Katrina’da ABD fiyaskosu gizleniyor
05 EYLÜL 2005
Amerika’nın son kasırgası Katrina dehşet sahnelerine neden oldu. Söylenen o ki, kasırganın yarattığı sonuçların çok az bir kısmı ABD ve dünya kamuoyuna ulaştırılabilmiş. Bunu nereden biliyoruz? Orada korkunç koşullarda mahsur kalmış bir Türk ailesinin nefes nefese anlattıklarından. Bursalı sanayici ve iş adamı İlhami Doğancı ve ailesi oradalar. Eşi Neslihan Hanım ve 12 yaşındaki kızları Naz ile birlikte 17 yaşındaki oğulları Can’ı üniversiteye kaydettirmek için New Orleans’a gitmişler.
Kimsenin cep telefonu çalışmıyor. Türkiye’den kimseyle haberleşemiyorlar. Kaldıkları Monteleone oteli yağmacıların baskınına uğradığı ve neredeyse yerle bir olduğu için yolun karşısındaki çok daha küçük bir otele sığınıyorlar. Orada Allah’tan bir ‘acil telefon hattı’ var. Onunla sadece bir kere telefon konuşması yapmalarına izin veriliyor. Medyaya yansıyanlar anlattıklarının belki yüzde biri. Her türlü ulaşım aracına askeriye el koymuş. Spor salonuna girmeye zorlanmışlar. Salgın hastalıktan endişe ediyorlar. İçme suyu, yiyecek yok. Türk Dışişleri devreye girmeye çalışıyor. Nafile. Yakınları özel helikopter kiralamak istiyor. Yasak. Bursa’dan sanayici arkadaşları Cuma günü atlayıp New Orleans’a ulaşmak için yola çıkmışlar. Henüz onlardan da bir haber yok...
ABD Irak’taki harekâtın işine gelen kısımlarını “36 Bölüm tekmili birden” en ince ayrıntısına kadar yayınlarken, New Orleans haberlerine sanki sıkı sansür koyuyor. Dışarı sızan bilgi çok az.
Bu bilgi saptırması işine ABD savunma bakanlığı ‘Algılama Yönetimi’ diyor. Aynı adı taşıyan ve 4 ay önce yayınlanan kitabımda, ABD’nin “kamuoyunu dilediği yöne çekme stratejisini” Irak Savaşı örneğinden yola çıkarak belgeleriyle ortaya koymaya çalışmıştım. Sanki aynı taktik bu kez New Orleans’de tekrarlanıyor.
Bu arada 30 Ağustos gecesi 23.00’de Digiturk kanalı Goldmax’de bir belgesel yayınlandı. Adı Kontrol Odası. Digiturk’ün dergisinde belgesel şöyle tanıtılmış: “Irak işgali sırasında gerçekleri saptıran kanalların iki yüzlü tavırlarına atılmış bir tokat!” Belki tekrarı vardır. Yakalarsanız sakın kaçırmayın. O zaman Katrina’nın nasıl ABD’nin bir fiyaskosu olarak değil de “Sıradan bir doğal felaket” olarak ‘satılma’ başarısı gösterildiğini daha iyi anlarsınız. İlham Bey’in başına gelenleri tesadüfen öğrenmeseydim ben de öyle sanırdım. Başta ABD halkı dünyadaki pek çok insanın Irak savaşını bir “Barış ve demokrasi hareketi” olarak algıladığı gibi.
Mağdurlar kazanır
İletişim kazalarında ya da krizlerde işin içine cinsellik girdi mi, etki ikiye üçe katlanır. Çünkü cinsellik insanların en belirgin ilgi odaklarından biridir. Bu sayfayı devamlı okuyanlar gayet iyi bilirler. Bu durumlarda ilk yapılacak iş ‘hasar tespiti’dir. Çünkü tepki, hasar oranında verilir. Özür dilemenin bile yüz tane çeşidi vardır. Hangisini seçeceksiniz? İşte buna hasara bakarak karar verirsiniz. Cinsellik meselesi hasarı artıran unsurlardandır.
Geçen hafta iki derslik olay vardı. Biri Gamze Özçelik’e ait olduğu iddia edilen ve internette oradan oraya dolaşan 4 dakikalık porno film. İkinci kriz ise Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy’yi eşi Cecilia’nın yakın bir aile dostu ile aldatması...
Yıllardır savuna geldiğimiz bir iddiaya çok iyi iki örnek. “Algılama Yönetimi” adlı kitabın da temelini oluşturan iddiamız neydi? İletişim, hedef kitlenin ortak ruhi şekillenmesine göre çalışan bir sitemdir. Bu nedenle de millî yanı ağır basar...
Hemen görüşümüzü bildirelim: Türk halkı mağdurdan yanadır. Bu nedenle Gamze Özçelik büyük bir hata yapmazsa bu krizden güçlenerek çıkar. “O bendim, değildim” tartışmasına hiç girmeden ve tek kelime konuşmamayı başararak dursa bile bir şey olmaz. Filmde görünen, baygın bir kadına tecavüz etmekte olan bir hayvandan başkası değildir. O hayvan ki, flimi internette yayarak daha da büyük bir şerefsizlik yapmıştır. Böyle bir şeyi bizim millet affetmez...
Fransız Bakan’a gelince onun işi Fransa’da zor. Sabah’ın dünkü ekinde arkadaşlarımız çeşitli çevrelere sormuşlar: “Bu olay Türkiye’de yaşansa ne olur?” Kahir çoğunluk adamcağızın bizde de biteceğine inanıyor. Böyle düşünenler bence olaya biraz ‘frankofon’ bakıyorlar. Aralarından sadece CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman demiş ki: “Aldatılanın suçu, günahı yoktur. Bu, siyasetçiler için dezavantaj olmaz!” Bence Canan Hanım haklı. Biz mağdurdan yana oluruz hep unutmayın. Yeter ki mağdur, mağdur gibi dursun...
Şanslı markalar
Olaylar bazen durduk yerde bazı markaların öne çıkmasına yardımcı olur. Bu durumu kullanabilen markalar olduğu gibi, doğrudan satışa hizmet etmese de, bilinirliği artırmaya yarayan bu fırsatı görmeyenler çoğunluktadır. İşte size birkaç örnek:
Bülent Ersoy – Deniz Baykal olayında Dedeman Oteli. Çünkü haber sürekli “Dedeman otelinin arkasındaki ofiste buluştular” diye çıktı.
Bülent Ecevit'in kullandığı Erika marka daktiloyu duymayan kalmadı.
Sanayi ve Ticaret Bakanımız Ali Coşkun'un geçen sene ilanını eline alarak yaptığı basın toplantısı, Clarins'e yaradı.
Başbakan Tayyip Erdoğan'in Rixos Oteli’nde kalması, Ekinlik adasına tatile gitmesi her iki markaya da yaramıştır.
Futbol Milli Takımı’nın Sumahan Otel’de konaklaması, birden böyle bir otelden haberdar olmamızı sağlamıştır...
Bunların hepsi marka mıdır? Tartışma götürür. Ama en azından hepsi kendi çapında ciddi üne sahip ürün, hizmet ve mekânlardır. Ve yukarıdaki örnekler bu markalar adına biraz da şansın yardımıyla gelişmiş iletişim olaylarıdır. Ücretiyle yapılan “Ürün yerleştirme” (product placement) çalışmalarından hem daha etkili, hem de daha inandırıcıdır. Pekiyi bu rastlantılar yönetilemez mi? Yönetilebilir. Bu da zaten iletişim uzmanlarının işidir...
Pes doğrusu...
Bakın ne dikkatli izleyiciler var. Nilüfer Turizm’den Mustafa Sönmezay yazmış: “Geçen pazar günü TRT1 spor haberlerinde rastladığım bir durumu sizinle de paylaşmak istiyorum. Yıllığı 10 milyon dolara futbol ligine sponsor olan ve Türkiye 1. Süper Ligi'ne adını veren TURKCELL'in adı TÜRKCELL olarak yazılmıştı. Sponsor firmaya cesareti ve desteği için teşekkür etmek yerine, sponsor firmanın adının söylenmesi için özen gösterilmesi gerektiği Türkiye Futbol Federasyonu tarafından belirtildi. Umarım bu dikkat gösterilir ve bunun gibi yeni mecralar keşfedilir, daha fazla meblağlara pazarlanır. Ayrıca TÜRK kelimesinin başına ve sonuna bir ek getirilemeyeceği ve kelime türetilemeyeceği gibi bir kural/kanun söz konusu. Marka, marka ismini oluşturduğu zamanda noktaları kaldırarak bu kuralı pas geçerken, devlet televizyonunda ‘noktalı’ ve ‘hatalı’ haliyle yayınlanması daha da ilginç geldi. Belki ufak bir hata... Belki de fazla ayrıntı... Yine de sizinle de paylaşmak istedim...”
Vallahi pes. Başka ne denebilir? Kırk yıl baksam görmezdim herhalde....
Kaş yapayım derken göz çıkarmayın
Cuma günü Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin başkanı ile sohbet ediyoruz. Yanımızda da ünlü bir beyin cerrahı var. Hoca kartını çıkarıp verdi. Baktım üstünde cep telefonu numarası da var. “Helal olsun hoca!” dedim, “İyi bir iletişimcisin. Ben de koydum cep telefonumu kartıma. Bizim millet haddini bilir. Talihsiz pazarlamacılar dışında zırt pırt arayanlar çok azdır!”... Başkan ise bizimle hem fikir değildi. “Bazen abuk nedenlerle arayanlar oluyor” dedi, “Onlara karşı iyi bir yöntem geliştirdim. Geçenlerde bir arkadaşla akşam yemeğindeyiz. Adamın biri arıyor: ‘Size bir projemden bahsedeceğim!..’ Al başına belayı... ‘Kardeşim’ dedim ‘Şu anda tuvaletteyim ve def-i hacette bulunuyorum.’ Adam ne diyeceğini şaşırdı...”
Bu yöntemi pek beğendim. Kesinlikle uygulayacağım. Bir de şu birini aradığınızda, adınızı söylemenize rağmen, “Nereden arıyorsunuz?” diye soran sekreterlere gıcık olurum. Her defasında bir başka yaratıcı yanıt bulmak en büyük zevkim: “Bakırköy’den arıyorum. Hayır, Lichtenstein’den. Yok yok MİT’den...” Ne derseniz deyin, “Pekiyi efendim!” deyip bağlıyorlar. Yanıtı dinlediklerini bile sanmıyorum...
“Sizinki de Tele – Taciz mi?”
Geçenlerde “Tele-Taciz” konusunda bir yazı yazmıştım. Cep telefonu ne kadar doğru bir pazarlama kanalıdır, iki defa düşünmek lazım. O anda karşınızdakinin nerede olduğunu, ne yaptığını bilmiyorsunuz çünkü. Toplantıların tam da ortasında arayıp, herhangi bir ürün veya hizmetin faziletlerini anlatmaya çalışanlar mesela... Hem kendilerini hem de şirketlerini aptal bir duruma düşürebiliyorlar. Bu yazı üzerine Dilara Eliaçık Hanım feryat figan bir mektup yazmış. “Sizinki bir şey değil!” diyor “Bir de sizinle konuşmalarını not etmedikleri için dönüp dönüp arayanlar var. Onlar yüzünden ruh sağlığımı kaybetmek üzereyim!”...
Bu konuda yapılacak şey aslında çok basit: 1. Cep telefonundan sözlü pazarlama yapmayacaksın. Mesaj göndereceksen de kime ne mesajı göndereceğini bileceksin. Örneğin Dünya Kadınlar gününde bana kutlama mesajı göndermenin alemi yok. 2. Çağrı merkezinde çalışanlara mutlaka telefonda konuşma eğitimi aldıracaksın. Bu eğitimi aslında tüm satış ve pazarlama bölümlerinde çalışanların almasında yarar ver. 3. Nezaket ve adab-ı muaşeret kurallarını hiç bilmiyor farz ederek öğreteceksiniz.
Kimsenin cep telefonu çalışmıyor. Türkiye’den kimseyle haberleşemiyorlar. Kaldıkları Monteleone oteli yağmacıların baskınına uğradığı ve neredeyse yerle bir olduğu için yolun karşısındaki çok daha küçük bir otele sığınıyorlar. Orada Allah’tan bir ‘acil telefon hattı’ var. Onunla sadece bir kere telefon konuşması yapmalarına izin veriliyor. Medyaya yansıyanlar anlattıklarının belki yüzde biri. Her türlü ulaşım aracına askeriye el koymuş. Spor salonuna girmeye zorlanmışlar. Salgın hastalıktan endişe ediyorlar. İçme suyu, yiyecek yok. Türk Dışişleri devreye girmeye çalışıyor. Nafile. Yakınları özel helikopter kiralamak istiyor. Yasak. Bursa’dan sanayici arkadaşları Cuma günü atlayıp New Orleans’a ulaşmak için yola çıkmışlar. Henüz onlardan da bir haber yok...
ABD Irak’taki harekâtın işine gelen kısımlarını “36 Bölüm tekmili birden” en ince ayrıntısına kadar yayınlarken, New Orleans haberlerine sanki sıkı sansür koyuyor. Dışarı sızan bilgi çok az.
Bu bilgi saptırması işine ABD savunma bakanlığı ‘Algılama Yönetimi’ diyor. Aynı adı taşıyan ve 4 ay önce yayınlanan kitabımda, ABD’nin “kamuoyunu dilediği yöne çekme stratejisini” Irak Savaşı örneğinden yola çıkarak belgeleriyle ortaya koymaya çalışmıştım. Sanki aynı taktik bu kez New Orleans’de tekrarlanıyor.
Bu arada 30 Ağustos gecesi 23.00’de Digiturk kanalı Goldmax’de bir belgesel yayınlandı. Adı Kontrol Odası. Digiturk’ün dergisinde belgesel şöyle tanıtılmış: “Irak işgali sırasında gerçekleri saptıran kanalların iki yüzlü tavırlarına atılmış bir tokat!” Belki tekrarı vardır. Yakalarsanız sakın kaçırmayın. O zaman Katrina’nın nasıl ABD’nin bir fiyaskosu olarak değil de “Sıradan bir doğal felaket” olarak ‘satılma’ başarısı gösterildiğini daha iyi anlarsınız. İlham Bey’in başına gelenleri tesadüfen öğrenmeseydim ben de öyle sanırdım. Başta ABD halkı dünyadaki pek çok insanın Irak savaşını bir “Barış ve demokrasi hareketi” olarak algıladığı gibi.
Mağdurlar kazanır
İletişim kazalarında ya da krizlerde işin içine cinsellik girdi mi, etki ikiye üçe katlanır. Çünkü cinsellik insanların en belirgin ilgi odaklarından biridir. Bu sayfayı devamlı okuyanlar gayet iyi bilirler. Bu durumlarda ilk yapılacak iş ‘hasar tespiti’dir. Çünkü tepki, hasar oranında verilir. Özür dilemenin bile yüz tane çeşidi vardır. Hangisini seçeceksiniz? İşte buna hasara bakarak karar verirsiniz. Cinsellik meselesi hasarı artıran unsurlardandır.
Geçen hafta iki derslik olay vardı. Biri Gamze Özçelik’e ait olduğu iddia edilen ve internette oradan oraya dolaşan 4 dakikalık porno film. İkinci kriz ise Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy’yi eşi Cecilia’nın yakın bir aile dostu ile aldatması...
Yıllardır savuna geldiğimiz bir iddiaya çok iyi iki örnek. “Algılama Yönetimi” adlı kitabın da temelini oluşturan iddiamız neydi? İletişim, hedef kitlenin ortak ruhi şekillenmesine göre çalışan bir sitemdir. Bu nedenle de millî yanı ağır basar...
Hemen görüşümüzü bildirelim: Türk halkı mağdurdan yanadır. Bu nedenle Gamze Özçelik büyük bir hata yapmazsa bu krizden güçlenerek çıkar. “O bendim, değildim” tartışmasına hiç girmeden ve tek kelime konuşmamayı başararak dursa bile bir şey olmaz. Filmde görünen, baygın bir kadına tecavüz etmekte olan bir hayvandan başkası değildir. O hayvan ki, flimi internette yayarak daha da büyük bir şerefsizlik yapmıştır. Böyle bir şeyi bizim millet affetmez...
Fransız Bakan’a gelince onun işi Fransa’da zor. Sabah’ın dünkü ekinde arkadaşlarımız çeşitli çevrelere sormuşlar: “Bu olay Türkiye’de yaşansa ne olur?” Kahir çoğunluk adamcağızın bizde de biteceğine inanıyor. Böyle düşünenler bence olaya biraz ‘frankofon’ bakıyorlar. Aralarından sadece CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman demiş ki: “Aldatılanın suçu, günahı yoktur. Bu, siyasetçiler için dezavantaj olmaz!” Bence Canan Hanım haklı. Biz mağdurdan yana oluruz hep unutmayın. Yeter ki mağdur, mağdur gibi dursun...
Şanslı markalar
Olaylar bazen durduk yerde bazı markaların öne çıkmasına yardımcı olur. Bu durumu kullanabilen markalar olduğu gibi, doğrudan satışa hizmet etmese de, bilinirliği artırmaya yarayan bu fırsatı görmeyenler çoğunluktadır. İşte size birkaç örnek:
Bülent Ersoy – Deniz Baykal olayında Dedeman Oteli. Çünkü haber sürekli “Dedeman otelinin arkasındaki ofiste buluştular” diye çıktı.
Bülent Ecevit'in kullandığı Erika marka daktiloyu duymayan kalmadı.
Sanayi ve Ticaret Bakanımız Ali Coşkun'un geçen sene ilanını eline alarak yaptığı basın toplantısı, Clarins'e yaradı.
Başbakan Tayyip Erdoğan'in Rixos Oteli’nde kalması, Ekinlik adasına tatile gitmesi her iki markaya da yaramıştır.
Futbol Milli Takımı’nın Sumahan Otel’de konaklaması, birden böyle bir otelden haberdar olmamızı sağlamıştır...
Bunların hepsi marka mıdır? Tartışma götürür. Ama en azından hepsi kendi çapında ciddi üne sahip ürün, hizmet ve mekânlardır. Ve yukarıdaki örnekler bu markalar adına biraz da şansın yardımıyla gelişmiş iletişim olaylarıdır. Ücretiyle yapılan “Ürün yerleştirme” (product placement) çalışmalarından hem daha etkili, hem de daha inandırıcıdır. Pekiyi bu rastlantılar yönetilemez mi? Yönetilebilir. Bu da zaten iletişim uzmanlarının işidir...
Pes doğrusu...
Bakın ne dikkatli izleyiciler var. Nilüfer Turizm’den Mustafa Sönmezay yazmış: “Geçen pazar günü TRT1 spor haberlerinde rastladığım bir durumu sizinle de paylaşmak istiyorum. Yıllığı 10 milyon dolara futbol ligine sponsor olan ve Türkiye 1. Süper Ligi'ne adını veren TURKCELL'in adı TÜRKCELL olarak yazılmıştı. Sponsor firmaya cesareti ve desteği için teşekkür etmek yerine, sponsor firmanın adının söylenmesi için özen gösterilmesi gerektiği Türkiye Futbol Federasyonu tarafından belirtildi. Umarım bu dikkat gösterilir ve bunun gibi yeni mecralar keşfedilir, daha fazla meblağlara pazarlanır. Ayrıca TÜRK kelimesinin başına ve sonuna bir ek getirilemeyeceği ve kelime türetilemeyeceği gibi bir kural/kanun söz konusu. Marka, marka ismini oluşturduğu zamanda noktaları kaldırarak bu kuralı pas geçerken, devlet televizyonunda ‘noktalı’ ve ‘hatalı’ haliyle yayınlanması daha da ilginç geldi. Belki ufak bir hata... Belki de fazla ayrıntı... Yine de sizinle de paylaşmak istedim...”
Vallahi pes. Başka ne denebilir? Kırk yıl baksam görmezdim herhalde....
Kaş yapayım derken göz çıkarmayın
Cuma günü Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin başkanı ile sohbet ediyoruz. Yanımızda da ünlü bir beyin cerrahı var. Hoca kartını çıkarıp verdi. Baktım üstünde cep telefonu numarası da var. “Helal olsun hoca!” dedim, “İyi bir iletişimcisin. Ben de koydum cep telefonumu kartıma. Bizim millet haddini bilir. Talihsiz pazarlamacılar dışında zırt pırt arayanlar çok azdır!”... Başkan ise bizimle hem fikir değildi. “Bazen abuk nedenlerle arayanlar oluyor” dedi, “Onlara karşı iyi bir yöntem geliştirdim. Geçenlerde bir arkadaşla akşam yemeğindeyiz. Adamın biri arıyor: ‘Size bir projemden bahsedeceğim!..’ Al başına belayı... ‘Kardeşim’ dedim ‘Şu anda tuvaletteyim ve def-i hacette bulunuyorum.’ Adam ne diyeceğini şaşırdı...”
Bu yöntemi pek beğendim. Kesinlikle uygulayacağım. Bir de şu birini aradığınızda, adınızı söylemenize rağmen, “Nereden arıyorsunuz?” diye soran sekreterlere gıcık olurum. Her defasında bir başka yaratıcı yanıt bulmak en büyük zevkim: “Bakırköy’den arıyorum. Hayır, Lichtenstein’den. Yok yok MİT’den...” Ne derseniz deyin, “Pekiyi efendim!” deyip bağlıyorlar. Yanıtı dinlediklerini bile sanmıyorum...
“Sizinki de Tele – Taciz mi?”
Geçenlerde “Tele-Taciz” konusunda bir yazı yazmıştım. Cep telefonu ne kadar doğru bir pazarlama kanalıdır, iki defa düşünmek lazım. O anda karşınızdakinin nerede olduğunu, ne yaptığını bilmiyorsunuz çünkü. Toplantıların tam da ortasında arayıp, herhangi bir ürün veya hizmetin faziletlerini anlatmaya çalışanlar mesela... Hem kendilerini hem de şirketlerini aptal bir duruma düşürebiliyorlar. Bu yazı üzerine Dilara Eliaçık Hanım feryat figan bir mektup yazmış. “Sizinki bir şey değil!” diyor “Bir de sizinle konuşmalarını not etmedikleri için dönüp dönüp arayanlar var. Onlar yüzünden ruh sağlığımı kaybetmek üzereyim!”...
Bu konuda yapılacak şey aslında çok basit: 1. Cep telefonundan sözlü pazarlama yapmayacaksın. Mesaj göndereceksen de kime ne mesajı göndereceğini bileceksin. Örneğin Dünya Kadınlar gününde bana kutlama mesajı göndermenin alemi yok. 2. Çağrı merkezinde çalışanlara mutlaka telefonda konuşma eğitimi aldıracaksın. Bu eğitimi aslında tüm satış ve pazarlama bölümlerinde çalışanların almasında yarar ver. 3. Nezaket ve adab-ı muaşeret kurallarını hiç bilmiyor farz ederek öğreteceksiniz.