Kamunun ‘vicdanı’ mı; ‘oyu’ mu?
01 Eylül 2020 - Yeni Şafak
Son yazımızda ‘kamuoyu’ ile ‘kamu vicdanı’ arasındaki fark ve ilişkiye değineceğimizi belirtmiştik.
Çok kullanılsalar da sık sık birbirine karıştırılan, bazılarının harman edip kamuoyu vicdanı gibi amorf, hatta oksimoron bir ifade hâline getirdiğine rastladığımız bu iki kavramı tartışmaya çalışalım.
Doğu Akdeniz, Libya, Suriye, Türkiye-AB ilişkileri, Türkiye-ABD ilişkileri giderek kritik bir faza girerken bu iki konuda taşları yerine oturtmak büyük önem taşıyor.
Bilindiği üzere dış siyasetin halka anlatılmasında da meseleye iki boyutta yaklaşmak mümkündür: Kültürle alakalı olan kamuoyu (public opinion) boyutunda ya da değerlerle ilgili olan kamu vicdanı (public conscience) boyutunda…
“Kamu vicdanı değerlere, kamuoyu ise kültüre dairdir” denilebilir. Kamuoyu ‘iyi’ olanı, kamu vicdanı ise ‘doğru’ olanı ifade eder. Kamuoyunun, kolay kolay değişmeyen siyasi görüşleri vardır... Kamu vicdanı değerlere ters düşen herhangi bir tutum ve davranışla karşılaştığı zaman, ne varsa bırakır, bir daha da geri döndürülemez…
Ortak ruhi şekillenmenin temelini oluşturan ‘değerler sistemi’ burada da devreye girer. Unutulmamalı ki, bu alanda rasyonel yaklaşımlarla açıklanamayacak denli öznel yasalar geçerlidir; ve bu iki kavram arasındaki fark, her türlü iletişimde olduğu gibi siyasi iletişimde de temel kural olan ‘hedef kitlenin değerleriyle uyum’ meselesinde ortaya çıkar...
Propaganda, kamuoyu üzerinde etkili olsa da kamu vicdanı üzerinde çalışmaz. Yani, algılama yönetiminin hiçbir unsuru kamu vicdanını etkileyemez. O nedenle değerlerle uyum yoksa ‘algılamayı yönetmek’ de imkânsız demektir.
Önümüz 12 Eylül, o yıllardan bir örnek verelim… 1983 genel seçimlerinin öncesinde Anayasa oylaması vardı. 1980 darbesinin lideri Kenan Evren 1982 Anayasası’nın arkasında olduğunu ilan etmiş ve “Ben Anayasa’ya kefilim” demişti. Anayasa oylandı. Oyların yüzde 91,37’si “Evet” çıkınca, çeşitli iddialar ileri sürüldü: “Hayır” yazılı oy pusulalarının renkleri koyu, zarfları yarı şeffaftı... Hayır oyu kullananları fişlemek işten bile değildi... Halk, askerlerin bir an önce çekip gitmeleri için Evet oyu kullanmıştı... Sandıkların açılması ve oyların sayımı güven sarsıcı bir ortamda yapılmıştı vs…
Birçok komplo teorisi üretilmesine rağmen, yine de yüzde 91,37 çok yüksek bir orandı. Bu sonuç, Kenan Evren’in ‘kamuoyunda güven tazelediği’ anlamına gelebilirdi. Kamuoyu Kenan Evren’i aklamıştı; peki ya, kamu vicdanı?
Aynı Kenan Evren, bu kez 1983 seçimlerinden bir gün önce tek kanallı devlet televizyonunda ekrana çıkıp halktan Milliyetçi Demokrasi Partisi’ne (MDP), onun eski bir general olan ve bu göreve 12 Eylül darbecileri tarafından getirildiği bilinen lideri Turgut Sunalp’a destek vermesini istedi. İma ettiği, bu kez de MDP’ye kefil olduğuydu.
Evren bu kadarıyla yetinseydi, belki de bir sorun çıkmazdı. Ancak yetinemedi ve halkın değer sistemine hiç de uymayan bir davranış sergileyip, durduk yerde ANAP ve onun lideri Turgut Özal’ı kötüledi. Hatta daha ileri giderek Özal’ı yalancılıkla suçlamanın yanı sıra ona ve ANAP’a oy verilmemesini de istedi.
Medyanın da desteğini arkasına alan Turgut Sunalp’ın seçimleri kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Hatta kimlerin hangi bakanlık koltuğuna oturacağı da belliydi. Bütün kamuoyu araştırmaları da zaten MDP’nin açık ara iktidara gelmek üzere olduğunu gösteriyordu.
Türk halkının ne yüzlerce yıllık demokrasi geleneği vardı ne kamuoyunu bir gecede değiştirebilecek herhangi bir toplumsal değişim refleksi ne de ANAP’ın bir gecede yıldızının parlamasını sağlayacak herhangi bir taktiği...
Bir gecede aniden gerçekleşen o mucize, değerler sisteminin, dolayısıyla kamu vicdanının hiçe sayılması karşısında seçmenin duyduğu öfkenin tetiklenmesinden başka bir şey değildi. Seçmenler, yüzde 91,37 ile akladığı darbeci paşanın, oylarına ve ülkenin geleceğine ipotek koymasına tahammül edememişti. Halk, bir an bile tereddüt etmeksizin, o yalancı (!) Turgut Özal ve partisini yüzde 45,14 oyla ve 400 kişilik Meclis’te 211 milletvekiliyle tek başına iktidara getirdi...
İkinci çarpıcı örnek ise kamuoyunu yönlendirdiği (!) iddia edilen medyayla ilgilidir. 1950’de Demokrat Parti, 1983’te ANAP, 2002’de de AK Parti sırtlarını medya kuruluşlarına dayayarak tek başlarına iktidar olmadılar. Bu üç parti kamu vicdanında yer eden ‘duygu yüklenmesi’ ile o başarılara ulaşabildiler.
Şu dönemde küresel güçlerin ve maşalarının fazlasıyla işine yarayacak gibi duran, hepsinin başına ‘evrensel’ kelimesi getirilerek kamuoyunu etkilemek üzere oluşturulan ‘evrensel hukuk’, ‘evrensel barış’, ‘evrensel ahlak’, ‘evrensel insan hakları’ gibi kavramların peşinden gitmekten ziyade, ortaya konulan politikaların milletin vicdanında yer edecek ‘millî bağımsızlık duruşu’yla uyum içinde olması gereklidir.
Çok kullanılsalar da sık sık birbirine karıştırılan, bazılarının harman edip kamuoyu vicdanı gibi amorf, hatta oksimoron bir ifade hâline getirdiğine rastladığımız bu iki kavramı tartışmaya çalışalım.
Doğu Akdeniz, Libya, Suriye, Türkiye-AB ilişkileri, Türkiye-ABD ilişkileri giderek kritik bir faza girerken bu iki konuda taşları yerine oturtmak büyük önem taşıyor.
Bilindiği üzere dış siyasetin halka anlatılmasında da meseleye iki boyutta yaklaşmak mümkündür: Kültürle alakalı olan kamuoyu (public opinion) boyutunda ya da değerlerle ilgili olan kamu vicdanı (public conscience) boyutunda…
“Kamu vicdanı değerlere, kamuoyu ise kültüre dairdir” denilebilir. Kamuoyu ‘iyi’ olanı, kamu vicdanı ise ‘doğru’ olanı ifade eder. Kamuoyunun, kolay kolay değişmeyen siyasi görüşleri vardır... Kamu vicdanı değerlere ters düşen herhangi bir tutum ve davranışla karşılaştığı zaman, ne varsa bırakır, bir daha da geri döndürülemez…
Ortak ruhi şekillenmenin temelini oluşturan ‘değerler sistemi’ burada da devreye girer. Unutulmamalı ki, bu alanda rasyonel yaklaşımlarla açıklanamayacak denli öznel yasalar geçerlidir; ve bu iki kavram arasındaki fark, her türlü iletişimde olduğu gibi siyasi iletişimde de temel kural olan ‘hedef kitlenin değerleriyle uyum’ meselesinde ortaya çıkar...
Propaganda, kamuoyu üzerinde etkili olsa da kamu vicdanı üzerinde çalışmaz. Yani, algılama yönetiminin hiçbir unsuru kamu vicdanını etkileyemez. O nedenle değerlerle uyum yoksa ‘algılamayı yönetmek’ de imkânsız demektir.
Önümüz 12 Eylül, o yıllardan bir örnek verelim… 1983 genel seçimlerinin öncesinde Anayasa oylaması vardı. 1980 darbesinin lideri Kenan Evren 1982 Anayasası’nın arkasında olduğunu ilan etmiş ve “Ben Anayasa’ya kefilim” demişti. Anayasa oylandı. Oyların yüzde 91,37’si “Evet” çıkınca, çeşitli iddialar ileri sürüldü: “Hayır” yazılı oy pusulalarının renkleri koyu, zarfları yarı şeffaftı... Hayır oyu kullananları fişlemek işten bile değildi... Halk, askerlerin bir an önce çekip gitmeleri için Evet oyu kullanmıştı... Sandıkların açılması ve oyların sayımı güven sarsıcı bir ortamda yapılmıştı vs…
Birçok komplo teorisi üretilmesine rağmen, yine de yüzde 91,37 çok yüksek bir orandı. Bu sonuç, Kenan Evren’in ‘kamuoyunda güven tazelediği’ anlamına gelebilirdi. Kamuoyu Kenan Evren’i aklamıştı; peki ya, kamu vicdanı?
Aynı Kenan Evren, bu kez 1983 seçimlerinden bir gün önce tek kanallı devlet televizyonunda ekrana çıkıp halktan Milliyetçi Demokrasi Partisi’ne (MDP), onun eski bir general olan ve bu göreve 12 Eylül darbecileri tarafından getirildiği bilinen lideri Turgut Sunalp’a destek vermesini istedi. İma ettiği, bu kez de MDP’ye kefil olduğuydu.
Evren bu kadarıyla yetinseydi, belki de bir sorun çıkmazdı. Ancak yetinemedi ve halkın değer sistemine hiç de uymayan bir davranış sergileyip, durduk yerde ANAP ve onun lideri Turgut Özal’ı kötüledi. Hatta daha ileri giderek Özal’ı yalancılıkla suçlamanın yanı sıra ona ve ANAP’a oy verilmemesini de istedi.
Medyanın da desteğini arkasına alan Turgut Sunalp’ın seçimleri kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Hatta kimlerin hangi bakanlık koltuğuna oturacağı da belliydi. Bütün kamuoyu araştırmaları da zaten MDP’nin açık ara iktidara gelmek üzere olduğunu gösteriyordu.
Türk halkının ne yüzlerce yıllık demokrasi geleneği vardı ne kamuoyunu bir gecede değiştirebilecek herhangi bir toplumsal değişim refleksi ne de ANAP’ın bir gecede yıldızının parlamasını sağlayacak herhangi bir taktiği...
Bir gecede aniden gerçekleşen o mucize, değerler sisteminin, dolayısıyla kamu vicdanının hiçe sayılması karşısında seçmenin duyduğu öfkenin tetiklenmesinden başka bir şey değildi. Seçmenler, yüzde 91,37 ile akladığı darbeci paşanın, oylarına ve ülkenin geleceğine ipotek koymasına tahammül edememişti. Halk, bir an bile tereddüt etmeksizin, o yalancı (!) Turgut Özal ve partisini yüzde 45,14 oyla ve 400 kişilik Meclis’te 211 milletvekiliyle tek başına iktidara getirdi...
İkinci çarpıcı örnek ise kamuoyunu yönlendirdiği (!) iddia edilen medyayla ilgilidir. 1950’de Demokrat Parti, 1983’te ANAP, 2002’de de AK Parti sırtlarını medya kuruluşlarına dayayarak tek başlarına iktidar olmadılar. Bu üç parti kamu vicdanında yer eden ‘duygu yüklenmesi’ ile o başarılara ulaşabildiler.
Şu dönemde küresel güçlerin ve maşalarının fazlasıyla işine yarayacak gibi duran, hepsinin başına ‘evrensel’ kelimesi getirilerek kamuoyunu etkilemek üzere oluşturulan ‘evrensel hukuk’, ‘evrensel barış’, ‘evrensel ahlak’, ‘evrensel insan hakları’ gibi kavramların peşinden gitmekten ziyade, ortaya konulan politikaların milletin vicdanında yer edecek ‘millî bağımsızlık duruşu’yla uyum içinde olması gereklidir.