Keşke ‘okuyabilseymişiz’…
19 AĞUSTOS 2011
Mihri Belli vefat etmiş… Kendisini hiç tanımadan, fikriyatını kendisinin yazdıklarından adam gibi okuyup incelemeden ‘karşı çıkmış’ olanlardanım ben… Türkiye İşçi Partisi oluşumundan sonra 60’ların sonlarına doğru sol, amipler gibi bölüne bölüne fraksiyonlara ayrılmakta ve sağcıların “Halkın Teferruatları” diye dalga geçtikleri küçük gruplar ortaya çıkmaktaydı…
Her küçük grup diğerini “revizyonist, sosyal faşist, pasifist, maceracı, korkak, lumpen proleter, burjuva, feodal, küçük burjuva, köylü hareketi, teslimiyetçi” vb. kavramlarla – bazen biri ikisi bir arada olmak üzere- suçlar dururdu…
Biz – 1972’de temel eserlere dönüp her şeyi kaynağından okuyup öğrenmeye karar verene kadar- işi otomatiğe bağlamış takımdandık… “Marx’ın dedikleri, Engels’te var, o ikilinin öğretisini Lenin’den öğrenmek mümkün. Lenin’i de zaten Stalin içeriyor; Stalin ne demişse Mao onu süzmüş özetlemiş; onun kelâmının en kıvamlı hülasasını ‘kırmızı kitapçıkta’ Lin Biao aslanlar gibi gereken ebatta sunmuş… O halde o küçücük kırmızı kitabı okumak bir devrimci için yeter de artar bile”
Düstur yaklaşık buydu…
Mihri Belli kırmızı kitabı ret mi ediyor, biz de onu reddediyorduk... Söylediklerinin karşılığı bizim risalelerde yoksa, bizim için de yoktu o düşünür, yazar, sanatçı… Cemil Meriç’i, lisede 4 yıl hocam olmuş olan Nurettin Topçu’yu, Kemal Tahir’i, Attilâ İlhan’ı, Halit Refiğ’i, Adnan Saygun’u, bütün klasikleri, operayı, sinemanın ustalarını bu nedenle hayli geç keşfedip ‘okuyabildim’… Geç kalmışlığın bedelini de takır takır ödedim…
Mihri Belli’nin ardından tam bunları düşünüyordum ki, 11 askerin şehit haberi geldi…
‘Okuma özürlülüğümüz’ devam diyordu sanki… Ve bu seferki ‘okuma özürlülüğün bedelini milletçe çok ağır ödüyorduk. Kürdüyle, Türküyle…
‘Yenilenmek’ için Y Kuşağını anla!..
“2012’de vakıf olarak 10 yılı geride bırakmış olacağız. 10 yılda o kadar çok şey değişti ki... Bizim de Vakıf olarak kendimizi yenilememiz gerekiyor. Bunu tüm paydaşlarımızla biraraya gelerek bir dizi toplantı sonucu alacağımız kararlarla yapacağız.”
Kerim Paker böyle diyor. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın (TOG) kuruluşundan bu yana yönetiminde çalışmış ve Yönetim Kurulu Başkanlığı bayrağını İbrahim Betil’den devralmış olan Kerim Bey’in Vakfın yayın organı Togses’deki açıklamaları altını çizerek okunacak türden.
Gençlerin sosyal sorumluluk çalışmalarına katılımını sağlamak ve onların kişisel gelişimlerini desteklemek amacıyla kurulan vakıf pek çok başarılı projeye imza atmış (www.tog.org.tr).
Kerim Bey diyor ki: “Sosyal değişime uyum, DNA’mızın bir parçası olacak.”
Toplumsal alanın hangisi olduğu fark etmez, herhangi birinde faaliyet göstermeye soyunanların yapmaları gereken ilk işin, değişimin en önemli “çıktı”larından biri olan Y Kuşağını anlamak olduğunu, onlarını dilini ‘sökmemiz’ gerektiğini düşünüp, yazanlardan biri olarak, Kerim Paker’in şu sözlerinin altına imzamı atabilirim herhalde:
“Y jenerasyonunda hiçbir bağlılık yok. Yani ‘Bir şirkete girerim, beğenirsem, bana da bir şey katarlarsa kalırım. Bana milyon dolar harcadılar ama bana bir şey katmadılar, fark etmez, giderim, ayıp olur diye düşünmem’ anlayıışı var. (...) Kişiler, birey olarak elde edebilecekleri hakların, toplu olarak elde edebilecekleri haklardan daha fazla olduğuna inanmaya başladılar.(...) Bugün bir araştırmaya göre, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki okul çağındaki gençlerin yüzde 99’u iki günde bir dijital oyun oynuyor. Bunların eğitmenlerinin yüzde 75’i bu oyunlardan hayatı boyunca hiç oynamamış. Bu çok büyük bir fark. Bu hayata bakışı da, siyasi beklentileri de değiştiriyor.”
Bizi eğitenlerle aramızda böylesine büyük bir “mahiyet” farkı var mıydı?.. Sanmıyorum…
Böyle bir fark olduğu içindir ki, Y kuşağı gençleri, kendisini dünyanın merkezi sanabiliyor. Bu özgüven sayesinde de pekçok yanlışla birlikte doğruyu da el yordamıyla da olsa keşfediyor. Keşifleridir o’nu zenginleştiren ve de yalnızlaştıran...
Her küçük grup diğerini “revizyonist, sosyal faşist, pasifist, maceracı, korkak, lumpen proleter, burjuva, feodal, küçük burjuva, köylü hareketi, teslimiyetçi” vb. kavramlarla – bazen biri ikisi bir arada olmak üzere- suçlar dururdu…
Biz – 1972’de temel eserlere dönüp her şeyi kaynağından okuyup öğrenmeye karar verene kadar- işi otomatiğe bağlamış takımdandık… “Marx’ın dedikleri, Engels’te var, o ikilinin öğretisini Lenin’den öğrenmek mümkün. Lenin’i de zaten Stalin içeriyor; Stalin ne demişse Mao onu süzmüş özetlemiş; onun kelâmının en kıvamlı hülasasını ‘kırmızı kitapçıkta’ Lin Biao aslanlar gibi gereken ebatta sunmuş… O halde o küçücük kırmızı kitabı okumak bir devrimci için yeter de artar bile”
Düstur yaklaşık buydu…
Mihri Belli kırmızı kitabı ret mi ediyor, biz de onu reddediyorduk... Söylediklerinin karşılığı bizim risalelerde yoksa, bizim için de yoktu o düşünür, yazar, sanatçı… Cemil Meriç’i, lisede 4 yıl hocam olmuş olan Nurettin Topçu’yu, Kemal Tahir’i, Attilâ İlhan’ı, Halit Refiğ’i, Adnan Saygun’u, bütün klasikleri, operayı, sinemanın ustalarını bu nedenle hayli geç keşfedip ‘okuyabildim’… Geç kalmışlığın bedelini de takır takır ödedim…
Mihri Belli’nin ardından tam bunları düşünüyordum ki, 11 askerin şehit haberi geldi…
‘Okuma özürlülüğümüz’ devam diyordu sanki… Ve bu seferki ‘okuma özürlülüğün bedelini milletçe çok ağır ödüyorduk. Kürdüyle, Türküyle…
‘Yenilenmek’ için Y Kuşağını anla!..
“2012’de vakıf olarak 10 yılı geride bırakmış olacağız. 10 yılda o kadar çok şey değişti ki... Bizim de Vakıf olarak kendimizi yenilememiz gerekiyor. Bunu tüm paydaşlarımızla biraraya gelerek bir dizi toplantı sonucu alacağımız kararlarla yapacağız.”
Kerim Paker böyle diyor. Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın (TOG) kuruluşundan bu yana yönetiminde çalışmış ve Yönetim Kurulu Başkanlığı bayrağını İbrahim Betil’den devralmış olan Kerim Bey’in Vakfın yayın organı Togses’deki açıklamaları altını çizerek okunacak türden.
Gençlerin sosyal sorumluluk çalışmalarına katılımını sağlamak ve onların kişisel gelişimlerini desteklemek amacıyla kurulan vakıf pek çok başarılı projeye imza atmış (www.tog.org.tr).
Kerim Bey diyor ki: “Sosyal değişime uyum, DNA’mızın bir parçası olacak.”
Toplumsal alanın hangisi olduğu fark etmez, herhangi birinde faaliyet göstermeye soyunanların yapmaları gereken ilk işin, değişimin en önemli “çıktı”larından biri olan Y Kuşağını anlamak olduğunu, onlarını dilini ‘sökmemiz’ gerektiğini düşünüp, yazanlardan biri olarak, Kerim Paker’in şu sözlerinin altına imzamı atabilirim herhalde:
“Y jenerasyonunda hiçbir bağlılık yok. Yani ‘Bir şirkete girerim, beğenirsem, bana da bir şey katarlarsa kalırım. Bana milyon dolar harcadılar ama bana bir şey katmadılar, fark etmez, giderim, ayıp olur diye düşünmem’ anlayıışı var. (...) Kişiler, birey olarak elde edebilecekleri hakların, toplu olarak elde edebilecekleri haklardan daha fazla olduğuna inanmaya başladılar.(...) Bugün bir araştırmaya göre, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki okul çağındaki gençlerin yüzde 99’u iki günde bir dijital oyun oynuyor. Bunların eğitmenlerinin yüzde 75’i bu oyunlardan hayatı boyunca hiç oynamamış. Bu çok büyük bir fark. Bu hayata bakışı da, siyasi beklentileri de değiştiriyor.”
Bizi eğitenlerle aramızda böylesine büyük bir “mahiyet” farkı var mıydı?.. Sanmıyorum…
Böyle bir fark olduğu içindir ki, Y kuşağı gençleri, kendisini dünyanın merkezi sanabiliyor. Bu özgüven sayesinde de pekçok yanlışla birlikte doğruyu da el yordamıyla da olsa keşfediyor. Keşifleridir o’nu zenginleştiren ve de yalnızlaştıran...