Kas göstermek artık demode…
15 MAYIS 2011
Nasıl miting meydanlarında avaz avaz bağırmak, Türkiye gibi gelişen ülkelerde yavaş yavaş demode hale geliyorsa, o ülkeler gibi bizde de sürekli kendi gücünden, kârından, yatırımından söz edip ‘kas göstermek’, rekabetçi avantaj sağlamaktan çok uzak, modası geçmiş bir iletişim biçimi olarak ortaya çıkmakta…
Dünkü gazetelerin ekonomi sayfaları, erkekler arası vücut geliştirme yarışmalarında (daha beteri kadınlar arası vücut geliştirme yarışmalarıdır…) kas gösteren adaylar misali, kâr açıklamaları, büyüme ve yatırım rakamlarını ile doluydu. Kurumlar vergisi açıklanmıştı… İlk 100 listesi de yer alıyordu… “En kaslı” ilk yüz şirket…
Bu tür açıklamalar, kötü giden ekonomilerde, geri kalmış ülkelerde geçer akçedir. Bizim gibi kendisine yepyeni hedefler koyması gereken ülkelerde ‘kâr etmek’, ‘güçlü olmak’, ‘büyük (hatta en büyük) olmak’, itibardan çok ‘güç kirlenmesine’ neden olan özellikler olarak ortaya çıkabilir…
Vergi vermek, kâr etmek ‘kurumsal vatandaşlık’ gereğidir, ‘kurumsal sosyal sorumluluk’ gereği değil. Kurumsal vatandaşlık da, bireysel vatandaşlık gibidir… Gereklerini yerine getirmezseniz puan kaybedersiniz. Ancak gereklerini layıkıyla yaptığınız için yüksek puan alamazsınız. Askerlik yaptınız diye, bir işte çalışıyorsunuz diye, yasalara saygılısınız diye takdir edilmeniz gelişmiş ülkelerde söz konusu değildir…
“Aferin kâr etmiş” ile “Yuh, amma da kâr etmiş” arasında ince bir çizgi, vardır… Bu çizgiyi aşmamanın yolu, kuruluşun tek varlık nedeninin “kâr etmek” olmadığını hedef kitlesine anlatmaktan geçer. Bu da, zırt pırt basın toplantısı düzenleyip ‘kazanç’ açıklamakla olmaz…
İyi ki Bülent Özükan gibileri var
Dahilerle bizim gibi sıradan insanları ya da deha ile ölesiye çalışmayı kıyaslayan bir dolu manalı cümle vardır. “Deha yüzde 1 esinlenmek, yüzde 99 terlemek demektir” gibi…
Thomas Edison’ın bu cümlesi neredeyse “Gel bana dokun” diyecek kadar canlı bir kitapta, “Bilim Atlası”ndan yer alıyor. Rastgele çevirdiğim sayfalardan birinin sol üst köşesinde duruyordu... Pek çok sayfada, eğer bir bilim insanı tanıtılıyorsa o kişiye ait okkalı laflardan birini seçip kullanmışlar. Olağanüstü güzel illüstrasyonları, fotoğrafları, orijinal çizimleriyle, merak uyandırıcı başlıklarla hazırlanmış oyuncaklı kutularla, “beni oku” diyen sayfalarda gezindim. “Boyut Yayınevi’nin sahibi Bülent Özükan yine çıldırmış!” diye geçirdim içimden… Kaliteyi bu kadar abartmak, pek çok insanın kafasının üzerinden geçip gidecek yayın projelerine kalkışmak ancak onun işidir…
Bu köşede anlatmaktan neredeyse yorgun düştüğüm Kâtip Çelebi’nin “Cihânnümâ” adlı o muhteşem eserini “360 yıllık bir öykü” olarak olanca zarafetiyle yayınladığından bu yana, Özükan, bizim kitap dünyamıza, bir işin “haz” duygusuyla birlikte nasıl sunulabileceğini kanıtlayarak göstermeye devam ediyor.
Bu kitabı evde, görünür bir yerde bırakmak ve vakit buldukça içine düşmek lazım. Bir de böyle yürekli, keyifli işler yapan insanların varlığına dua etmek… Yayın dünyasında “Hayal etmek ve gerçekleştirmek” denince ilk akla gelen isimlerdendir Özükan…
Üç sıra dışı kitap
Bu arada kesinlikle ‘sıradan’ olmayan incelemeye değer üç kitap var elimde… Biri 1972 doğumlu yazar Erk Acarer’in, benim ilgi alanımın dışında olsa da, bizim ‘makabre’ edebiyatımızn tarihine geçeceğini sandığım “Cellat Başı” adlı kitabı, diğeri Aykut Oğut’un kapağında bir ayna yapıştırılmış, yani insanın kendisini gördüğü, adı olmayan, adını sizin koymanız istenen, ‘farklı’ bir ‘bireysel gelişim kitabı.
Üçüncüsü ise bir Alman felsefecinin imzasını taşıyor. Richard David Precht… Yazıları kadar konferansları ile de çok dikkat çeken Alman düşünce dünyasının parlayan yeni yıldızı Precht, Der Spiegel’in en çok satanlar listesinde birinci sıraya yerleşmiş olan kitabı ile şimdi Türkiye’de: “Ben Kimim – Öyleyse kaç kişiyim…” Her ne kadar ‘Popüler Felsefe’ diye tanıtılsa da kolay bir kitap olduğunu düşünme gafletine düşmeden, kitabın içine ‘düşmekte’ yarar var…
Dünkü gazetelerin ekonomi sayfaları, erkekler arası vücut geliştirme yarışmalarında (daha beteri kadınlar arası vücut geliştirme yarışmalarıdır…) kas gösteren adaylar misali, kâr açıklamaları, büyüme ve yatırım rakamlarını ile doluydu. Kurumlar vergisi açıklanmıştı… İlk 100 listesi de yer alıyordu… “En kaslı” ilk yüz şirket…
Bu tür açıklamalar, kötü giden ekonomilerde, geri kalmış ülkelerde geçer akçedir. Bizim gibi kendisine yepyeni hedefler koyması gereken ülkelerde ‘kâr etmek’, ‘güçlü olmak’, ‘büyük (hatta en büyük) olmak’, itibardan çok ‘güç kirlenmesine’ neden olan özellikler olarak ortaya çıkabilir…
Vergi vermek, kâr etmek ‘kurumsal vatandaşlık’ gereğidir, ‘kurumsal sosyal sorumluluk’ gereği değil. Kurumsal vatandaşlık da, bireysel vatandaşlık gibidir… Gereklerini yerine getirmezseniz puan kaybedersiniz. Ancak gereklerini layıkıyla yaptığınız için yüksek puan alamazsınız. Askerlik yaptınız diye, bir işte çalışıyorsunuz diye, yasalara saygılısınız diye takdir edilmeniz gelişmiş ülkelerde söz konusu değildir…
“Aferin kâr etmiş” ile “Yuh, amma da kâr etmiş” arasında ince bir çizgi, vardır… Bu çizgiyi aşmamanın yolu, kuruluşun tek varlık nedeninin “kâr etmek” olmadığını hedef kitlesine anlatmaktan geçer. Bu da, zırt pırt basın toplantısı düzenleyip ‘kazanç’ açıklamakla olmaz…
İyi ki Bülent Özükan gibileri var
Dahilerle bizim gibi sıradan insanları ya da deha ile ölesiye çalışmayı kıyaslayan bir dolu manalı cümle vardır. “Deha yüzde 1 esinlenmek, yüzde 99 terlemek demektir” gibi…
Thomas Edison’ın bu cümlesi neredeyse “Gel bana dokun” diyecek kadar canlı bir kitapta, “Bilim Atlası”ndan yer alıyor. Rastgele çevirdiğim sayfalardan birinin sol üst köşesinde duruyordu... Pek çok sayfada, eğer bir bilim insanı tanıtılıyorsa o kişiye ait okkalı laflardan birini seçip kullanmışlar. Olağanüstü güzel illüstrasyonları, fotoğrafları, orijinal çizimleriyle, merak uyandırıcı başlıklarla hazırlanmış oyuncaklı kutularla, “beni oku” diyen sayfalarda gezindim. “Boyut Yayınevi’nin sahibi Bülent Özükan yine çıldırmış!” diye geçirdim içimden… Kaliteyi bu kadar abartmak, pek çok insanın kafasının üzerinden geçip gidecek yayın projelerine kalkışmak ancak onun işidir…
Bu köşede anlatmaktan neredeyse yorgun düştüğüm Kâtip Çelebi’nin “Cihânnümâ” adlı o muhteşem eserini “360 yıllık bir öykü” olarak olanca zarafetiyle yayınladığından bu yana, Özükan, bizim kitap dünyamıza, bir işin “haz” duygusuyla birlikte nasıl sunulabileceğini kanıtlayarak göstermeye devam ediyor.
Bu kitabı evde, görünür bir yerde bırakmak ve vakit buldukça içine düşmek lazım. Bir de böyle yürekli, keyifli işler yapan insanların varlığına dua etmek… Yayın dünyasında “Hayal etmek ve gerçekleştirmek” denince ilk akla gelen isimlerdendir Özükan…
Üç sıra dışı kitap
Bu arada kesinlikle ‘sıradan’ olmayan incelemeye değer üç kitap var elimde… Biri 1972 doğumlu yazar Erk Acarer’in, benim ilgi alanımın dışında olsa da, bizim ‘makabre’ edebiyatımızn tarihine geçeceğini sandığım “Cellat Başı” adlı kitabı, diğeri Aykut Oğut’un kapağında bir ayna yapıştırılmış, yani insanın kendisini gördüğü, adı olmayan, adını sizin koymanız istenen, ‘farklı’ bir ‘bireysel gelişim kitabı.
Üçüncüsü ise bir Alman felsefecinin imzasını taşıyor. Richard David Precht… Yazıları kadar konferansları ile de çok dikkat çeken Alman düşünce dünyasının parlayan yeni yıldızı Precht, Der Spiegel’in en çok satanlar listesinde birinci sıraya yerleşmiş olan kitabı ile şimdi Türkiye’de: “Ben Kimim – Öyleyse kaç kişiyim…” Her ne kadar ‘Popüler Felsefe’ diye tanıtılsa da kolay bir kitap olduğunu düşünme gafletine düşmeden, kitabın içine ‘düşmekte’ yarar var…