Keşke “Okuyabilseydim”...
16 ŞUBAT 2003
Ekonomi, siyasi strateji ve spor yazarı olmak çok keyifli bir iş olsa gerek. İstediğin analizi yap. Şöyle olacak, böyle olacak, de. Nasılsa aradan zaman geçtikten sonra kimse kalkıp bir araştırma yapmıyor. Kim ne demiş sonra ne olmuş, diye sormuyor.
Eğer TÜSİAD başkanı gibi yakalanmazsan mesele yok. “Önümüzdeki 10 yılı görüyoruz. Her şey çok iyi” gibi bir açıklama yaptıktan nerdeyse iki hafta sonra o korkunç kriz patlamıştı... Zaman kısa idi. Unutulmadı.
“Eylülde piyasalar çöker!”... “Fellipe Ali Sami Yen’i ayağa kaldıracak... Bu Ortega Fener’i uçurur... Hayır Rebrov uçuracak...”
Şimdi de Irak Savaşı ve sonrası senaryoları üzerine kelam etmeyen yok...
Aslında kolay iş değil, olan biteni seyretmekle kalmayıp, okumak... Arkasına geçmek...
İletişim dünyasında sokağa giden milyarların nedeni de budur. “Reklam filmi muhteşem oldu efendim. Yok satacağız!” Sonra at suçu satış teşkilatına... Dağıtım sisitemine vs...
Her şeyi olduğu gibi görmemeye çalışmak, bazı şeylere “kafayı takmak” işe yarayabiliyor bazen...
Mesela Atatürk’ün gençliğe hitabesine... Atatürk’ün şöyle dediğini bilmeyenimiz yoktur: “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.”
Atatürk, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini koruma ve kollama görevini neden gençliğe vermiş de TBMM’ye veya bir başka cumhuriyet kurumuna vermemiş... Kadınlara mesela... Ya da gazetecilere... Veya Polise...
Bu soruyu öğrencilerle de tartışırım. Hiç bir an “neden” diye sormamışlar büyük çoğunluğu. Keyifli bir sohbet sonunda buluruz genellikle nedenini...
Sonra 1922 Mart’ında Meclis konuşmasındaki o sözleri: “Doğu maneviyatından uzaklaşırsak Batı’ya esir oluruz”....
Hangi “maneviyatı” kastetmiş acaba?... Doğu Hind felsefesini mi? Şinto’yu mu?
Kuranı Kerim’in ilk inen ayetinin “oku!” olmasını da anlamak öyle kolay iş değil... Emredilen hangi okumadır... Hem de ümmi bir insana. Kendisine Allah kelamını ileten meleğe “Okuyamam” diye yanıt veren bir insana... “Oku! Yaratan rabbin adına oku! Oku, çünkü rabbin sonsuz kerem sahibidir”...
Bir dirhem kerem sahibi olmak için neler vermezdim... Yani kendimi, insanları, hayatı doğru dürüst okuyabilmek için...
Örneğin, 1995’de Milliyet gazetesinde emekli CIA Başkanı’nın sözlerini kavrayıp bugünleri kestirmek için... Sovyetler çökünce, orada işsiz kalan 5000 CIA görevlesini Türkiye’ye kaydırdıklarını söylemişti: “O bölge önümüzdeki 10 yıl büyük olaylara gebe...”
Bu sözlerle yıllar önce ABD’nin nasıl küresel güç olabileceğini araştıran Zbigniew Brzezinski’nin “Avrasya’ya hakim olan dünyaya hakim olur” saptamasını birleştirip oradan bugünleri görebilmek çok mu zordu... Ya da ABD savaş gemilerinden yanlışlıkla atılması mümkün olmayan füzelerin niçin Muavenet zırhlımızın kaptan köşkünü hedef aldığını anlamak. Şimdi değil. O zaman...
Pekiyi şimdi... Irak’da kan gövdeyi götürecek. TV’lere gazetelere bakıyorum. Kelamı olmayan yok maşallah. Senarya senaryo üzerine. Kalkanlar... Maşalar... Ve stratejistler... Halkının %80’den fazlasının istemediği bir savaşa giden ülke... “İstemiyoruz ama ne yapalım?” diyen bir hükümet. İlk ayet aklımdan çıkmıyor: “Oku!”...
Gayri sâfi millî sıradanlık...*
Bu mübarek Kurban Bayramı’nda da “illallah” dedim. Yıllardır herkes sokaklarda boğazlanan hayvanlara takmıştı... Ben de cep telefonuyla gönderilen Bayram mesajlarına...
Gayri Sâfi Millî Sıradanlık haline geldi. Ne geleneğe uyuyor... Ne göreneğe... Ne inançlara... Ne de bizi var eden kültür ve değerlerimize... Gayri safi, çünkü arada zekice kotarılanları da var.
Hazırla basma kalıp, gayri samimi bir metin. Pek çoğu ona da kafa yormuyor. İnternetten indiriyor. Sonra bir “tık”, ya da tuş darbesi... Yallah! Anında 250-300, artık Allah ne verdiyse, ne kadar cep telefon numarası hafızada varsa, yolla gitsin...
Daha fecisi, artık bilgisayardan da gönderilebiliyor. O zaman limit yok. Sınırsız sayıda cep telefonuna bir “tık”la o sinir bozucu, anında herkese aynısından gittiği belli olan sıradan kirlilik göndermek mümkün.
Bayram’da ruh kirliliği.
Avrupa’daki dostlara sordum. Onlarda bu kadar çılgın değilmiş mesaj meselesi. Gel de bizdeki neşeli cahiliye devrine takılma...
Bu da bu devrin dijital atıkları...
Vazgeçtim en doğru iletişimin yüzyüze kurulabileceğinden. El öpmeye, dost ziyaretine gitmemek için şehirden kaçanların sayısı az değil. Ya telefona ne demeli. Uzun iş. Bir “klik”le işi bitirmek varken.
SMS’le Bayram kutlama... SMS ile ilanı aşk...
Hadi mesaj yollayacaksın, tek tek yaz bari. Adıyla hitap et hiç değilse, kime yazıyorsan. Yakınlara başka yaz. Dostlara başka.
Şöyle bir koruma mekanizması geliştirdim bu sıradanlığa karşı: Mesajın kısa özeti listede gözüküyor ya. Adımla başlamıyorsa, ya da ikinci kelimede şahsa özel bir ifade yoksa, olduğu gibi çöpe...
Böyle toplu sıradanlık şehvetine kapılmış olanları da ayrıca listeliyorum. Ne olur ne olmaz. Bakarsınız günün birinde o listeyi ortaya çıkarmak gerekebilir...
Osman Sınav sınav veriyor...
Çarpıcı ve farklı işler yapıyor ya. Vasat’lar şu sıra Osman Sınav’a yükleniyorlar. “Kurtlar vadisi” dizisi mafya işlerine özendiriyormuş. Pınar Sucuk nasıl özendiriyor. Bu da öyle...
Osman Sınav’ı tanımam. Hiç karşılaşmadık kendisiyle. Ama işlerini bilirim. Sinan Yaman’ın kitabı “İçten Lider” yazdığı iki cümleden belli. Akıllı adam.
Delik Yürek dizisini gözümün ucuyla izlemiştim. Ama “Deli Yürek – Bumerang Cehennemi” filmini üç kez izledim. Bu gün Güneydoğu bölgemizde ve Irak’da olup bitenler bir filmde ancak bu kadar yalın bir dille anlatılabilir.
Bugün ABD mahkeme, polis, hastane, kilise sistemini ve Amerikan bağımsızlık ve iç savaşını bu kadar iyi biliyorsak, hatta bizim tarihimizdeki bazı dönemlerden daha da iyi biliyorsak, bunda Hollywood’un katkısı büyüktür. Deli Yürek filmi belki sinema tarihine geçmeyecek ama, o işlevi görecek: Tarihe tanıklık etmek.
Filmi, geçen yaz Bozcaada’daki jandarma birliğinin komutanı ile izlemiştik. Evimize Türk bayrağı astık diye bir profesör hanım şikayet etmiş. Şikayet söz konusu olunca da, hâlâ değişmemiş olan o garip kanunu uygulamak zorundaydı. Bayrağı indirmemizi kibarca ricaya gelmişti.
Sohbet sohbeti açtı. Bu arada Güneydoğu’nun en sıcak günlerini yaşamış olduğunu öğrenince, filmle ilgili görüşünü almak istedim. Davet ettim. Eşiyle birlikte geldiler. Eşi de yaşamış o günleri. Onlar filmi izlerken ben onların ifadelerini izledim. Çok etkilenmişlerdi. Sanki bir an için geri döndüler oralara...
O gün bugün Osman Sınav’ı pür dikkat izlemeye çalışıyorum. “Kurtlar Vadisi”, Bumerang Cehennemi’ndeki ekibin işi. Yaman bir anlatım yine. Toplu olarak almak için dijital ortamda yayınını sabırsızlıkla bekliyorum. Ayrıca umarım Sınav bu dizinin de uzun metrajını yapar.
Bu arada Osman Sınav’a küçük bir ağabey nasihati: Eleştirilere kulak asma, kardeşim. Sıradan işlere zorlayacaklardır seni. Uyma. Rahmetli babamın basit fakat çok işe yarayan bir sözünü seninle paylaşayım: “Milletini ağzını tıkamayan kalksan, dünya pamuk rekoltesi yetmeyebilir. İki küçük pamuk al. Kendi kulaklarını tıka. Hem daha ucuz, hem daha etkilidir...”
Meyva verdikçe taşlanacaksın. Bu böyle. “Kurtlar Vadisi” sınavını da başarıyla vereceğine inanıyorum.
Kör tuttuğunu öpsün mü?..
Bir davet geldi. İlk kez Bakanlık antetli kâğıda yazılmış bir mektup alıyorum. Altında Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın imzası var. Gözlerime inanamadım. Yıllardır herkesin, “Mutlaka yapılmalı” diye çan çaldığı bir yapıya devlet: İletişim Şurası... 20-21 Şubat. Ankara. Bilkent oteli...
Organizasyon, ‘umacı’ RTÜK’e ait. Basın Yayın Enformasyon Gn.Md.’lüğü ile TRT Gn. Md.’lüğü de düzenleyici kuruluşlar olarak anılmışlar.
Şu 4 komisyon görev yapacakmış: Basın, Radyo ve TV yayıncılığı, Kamu yayıncılığı ve TRT, internet... Komisyonların hazırlayacakları raporlar 21inde hep birlikte tartışılacak, Şura’nın sonuç raporu da hükümete sunulacakmış.
Devletin, “Yahu şurada savaş çıkacak. Bırakın bu lüzumsuz işleri” diye herşeyi savaşa odaklayan zihniyetten biraz uzaklaşması doğru değil mi? Hayatta âcil ve önemli işler vardır. Bir de âcil olmayan önemli işler. Geleceği bu ikincisi ile inşa edersiniz. Ama ne yazık ki çoğunlukla birincisi tıkar durur önümüzü...
Bu arada benden başka kimseyi davet etmediler mi acaba... Bakıyorum iletişim dünyasında tık yok! İyi bir şey midir? Kötü bir şey mi? Nelerin gündeme getirilmesi lazım. Tartışan yok. Şuranın amacı ortak aklı bulmaktır. Ya da hiç değilse yaklaşmak. İnsanın aklını oraya götürmeden çevresiyle tartışması da oyunun birinci kuralı.
Beni Radyo ve TV yayıncılığı komisyonuna uygun görmüşler. İşte buradan soruyorum: Ne diyeyim orada?.. Yukarıdaki mail adresime yazın. Tepkisiz toplum olmadığınızı gösterin: RTÜK ne yapsın ne yapmasın. Şiddet, cinsellik ne kadar olsun. Ne kadar olmasın. Asılsız şahsi karalamalar karşısında birey nasıl korunma altına alınsın. Yoksa bugün olduğu gibi “kör tuttuğunu öpsün” mü?..
Katkılarınızı bekliyorum. Bana yazma sorumluluğunu duyan ‘ehli vatan’ aydınlarımızı burada sizlerle paylaşacağım.
Yaşasın! FB’ye Denizli geliyor...
Dersimiz: Bireysel marka olamamak için nasıl iletişim yapılır. Mustafa Denizli’nin röportajını okuyorum. Altbaşlıkta bir vecize: “Ortega’nın başarısız olacağını düşünmek medyumluk değildi”. Spot’da bilimsel tesbit: “FB’den ayrılmamdan taraftarın %90’ı mutsuz olduğunu beyan etti”.
Hangi araştırma şirketi ölçmüş acaba. Herhalde üç büyüklerden biridir. ACNielsen, NFO, Strateji-GFK... Hocama da bu yakışır zaten... GS’liler de ölçtürmüş. GS’lilerin %90’u Denizli Hocamı FB’nin başında görmek istiyorlarmış...
Röportajda bir de geriye dönük tahmin var:“Fenerbahçe’de kalsaydım Rapaiç’in dediği gibi, kesin şampiyon olurduk!”
“Kulakla ağız arasında 10 cm vardır” der büyükler.
Oysa Musta Hoca iyi bir marka olmaya en yakın spor adamlarımızdan biri. Bu topraklardan marka çıkıp çıkmayacağını sorgulayan Güven Borça’ya bir danışmasında, ya da bugüne kadar marka yönetiminde başarılı olmuş Mustafa Taviloğlu (Mudo) gibi ustalarla istişare etmesinde yarar var. Yoksa böyle konuşarak olacağı varsa da olamayacak.
İletişim, içinizden geldiği gibi konuşmakla olmuyor ne yazık ki... Belki de içinizden gelmediği konuşmakla oluyor. Ötekisi ilişkide geçerli. İletişim amaçlı, hedefli bir iştir. Onun için de seçilmiş, planlı davranış gerektirir. Ukalalığımızı bağışlayın Mustafa Hocam. Ama eski günahların gölgesi uzun olurmuş. Aman dikkat. Çünkü sizin gibiler çokyetişmiyor.
Kısa... Kısa...
· İletişim tekniğinin üç kuralı şöyle: 1. Yaratıcılık, 2. Süreklilik, 3. Tutarlılık. İngilizce de bu üç kavramın üçü de ‘C’ harfi ile başladığından ‘3C’ kuralı olarak da bilinir. Bu üç ayaktan biri eksik oldu mu, iletişim sakat kalıyor. Bilkom bu işi sağlam yapanlardan. “i-Mac Film ve Müzik Yarışması” bu üç kuralı da içeriyor. “Eli mouse tutan herkesi kendi filmini kendi müziğini yapmaya çağırıyoruz” şeklinde hoş da bir slogan bulmuşlar. Beni bile tahrik etti. Hele film jürisinde Ali Atıf Bir hocamızla Sinan Çetin kardeşimizin bulunduğunu okuduğumda... www.bilkom.com.tr’den ayrıntılı bilgi almak mümkün.
· Baltaş & Baltaş’ın aylık Salı Toplantılarını izleyeniniz var mı? İşte son birkaç ayın konuları: “Performans Yönetimi”, “Eğitim Etkinliğinin Ölçülmesi”, “Uygun İşe Uygun İnsan”,“Outplacement”, “İşletmelerde Koçluk Süreci”, “Katılımcı Motivasyonunu Artırmak”. Şu kavramlara bakınca bile insana kompleks geliyor. Ama korkunun ecele faydası yok. İçinde bulunduğumuz azgın rekabet ortamında ayakta durmak için hamama girmek ve terlemek şart. Baltaş’ların hamamı da hiç iç bunaltıcı değil. Ayrıntılı bilgi için: www.baltas-baltas.com
· Haftanın iletişim kazası bu kez Ali Babacan-Yaşar Yakış ikilisinden. Rivayet o ki, Oval Ofis’de Başkan Bush ile sohbet ederken bizimkiler şöyle buyurmuşlar:”Mili Maçtaki savaş aleyhtarı protestoyu dumuşsunuzdur. Elimizi güçlendirin!” Kamu oyu elden gidiyor demek istiyorlar, bize nasihat değil para verin diyorlar. Bush yönetimi de “Askerimiz yolda, 18 Şubat’a kadar tezkereyi geçirin Meclis’den”... diye nasihata devam etmiş. Benim 11 yaşındaki oğlan da benden abuk sabuk şeyler istediğinde aşağı yukarı böyle tavır takınıyorum: “Önce dersini yap”, “Önce bir notlar düzelsin”, “Daha az ekran karşısında otur, bir görelim” falan...
Bence ilk 10
1) Volkswagen Phaeton
2) Tansaş (2. ve 3. filmler)
3) Cep Paket (Y. Erdoğan)
4) Lays patates cipsi
5) Akşam Gazetesi
6) Ülker Gofret
7) Pınar Sucuk
8) Migros (Axess)
9) İstikbal Country Collection (aile yemekte)
10) Pepsi Cola (Teaser)
Eğer TÜSİAD başkanı gibi yakalanmazsan mesele yok. “Önümüzdeki 10 yılı görüyoruz. Her şey çok iyi” gibi bir açıklama yaptıktan nerdeyse iki hafta sonra o korkunç kriz patlamıştı... Zaman kısa idi. Unutulmadı.
“Eylülde piyasalar çöker!”... “Fellipe Ali Sami Yen’i ayağa kaldıracak... Bu Ortega Fener’i uçurur... Hayır Rebrov uçuracak...”
Şimdi de Irak Savaşı ve sonrası senaryoları üzerine kelam etmeyen yok...
Aslında kolay iş değil, olan biteni seyretmekle kalmayıp, okumak... Arkasına geçmek...
İletişim dünyasında sokağa giden milyarların nedeni de budur. “Reklam filmi muhteşem oldu efendim. Yok satacağız!” Sonra at suçu satış teşkilatına... Dağıtım sisitemine vs...
Her şeyi olduğu gibi görmemeye çalışmak, bazı şeylere “kafayı takmak” işe yarayabiliyor bazen...
Mesela Atatürk’ün gençliğe hitabesine... Atatürk’ün şöyle dediğini bilmeyenimiz yoktur: “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.”
Atatürk, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini koruma ve kollama görevini neden gençliğe vermiş de TBMM’ye veya bir başka cumhuriyet kurumuna vermemiş... Kadınlara mesela... Ya da gazetecilere... Veya Polise...
Bu soruyu öğrencilerle de tartışırım. Hiç bir an “neden” diye sormamışlar büyük çoğunluğu. Keyifli bir sohbet sonunda buluruz genellikle nedenini...
Sonra 1922 Mart’ında Meclis konuşmasındaki o sözleri: “Doğu maneviyatından uzaklaşırsak Batı’ya esir oluruz”....
Hangi “maneviyatı” kastetmiş acaba?... Doğu Hind felsefesini mi? Şinto’yu mu?
Kuranı Kerim’in ilk inen ayetinin “oku!” olmasını da anlamak öyle kolay iş değil... Emredilen hangi okumadır... Hem de ümmi bir insana. Kendisine Allah kelamını ileten meleğe “Okuyamam” diye yanıt veren bir insana... “Oku! Yaratan rabbin adına oku! Oku, çünkü rabbin sonsuz kerem sahibidir”...
Bir dirhem kerem sahibi olmak için neler vermezdim... Yani kendimi, insanları, hayatı doğru dürüst okuyabilmek için...
Örneğin, 1995’de Milliyet gazetesinde emekli CIA Başkanı’nın sözlerini kavrayıp bugünleri kestirmek için... Sovyetler çökünce, orada işsiz kalan 5000 CIA görevlesini Türkiye’ye kaydırdıklarını söylemişti: “O bölge önümüzdeki 10 yıl büyük olaylara gebe...”
Bu sözlerle yıllar önce ABD’nin nasıl küresel güç olabileceğini araştıran Zbigniew Brzezinski’nin “Avrasya’ya hakim olan dünyaya hakim olur” saptamasını birleştirip oradan bugünleri görebilmek çok mu zordu... Ya da ABD savaş gemilerinden yanlışlıkla atılması mümkün olmayan füzelerin niçin Muavenet zırhlımızın kaptan köşkünü hedef aldığını anlamak. Şimdi değil. O zaman...
Pekiyi şimdi... Irak’da kan gövdeyi götürecek. TV’lere gazetelere bakıyorum. Kelamı olmayan yok maşallah. Senarya senaryo üzerine. Kalkanlar... Maşalar... Ve stratejistler... Halkının %80’den fazlasının istemediği bir savaşa giden ülke... “İstemiyoruz ama ne yapalım?” diyen bir hükümet. İlk ayet aklımdan çıkmıyor: “Oku!”...
Gayri sâfi millî sıradanlık...*
Bu mübarek Kurban Bayramı’nda da “illallah” dedim. Yıllardır herkes sokaklarda boğazlanan hayvanlara takmıştı... Ben de cep telefonuyla gönderilen Bayram mesajlarına...
Gayri Sâfi Millî Sıradanlık haline geldi. Ne geleneğe uyuyor... Ne göreneğe... Ne inançlara... Ne de bizi var eden kültür ve değerlerimize... Gayri safi, çünkü arada zekice kotarılanları da var.
Hazırla basma kalıp, gayri samimi bir metin. Pek çoğu ona da kafa yormuyor. İnternetten indiriyor. Sonra bir “tık”, ya da tuş darbesi... Yallah! Anında 250-300, artık Allah ne verdiyse, ne kadar cep telefon numarası hafızada varsa, yolla gitsin...
Daha fecisi, artık bilgisayardan da gönderilebiliyor. O zaman limit yok. Sınırsız sayıda cep telefonuna bir “tık”la o sinir bozucu, anında herkese aynısından gittiği belli olan sıradan kirlilik göndermek mümkün.
Bayram’da ruh kirliliği.
Avrupa’daki dostlara sordum. Onlarda bu kadar çılgın değilmiş mesaj meselesi. Gel de bizdeki neşeli cahiliye devrine takılma...
Bu da bu devrin dijital atıkları...
Vazgeçtim en doğru iletişimin yüzyüze kurulabileceğinden. El öpmeye, dost ziyaretine gitmemek için şehirden kaçanların sayısı az değil. Ya telefona ne demeli. Uzun iş. Bir “klik”le işi bitirmek varken.
SMS’le Bayram kutlama... SMS ile ilanı aşk...
Hadi mesaj yollayacaksın, tek tek yaz bari. Adıyla hitap et hiç değilse, kime yazıyorsan. Yakınlara başka yaz. Dostlara başka.
Şöyle bir koruma mekanizması geliştirdim bu sıradanlığa karşı: Mesajın kısa özeti listede gözüküyor ya. Adımla başlamıyorsa, ya da ikinci kelimede şahsa özel bir ifade yoksa, olduğu gibi çöpe...
Böyle toplu sıradanlık şehvetine kapılmış olanları da ayrıca listeliyorum. Ne olur ne olmaz. Bakarsınız günün birinde o listeyi ortaya çıkarmak gerekebilir...
Osman Sınav sınav veriyor...
Çarpıcı ve farklı işler yapıyor ya. Vasat’lar şu sıra Osman Sınav’a yükleniyorlar. “Kurtlar vadisi” dizisi mafya işlerine özendiriyormuş. Pınar Sucuk nasıl özendiriyor. Bu da öyle...
Osman Sınav’ı tanımam. Hiç karşılaşmadık kendisiyle. Ama işlerini bilirim. Sinan Yaman’ın kitabı “İçten Lider” yazdığı iki cümleden belli. Akıllı adam.
Delik Yürek dizisini gözümün ucuyla izlemiştim. Ama “Deli Yürek – Bumerang Cehennemi” filmini üç kez izledim. Bu gün Güneydoğu bölgemizde ve Irak’da olup bitenler bir filmde ancak bu kadar yalın bir dille anlatılabilir.
Bugün ABD mahkeme, polis, hastane, kilise sistemini ve Amerikan bağımsızlık ve iç savaşını bu kadar iyi biliyorsak, hatta bizim tarihimizdeki bazı dönemlerden daha da iyi biliyorsak, bunda Hollywood’un katkısı büyüktür. Deli Yürek filmi belki sinema tarihine geçmeyecek ama, o işlevi görecek: Tarihe tanıklık etmek.
Filmi, geçen yaz Bozcaada’daki jandarma birliğinin komutanı ile izlemiştik. Evimize Türk bayrağı astık diye bir profesör hanım şikayet etmiş. Şikayet söz konusu olunca da, hâlâ değişmemiş olan o garip kanunu uygulamak zorundaydı. Bayrağı indirmemizi kibarca ricaya gelmişti.
Sohbet sohbeti açtı. Bu arada Güneydoğu’nun en sıcak günlerini yaşamış olduğunu öğrenince, filmle ilgili görüşünü almak istedim. Davet ettim. Eşiyle birlikte geldiler. Eşi de yaşamış o günleri. Onlar filmi izlerken ben onların ifadelerini izledim. Çok etkilenmişlerdi. Sanki bir an için geri döndüler oralara...
O gün bugün Osman Sınav’ı pür dikkat izlemeye çalışıyorum. “Kurtlar Vadisi”, Bumerang Cehennemi’ndeki ekibin işi. Yaman bir anlatım yine. Toplu olarak almak için dijital ortamda yayınını sabırsızlıkla bekliyorum. Ayrıca umarım Sınav bu dizinin de uzun metrajını yapar.
Bu arada Osman Sınav’a küçük bir ağabey nasihati: Eleştirilere kulak asma, kardeşim. Sıradan işlere zorlayacaklardır seni. Uyma. Rahmetli babamın basit fakat çok işe yarayan bir sözünü seninle paylaşayım: “Milletini ağzını tıkamayan kalksan, dünya pamuk rekoltesi yetmeyebilir. İki küçük pamuk al. Kendi kulaklarını tıka. Hem daha ucuz, hem daha etkilidir...”
Meyva verdikçe taşlanacaksın. Bu böyle. “Kurtlar Vadisi” sınavını da başarıyla vereceğine inanıyorum.
Kör tuttuğunu öpsün mü?..
Bir davet geldi. İlk kez Bakanlık antetli kâğıda yazılmış bir mektup alıyorum. Altında Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın imzası var. Gözlerime inanamadım. Yıllardır herkesin, “Mutlaka yapılmalı” diye çan çaldığı bir yapıya devlet: İletişim Şurası... 20-21 Şubat. Ankara. Bilkent oteli...
Organizasyon, ‘umacı’ RTÜK’e ait. Basın Yayın Enformasyon Gn.Md.’lüğü ile TRT Gn. Md.’lüğü de düzenleyici kuruluşlar olarak anılmışlar.
Şu 4 komisyon görev yapacakmış: Basın, Radyo ve TV yayıncılığı, Kamu yayıncılığı ve TRT, internet... Komisyonların hazırlayacakları raporlar 21inde hep birlikte tartışılacak, Şura’nın sonuç raporu da hükümete sunulacakmış.
Devletin, “Yahu şurada savaş çıkacak. Bırakın bu lüzumsuz işleri” diye herşeyi savaşa odaklayan zihniyetten biraz uzaklaşması doğru değil mi? Hayatta âcil ve önemli işler vardır. Bir de âcil olmayan önemli işler. Geleceği bu ikincisi ile inşa edersiniz. Ama ne yazık ki çoğunlukla birincisi tıkar durur önümüzü...
Bu arada benden başka kimseyi davet etmediler mi acaba... Bakıyorum iletişim dünyasında tık yok! İyi bir şey midir? Kötü bir şey mi? Nelerin gündeme getirilmesi lazım. Tartışan yok. Şuranın amacı ortak aklı bulmaktır. Ya da hiç değilse yaklaşmak. İnsanın aklını oraya götürmeden çevresiyle tartışması da oyunun birinci kuralı.
Beni Radyo ve TV yayıncılığı komisyonuna uygun görmüşler. İşte buradan soruyorum: Ne diyeyim orada?.. Yukarıdaki mail adresime yazın. Tepkisiz toplum olmadığınızı gösterin: RTÜK ne yapsın ne yapmasın. Şiddet, cinsellik ne kadar olsun. Ne kadar olmasın. Asılsız şahsi karalamalar karşısında birey nasıl korunma altına alınsın. Yoksa bugün olduğu gibi “kör tuttuğunu öpsün” mü?..
Katkılarınızı bekliyorum. Bana yazma sorumluluğunu duyan ‘ehli vatan’ aydınlarımızı burada sizlerle paylaşacağım.
Yaşasın! FB’ye Denizli geliyor...
Dersimiz: Bireysel marka olamamak için nasıl iletişim yapılır. Mustafa Denizli’nin röportajını okuyorum. Altbaşlıkta bir vecize: “Ortega’nın başarısız olacağını düşünmek medyumluk değildi”. Spot’da bilimsel tesbit: “FB’den ayrılmamdan taraftarın %90’ı mutsuz olduğunu beyan etti”.
Hangi araştırma şirketi ölçmüş acaba. Herhalde üç büyüklerden biridir. ACNielsen, NFO, Strateji-GFK... Hocama da bu yakışır zaten... GS’liler de ölçtürmüş. GS’lilerin %90’u Denizli Hocamı FB’nin başında görmek istiyorlarmış...
Röportajda bir de geriye dönük tahmin var:“Fenerbahçe’de kalsaydım Rapaiç’in dediği gibi, kesin şampiyon olurduk!”
“Kulakla ağız arasında 10 cm vardır” der büyükler.
Oysa Musta Hoca iyi bir marka olmaya en yakın spor adamlarımızdan biri. Bu topraklardan marka çıkıp çıkmayacağını sorgulayan Güven Borça’ya bir danışmasında, ya da bugüne kadar marka yönetiminde başarılı olmuş Mustafa Taviloğlu (Mudo) gibi ustalarla istişare etmesinde yarar var. Yoksa böyle konuşarak olacağı varsa da olamayacak.
İletişim, içinizden geldiği gibi konuşmakla olmuyor ne yazık ki... Belki de içinizden gelmediği konuşmakla oluyor. Ötekisi ilişkide geçerli. İletişim amaçlı, hedefli bir iştir. Onun için de seçilmiş, planlı davranış gerektirir. Ukalalığımızı bağışlayın Mustafa Hocam. Ama eski günahların gölgesi uzun olurmuş. Aman dikkat. Çünkü sizin gibiler çokyetişmiyor.
Kısa... Kısa...
· İletişim tekniğinin üç kuralı şöyle: 1. Yaratıcılık, 2. Süreklilik, 3. Tutarlılık. İngilizce de bu üç kavramın üçü de ‘C’ harfi ile başladığından ‘3C’ kuralı olarak da bilinir. Bu üç ayaktan biri eksik oldu mu, iletişim sakat kalıyor. Bilkom bu işi sağlam yapanlardan. “i-Mac Film ve Müzik Yarışması” bu üç kuralı da içeriyor. “Eli mouse tutan herkesi kendi filmini kendi müziğini yapmaya çağırıyoruz” şeklinde hoş da bir slogan bulmuşlar. Beni bile tahrik etti. Hele film jürisinde Ali Atıf Bir hocamızla Sinan Çetin kardeşimizin bulunduğunu okuduğumda... www.bilkom.com.tr’den ayrıntılı bilgi almak mümkün.
· Baltaş & Baltaş’ın aylık Salı Toplantılarını izleyeniniz var mı? İşte son birkaç ayın konuları: “Performans Yönetimi”, “Eğitim Etkinliğinin Ölçülmesi”, “Uygun İşe Uygun İnsan”,“Outplacement”, “İşletmelerde Koçluk Süreci”, “Katılımcı Motivasyonunu Artırmak”. Şu kavramlara bakınca bile insana kompleks geliyor. Ama korkunun ecele faydası yok. İçinde bulunduğumuz azgın rekabet ortamında ayakta durmak için hamama girmek ve terlemek şart. Baltaş’ların hamamı da hiç iç bunaltıcı değil. Ayrıntılı bilgi için: www.baltas-baltas.com
· Haftanın iletişim kazası bu kez Ali Babacan-Yaşar Yakış ikilisinden. Rivayet o ki, Oval Ofis’de Başkan Bush ile sohbet ederken bizimkiler şöyle buyurmuşlar:”Mili Maçtaki savaş aleyhtarı protestoyu dumuşsunuzdur. Elimizi güçlendirin!” Kamu oyu elden gidiyor demek istiyorlar, bize nasihat değil para verin diyorlar. Bush yönetimi de “Askerimiz yolda, 18 Şubat’a kadar tezkereyi geçirin Meclis’den”... diye nasihata devam etmiş. Benim 11 yaşındaki oğlan da benden abuk sabuk şeyler istediğinde aşağı yukarı böyle tavır takınıyorum: “Önce dersini yap”, “Önce bir notlar düzelsin”, “Daha az ekran karşısında otur, bir görelim” falan...
Bence ilk 10
1) Volkswagen Phaeton
2) Tansaş (2. ve 3. filmler)
3) Cep Paket (Y. Erdoğan)
4) Lays patates cipsi
5) Akşam Gazetesi
6) Ülker Gofret
7) Pınar Sucuk
8) Migros (Axess)
9) İstikbal Country Collection (aile yemekte)
10) Pepsi Cola (Teaser)