’in dünyada bugüne kadar oluşturduğu algılarla çelişir. Nitekim Sayın Davutoğlu da demiş ki:
“Mesela Nepal, dünyanın en önemli dini geleneklerinden biri olan Budizmin doğduğu müthiş bir kültür merkezi. ‘BM size bu adı verdiği için böyle hitap ediyoruz ama lütfen alınmayın. Sizi en gelişmiş otantik kültürler diyarı olarak görüyoruz”
Bakanımızın önerisiyle bu konferansın adı değişecekse, “Gelişmekte olan ülkeler” desinler, olsun bitsin...
Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, ÖSYM’ye gönderilen hatır mesajına ilişkin iddialar konusunda savcılığa suç duyurusunda bulunduğunu dün bir basın toplantısıyla açıkladı. Doğrusunu yaptı. Ne var ki ortadaki müphemiyetin ortadan kalkması için bu kadarı yeterli olmaz; işin bizzat takipçisi olduğunu göstermeli. Örneğin gerekli araştırmayı yaptırarak, hangi IP numarasından bu mailin gönderildiğini tespit ettirip, açıklayabilirdi...
“Ben adalete başvurdum. Yapmam gerekeni yaptım. Ya da iftirayı atan ispat etsin” gibi akıl yürütmeler işe yaramaz. Sayın Bakan, kamuoyuyla birlikte hukuki sürecin sonuçlarını beklemeye başlarsa belirsizlik devam edecek demektir. Yapılması gereken, sizin adınızı kullananların peşine düşmektir. Kamu vicdanından beraat kararı almak kolay iş değildir.
Bir işin iki lideri olmaz!
Sık sık burada sitayişle söz ederiz. En keyifle okuduğum köşelerin ilk sıralarında Telesiyej gelir. 28 Mayıs’ta Kalamış’ta bir heykel açılışı varmış: Sadun Boro ve Amatör Denizciler Anıtı. Bu anıta Taraf’ın Telesiyej yazarının “kılcal saptamalar”la dile getirdiği itirazına benim de itirazım var. Anıtı uzun uzun anlatmayacağım; çünkü Telesiyej yazarı kardeşimle anlaşmazlığa düştüğümüz konu, sadece ve sadece, Sadun Boro’nun önde, eşi Oda Boro’nun da bir adım arkada olması... Küçücük bir tekneyle dünya turu yapan Boro çiftine ait olan başarı faktörünün “ortak emek, ortak akıl, ortak duygu ve ortak yönetim”den geçtiğine ve bu başarıyı sunarken de adaletli olunması gerektiğine pek katılmıyorum. Başarı faktörü, liderle birebir alâkalıdır. Lidersiz ama “ortak emek, ortak akıl, ortak duygu, ortak yönetim”le kotarılmış ve büstü dikilecek kadar başarılı bir iş söyleyin; iddiamı hemen geri almaya hazırım.
Diğer yandan anıtta dümendeki kocasının omuzuna dokunma mesafesinde arkasında duran Oda Hanım, son derece adil bir yerde ve son derece de anlamlı bir duyguyla konumlanmış. Özgüvenli, iradeli ve asil... Bir o kadar da eş...
Bir dümeni iki kişi tutmaz. Çünkü lider tektir. Yıllarca tersi iddia edilmiş olsa da kolektif liderlik, kolektif sorumluluk olmaz. Diğer yandan bazı liderler Sadun Boro gibi şanslıdır. Şahane yoldaşları olur.
“En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı”
Sol terminolojiyle pek bir haşır neşir olduğumuz yıllarda arkadaşların kullandıkları kavramlara göre ‘fraksiyonlarını’ hemen çıkarırdım. Zamanla bunu kimseye belli etmediğim bir oyuna dönüştürmüştüm. Başarı oranım yabana atılacak gibi değildi…
Kavramlardan en ilginçlerinden biri ‘gelişmişlikle’ ilgili olanıydı: Az gelişmiş ülke… Gelişmekte olan ülke… İkinci dünya ülkesi… Üçüncü dünya ülkesi… Hepsi farklı fraksiyonlara, siyasi çizgilere ‘tekabül’ ediyordu…
O zamanlar “En az gelişmiş”ine literatürde pek rastlanmazdı. Birleşmiş Milletler’in İstanbul’da düzenlenen etkinliğinin adını önce yadırgadım… “En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı”…
Biraz yukardan bakan bir ifade gibi geldi. Bir ‘az gelişmiş’ var demek ki, bir de ‘en az gelişmiş’… Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu, hislerime tercüman olmuş gibi bu ismi “çok rahatsız edici” bulmuş ve BM Genel Sektereri Ban Ki-Moon’a, “Bu ismi değiştirelim” demiş. İki lider, “gelişmişlik ihtiyacını ortaya koyan” bir isim konusunda anlaşmışlar.
Adaleti, güvenliği, ekonomik kalkınmayı, sosyal eşitliği sağlamayı hedeflerken, bastıra bastıra, eze eze “en az gelişmiş olan sizler!” dediğinizde, bu ifade, BM’in dünyada bugüne kadar oluşturduğu algılarla çelişir. Nitekim Sayın Davutoğlu da demiş ki:
“Mesela Nepal, dünyanın en önemli dini geleneklerinden biri olan Budizmin doğduğu müthiş bir kültür merkezi. ‘BM size bu adı verdiği için böyle hitap ediyoruz ama lütfen alınmayın. Sizi en gelişmiş otantik kültürler diyarı olarak görüyoruz”
Bakanımızın önerisiyle bu konferansın adı değişecekse, “Gelişmekte olan ülkeler” desinler, olsun bitsin...