Kendinize bir ‘güzellik’ yapın!
08 TEMMUZ 2012
Tam da Taraf’taki (Telesiyej) o muhteşem Romy Schneider yazısını düşündüğüm sırada Serdar Turgut’un dünkü yazdıkları çıkıverdi karşıma. Serdar özetle demiş ki:
“Siyasi yorum gazete köşe yazarlığının zirvesi olarak kabul ediliyor … (Medya) sürekli birbirinden etkilenir, beslenir … Diğer türde yazılar, konuşmalar hafif ve gereksiz olarak görülür … Hepsi birbirine benzeyen neredeyse aynı cümlelerle yazılmış siyasi yazılar ve konuşmalar medyayı istila etti. Bu da medyanın vasatlaşma sürecidir…”
Telesiyej’de “Fransa, Cannes Festival Sarayı’nda Romy Schneider’i anıyor” başlıklı yazıyı uzun zamandır hiçbir köşe yazısından almadığım bir lezzetle okudum. İşte size tadımlık bir bölüm:
“Romy Schneider herhangi bir oyuncu değildi. Mükemmel oynadı ama hiçbir zaman oyuncu olmadı o. Oynayarak hayatı yeniden keşfetti çünkü … Acılarını bu büyük keşfin içine gömdü adeta; filmler hayatı oldu; bütün benliğiyle, her şeyiyle arayıp da bir türlü tam anlamıyla buluşamadığı aşkla, kamera karşısında buluştu …
Filmlerde oynamak, Romy için bir karakteri canlandırmaktan ziyade kendini, kendi içini dışarıya —seyirciye, insanlara— sunmaktı bana göre. Bakışındaki derinlik hiç kimsenin, sistemin … ele geçiremeyeceği güçte dişi ve yaratıcı bir derinlikti.. bu da ona çok acılar çektirdi tabiatıyla.”
Kendiniz içi bir ‘güzellik’ yapın ve o yazıyı internette bulup okuyun…
Ruhun karakteri de yoktur...
Şu günlerde Ernest Hemingway ile ilgili dünya çapında bir iletişim atağı var. Atağın odağında yeni TV filmi ‘Hemingway&Gellhorn’ var. Hemingway’den boşanma talebinde bulunabilmiş tek kadın olarak tarihe geçen, savaş muhabiri Martha Gellhorn (Nicole Kidman) ile yazarın (Clive Owen) arasındaki fırtınalı aşkı konu edinen filmin iletişimi sanki filmden daha etkili…
2,5 saatlik TV filminde Martha’nın yazara ilham kaynağı olduğundan söz ediliyor. Hangi roman için? ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’ adlı yapıt için… Peki şu sıra New York Times’tan bütün dünyaya yayılan haber ne?.. Hemingway’in, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor?’dan sonraki en ünlü eseri ‘Silahlara Veda’ya tam 47 farklı final yazdığı haberi…
Bu 47 finalinin tamamını kapsayacak bir kitap gelecek hafta ABD’de piyasaya çıkacakmış. ‘Yazdım oldu’ türünden ‘pseudo’ yazarlarımız için 47 ayrı son… İlginç olduğu kadar öğretici de olabilir…
Bu arada bir de Remzi Kitabevi’nden çıkan Paula McLain’in yazdığı ve Hemingway’in ilk eşi Hadley Richardson’la ilişkisini gözler önüne serdiği ‘Paris’teki Eş’ adlı kitap var…
Kitapla ilgili dün Hürriyet’in Keyif ekinde Deniz İnceoğlu hanım, ‘Bir kadın olarak Hemingway’den soğudum’ demiş. Kitabın ilerleyen sayfalarında ‘Erkekler ne kadar da nankör olabiliyor’ diye düşünmenize sebep oluyormuş okuduğunuz satırlar…
Kitabı henüz okumadım. Ancak mutlaka okuyacağım. Deniz hanıma daha kitabı okumadan, katılmıyorum tabii ki. Ruhun cinsiyeti ve mülkiyeti olamayacağı gibi, karakteri de olamaz… Gerçek edebiyat da bir ruh işidir… Kitap, sadece bu tespiti kanıtlamak adına okumaya değer…
Herhalde ‘Yazmak ayin gibidir’ diyen ve nesiller sonrasını etkisi altında tutmasını beceren bir edebiyatçının ‘her türlü nitelemeden âri’ ruhunun; güven-güvensizlik, nankörlük - vefalılık temalarını taşıyan ufukların çok ötesinde bir yerlerde uçuştuğunu ve onun ayininin, dünyayı nizama sokmaya çalışan her türlü aklın fersah fersah uzağında bir duygu tutulmasında yaşadığını söylemek abartı olmazdı belki de… Kimbilir?
Kuzguncuk’taki ‘zirve’…
İstanbul müzik dolu günler yaşıyor. Hepsine yetişmek zor. Zirveleri kaçırmamaya çalışıyoruz. Ancak bu arada bir ‘zirve’ izledik ki, yaşananların anlatabilmesi hayli zor. Bir ‘Ev Konseri’ydi bu… Üçü de hekim olan Anne İsmet, baba Doğan ve oğulları Tolga Birgül ailesinin Kuzguncuk’taki yalısında…
Ani Pertan ve Gülper Refiğ ön ayak oluyorlarmış bu özel etkinliklere… Kış aylarında Ani kardeşimizin Tarlabaşı’ndaki o minicik ama çok zevkli, müze gibi evinde toplanıyorlarmış. Birgül ailesi ilk kez ev sahipliği yapıyormuş. Yemekleri kim yapmış peki? Tabii ki ailenin kızı ve NTV’deki keyifli programın yapımcısı Refika Birgül… Bu tür aileler konuyu buradan alıp ‘mesenliğe’ taşıyabilseler ve Birgül’ler gibi örnek olsalar, keşke…
Gelelim konsere… Birinci bölümde piyanoda Paolo Villa vardı. Bu büyük sanatçının özgeçmişine bir göz atmanızda yarar var. ‘Bizden’ olması, sizi ‘aldatmasın’… Hani ‘bizden olanı’ pek önemsemeyiz ya…
Paolo, büyük bir basbaritona eşlik etti. Onu son sezon Fiagaro’nun Düğünü ve Hoffman’ın Masalları’nda izlemiştik: Umut Tingür… İlk kez 3 metreden dinledik. Olağanüstü. Gurur duymamak mümkün değil…
Bir göğüs kabartıcı olayı da ikinci bölümde yaşadık. Prof. Gülper Refiğ’in “İşte Türkiye’nin geleceğinden umutlu olmak için bir başka önemli neden” diye takdim ettiği Sıla Gündüz (22), Banu Selin Aşan (20), Emre Akman (19) ve Didem Çizel (20), Ravel’den bir String Quartet çaldılar ki, sormayın… Benim amatör kulaklarım bile olağanüstü bir performansla karşılaştığımızı tespit edebildi.
Bazen Sezen’in dediği gibi “Uzanıp yıldızlardan, dünyadaki neslimize bakmakta” ne büyük yarar var bir bilseniz…
“Siyasi yorum gazete köşe yazarlığının zirvesi olarak kabul ediliyor … (Medya) sürekli birbirinden etkilenir, beslenir … Diğer türde yazılar, konuşmalar hafif ve gereksiz olarak görülür … Hepsi birbirine benzeyen neredeyse aynı cümlelerle yazılmış siyasi yazılar ve konuşmalar medyayı istila etti. Bu da medyanın vasatlaşma sürecidir…”
Telesiyej’de “Fransa, Cannes Festival Sarayı’nda Romy Schneider’i anıyor” başlıklı yazıyı uzun zamandır hiçbir köşe yazısından almadığım bir lezzetle okudum. İşte size tadımlık bir bölüm:
“Romy Schneider herhangi bir oyuncu değildi. Mükemmel oynadı ama hiçbir zaman oyuncu olmadı o. Oynayarak hayatı yeniden keşfetti çünkü … Acılarını bu büyük keşfin içine gömdü adeta; filmler hayatı oldu; bütün benliğiyle, her şeyiyle arayıp da bir türlü tam anlamıyla buluşamadığı aşkla, kamera karşısında buluştu …
Filmlerde oynamak, Romy için bir karakteri canlandırmaktan ziyade kendini, kendi içini dışarıya —seyirciye, insanlara— sunmaktı bana göre. Bakışındaki derinlik hiç kimsenin, sistemin … ele geçiremeyeceği güçte dişi ve yaratıcı bir derinlikti.. bu da ona çok acılar çektirdi tabiatıyla.”
Kendiniz içi bir ‘güzellik’ yapın ve o yazıyı internette bulup okuyun…
Ruhun karakteri de yoktur...
Şu günlerde Ernest Hemingway ile ilgili dünya çapında bir iletişim atağı var. Atağın odağında yeni TV filmi ‘Hemingway&Gellhorn’ var. Hemingway’den boşanma talebinde bulunabilmiş tek kadın olarak tarihe geçen, savaş muhabiri Martha Gellhorn (Nicole Kidman) ile yazarın (Clive Owen) arasındaki fırtınalı aşkı konu edinen filmin iletişimi sanki filmden daha etkili…
2,5 saatlik TV filminde Martha’nın yazara ilham kaynağı olduğundan söz ediliyor. Hangi roman için? ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’ adlı yapıt için… Peki şu sıra New York Times’tan bütün dünyaya yayılan haber ne?.. Hemingway’in, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor?’dan sonraki en ünlü eseri ‘Silahlara Veda’ya tam 47 farklı final yazdığı haberi…
Bu 47 finalinin tamamını kapsayacak bir kitap gelecek hafta ABD’de piyasaya çıkacakmış. ‘Yazdım oldu’ türünden ‘pseudo’ yazarlarımız için 47 ayrı son… İlginç olduğu kadar öğretici de olabilir…
Bu arada bir de Remzi Kitabevi’nden çıkan Paula McLain’in yazdığı ve Hemingway’in ilk eşi Hadley Richardson’la ilişkisini gözler önüne serdiği ‘Paris’teki Eş’ adlı kitap var…
Kitapla ilgili dün Hürriyet’in Keyif ekinde Deniz İnceoğlu hanım, ‘Bir kadın olarak Hemingway’den soğudum’ demiş. Kitabın ilerleyen sayfalarında ‘Erkekler ne kadar da nankör olabiliyor’ diye düşünmenize sebep oluyormuş okuduğunuz satırlar…
Kitabı henüz okumadım. Ancak mutlaka okuyacağım. Deniz hanıma daha kitabı okumadan, katılmıyorum tabii ki. Ruhun cinsiyeti ve mülkiyeti olamayacağı gibi, karakteri de olamaz… Gerçek edebiyat da bir ruh işidir… Kitap, sadece bu tespiti kanıtlamak adına okumaya değer…
Herhalde ‘Yazmak ayin gibidir’ diyen ve nesiller sonrasını etkisi altında tutmasını beceren bir edebiyatçının ‘her türlü nitelemeden âri’ ruhunun; güven-güvensizlik, nankörlük - vefalılık temalarını taşıyan ufukların çok ötesinde bir yerlerde uçuştuğunu ve onun ayininin, dünyayı nizama sokmaya çalışan her türlü aklın fersah fersah uzağında bir duygu tutulmasında yaşadığını söylemek abartı olmazdı belki de… Kimbilir?
Kuzguncuk’taki ‘zirve’…
İstanbul müzik dolu günler yaşıyor. Hepsine yetişmek zor. Zirveleri kaçırmamaya çalışıyoruz. Ancak bu arada bir ‘zirve’ izledik ki, yaşananların anlatabilmesi hayli zor. Bir ‘Ev Konseri’ydi bu… Üçü de hekim olan Anne İsmet, baba Doğan ve oğulları Tolga Birgül ailesinin Kuzguncuk’taki yalısında…
Ani Pertan ve Gülper Refiğ ön ayak oluyorlarmış bu özel etkinliklere… Kış aylarında Ani kardeşimizin Tarlabaşı’ndaki o minicik ama çok zevkli, müze gibi evinde toplanıyorlarmış. Birgül ailesi ilk kez ev sahipliği yapıyormuş. Yemekleri kim yapmış peki? Tabii ki ailenin kızı ve NTV’deki keyifli programın yapımcısı Refika Birgül… Bu tür aileler konuyu buradan alıp ‘mesenliğe’ taşıyabilseler ve Birgül’ler gibi örnek olsalar, keşke…
Gelelim konsere… Birinci bölümde piyanoda Paolo Villa vardı. Bu büyük sanatçının özgeçmişine bir göz atmanızda yarar var. ‘Bizden’ olması, sizi ‘aldatmasın’… Hani ‘bizden olanı’ pek önemsemeyiz ya…
Paolo, büyük bir basbaritona eşlik etti. Onu son sezon Fiagaro’nun Düğünü ve Hoffman’ın Masalları’nda izlemiştik: Umut Tingür… İlk kez 3 metreden dinledik. Olağanüstü. Gurur duymamak mümkün değil…
Bir göğüs kabartıcı olayı da ikinci bölümde yaşadık. Prof. Gülper Refiğ’in “İşte Türkiye’nin geleceğinden umutlu olmak için bir başka önemli neden” diye takdim ettiği Sıla Gündüz (22), Banu Selin Aşan (20), Emre Akman (19) ve Didem Çizel (20), Ravel’den bir String Quartet çaldılar ki, sormayın… Benim amatör kulaklarım bile olağanüstü bir performansla karşılaştığımızı tespit edebildi.
Bazen Sezen’in dediği gibi “Uzanıp yıldızlardan, dünyadaki neslimize bakmakta” ne büyük yarar var bir bilseniz…