Keyfim kaçtı
23 ŞUBAT 2003
Bazen sorarlar ya: “Hayatta en sinir olduğunuz şey nedir?”...
Benim cevabım hazırdır: Kafadan sallayarak genelleme yapılması! Hayatta karşılaştığı iki üç örnekten yola çıkar ve der ki: “Almanlar yaramaz!” Ya da “Bilmem nereden adam çıkmaz!” , “Yabancı antrenörler Türkiye’de iş yapamaz!” ya da tam tersi...
Ya da doğrudan insan hayatıyla ilgili olduğu için en fecîsi: “Bizim Ahmet Ağabey 50 senedir günde iki paket sigara içer. Vallahi turp gibi maşallah!”
Hani doğrudur da söylediği. Fakat milyon tane araştırma var. Sigaranın kanserin bir numaralı etkeni olduğu kanıtlanmış. Sadece kanserin mi? Hayır. Kalp damar hastalıklarının. İktidarsızlığın. Mide hastalıklarının. Nefes borusu hastalıklarının vs. Saymakla bitmez.
Sigara firmaları kendiliklerinden mi yazıyorlar paketlerin üzerine, “Sigara sağlığa zararlıdır” diye... Bir pazarlama aracı olarak yazmadıkları kesin. Net olarak kanıtlanmamış olsa, demokratik ülkelerde hiçbir güç yaptıramazdı onlara bunu.
Geçenlerde Amerikan Hastanesinin bizim mektepli Başhekimi Ömer Arıkan ve Operasyon Gurup Müdürü Selin Bali ile konuşuyorduk. Bir ara münasebetsizliği ele alıp “Sizin burada sigara içilecek yer var mı?” diye soracak oldum.
“Sigara içecek yer yok ama Sigara Bırakma Kliniği var!” dedi ikisi birden... Bilir bilmez bir genelleme de benden geldi anında:“Sigara bırakmanın da kliniği mi olurmuş? Kafaya takmaya bakar. Taktın mı ‘şak’ diye bırakırsın”...
Oysa yıllardır bu ‘şak!’ işinin pek de kolay olmadığını adım gibi biliyorum... Her Pazartesi sigarayı bırakmaya ve kilo vermeye karar veren biri olarak hiç yakışmadı ama, ağzımdan çıktı bir kere o genelleme...
Arıkan ve Bali en koyu tiryakinin bile ayaklarını titretecek açıklamalarla neden bu işin bir ‘klinik’ çerçevesinde ele alınması gerektiğini ve ne kadar başarılı olduklarını anlattılar. 6 ay süren bir programmış. Biraz kararlı oldunuz mu, sonuç kesinmiş... 6 ayda sigaraya harcadığınız paradan da daha aza geliyormuş tüm tetkikler ve hizmetler...
Anlamadığım bir şey var sadece. Bu tür paketler sigorta şirketleri tarafından tam olarak karşılanmıyormuş. Örneğin uyku laboratuarı da öyle. Ne kadar akıllı ve düzgün olduklarını bilmesem sigorta şirketlerinin de idrak yolu enfeksiyonundan müzdarip olduklarını düşüneceğim. Oysa tedavi yerine hastalığı önleyici koruyucu paketleri destekleseler, daha az ödeme yapmak zorunda kalmazlar mı?
O gün bugün sigarillo’larımı eski keyfimle içemiyorum...
Kadayıf üzerindeki kaymak
Guiness Rekorlar kitabına girmek bir marifet midir. Hayır değildir. Hatta sırf kitaba girmek için yapılan bazı çılgınlıkları da gayri insanî bulurum. Fakat bu başka.
Tofaş bu işi rekorlar kitabına girmek için yapmamış. Fiat Markası ile Tofaş kurumunu yeniden konumlandırmak için planlanan iletişim programının bir parçası olarak düşünülmüş o etkinlik. Ve amaç çalışanlara ve bayilere “Gümbür gümbür geliyoruz” mesajını etkili bir biçimde vermek olmuş. Guiness de ekmek tatlısının üzerindeki kadayıf...
Binlerce kişiye aynı anda davul çaldırmak zor. Ama binlerce kişiye ortak Fiat ve Tofaş anlayışını aşılamak da kolay değil zaten... İnsan kaynakları ve iç iletişim uzmanları çok iyi bilirler. Ha deyince olmaz değişim işleri. Hz. Musa’nın 10 emri binlerce senedir söylenir durur. Eee... Ne olmuş sonunda... Tam tersine doğru bir gidiş...
“Gümbür gümbür gelme” işini ciddiye alan Tofaş’ı kutlamak gerek... Kendini aşmak için verdiği mücadele için. İhracat ve iç satışta gösterdiği başarı için (Kendileri buna 4 Şampiyonluk diyor –üretim, ihracat, iç pazar, motor sporlarında markalar-) ve iç iletişime verdiği önem için.
Bir reklam filmi ki, bin git!
Bu sütunları okuyanlar bilirler. Genelde ekonomik ve buluşçu reklamlardan yanayımdır. Ayrıca dışarıdan getirilip tercüme edilerek gösterime sokulan reklam filmlerini de çok riskli bulurum.
Hiçbir halkın ‘Ortak Ruhi Şekillenmesi’ bir ötekine benzemez. Bu yüzden de mesajlar algılanmaz. Bu yüzden de paralar yine boşa gider.
Bütün bu yargı ve önyargılara rağmen Phaeton’a şapka çıkarmaktan kendimi alamadım.
Böylesine, hem doğru hem güzel reklam az görmüşümdür. O konsepti alın, o kategorideki herhangi bir markaya uygulayın hiç sırıtmaz. İşte maharet burada. Basit olanı mükemmel anlatmak. Ayrıca öyle evrensel değerler kullanılmış ki, Zimbabwe’de bile iş yapar.
İlk harekete geçme avantajını da iyi kullanmışlar doğrusu. Aynı lafları Phaeton rakipleri isterlerse “Biz de... Biz de...” diye söylesinler. Yavan kaçar.
Bir heyecan, VW ve Audi’nin Türkiye’deki patronu Doğuş Otomotiv’in Genel Müdürü Ömer Aksaç’ı aradım. Almanya’dan gelmiş film. Onların kime yaptırdıklarını bilmiyor. (Küreselleşme!)
Ömer Bey’e sordum: “Phaeton öyle ekmek peynir gibi satacak araba değil. 95 binden 180 bin Euro’ya kadar gidiyor. Bunca reklamdan murat, marka ve kurum itibarını yükseltmek mi?”
Audi de VW de Ömer Bey’in çocukları gibi. Onun için son derece usturuplu veriyor cevabı: “Phaeton, VW’nin amiral gemisi. Amiral gemisi ekmek peynir gibi olmaz. Mercedes 500, BMW 140, Audi A6-8 kategorisinde. Hepsinin alıcısı vardır. Ama Phaeton farklı...”
“Yıldızlara ulaşamasak da onlar vardırlar” demiş şair. Bakarsınız bir gün ulaşırız. Şimdilik, en azından ben, o güzel reklam filmiyle idare ediyorum.
“Yaman” Sinan!
Çiçeği burnunda, aklı bir karış havada, gönlü evrenin derinliklerinde, 33 yaşındaki yazar Sinan Yaman’ın kitabı “İç’ten Lider”i okudunuz mu? Okumadıysanız, bir tane edinin, derim.
10 yıl Unilever’in rahleyi tedrisinden geçtikten sonra “Batı’nın guru kültürü ile Doğu bilgeliğini” bir potada eritebilmenin nihai çözüm olacağını düşünmüş. Sonra da hayallerini gerçekleştirmek için yazarlık, danışmanlık, eğitmenlik dünyasına yelken açmış.
Kitap kolay okunuyor. İş yatırım’ın Kurumsal İletişim Md. Yrd. Bige Sarıkadılar “İzmir uçağında bitiriverdim kitabı... Ama hâlâ üzerine düşünüyorum” diye ifade etti duygularını. Pek çok şirketin üst yönetimi de orta ve üst kademe yöneticilerine armağan ediyormuş İç’ten Lider’i.
Kitabın arka kapağında Koç Holding CEO’su Bülent Özaydınlı’nın bir notu var: “Liderlik üzerine ilginç bir çalışma. Bu kitap beni düşündürdü. Lider, ulaşabilinir ancak zor bir hedefe varmak için, takımını, maratona 100 m. temposunda koşturacak ortama getirebilen kişidir.”
Sinan Yaman’ı iki yıldır tanıyorum. Neşeli cahiliye devrinin tam göbeğinde büyümüş bir genç. Kolaycılar için son derce çekici olan o dalganın üstünde kalabilmek için yaman bir çaba içinde olmuş hep. Hâlâ da aynı çaba içinde. Ve iddiası var:”Bu topraklardan marka da çıkar lider de! Hem de esas bu topraklardan”...
Kısa... Kısa...
· İletişim Şurası 20-21 Şubat günlerinde müthiş bir katılımla yapıldı. Kastedilen iletişim, tanıtım anlamında değil medya bazında. Pek çok konuda pek çok iyileştirme kendilerine el atılmasını bekliyor. Benim bir numaralı iyileştirme, alanı olarak gördüğüm sorun, bireyin basın karşısındaki çaresizliği. Ben sizin “Şerefsiz ve sahtekar” olduğunuzu yazayım. Siz de tekzip gönderin, bana hakaret davası açın. Benim tekzibi yayınladığımı var sayalım. 3-4 yıl sonra da davayı kazanın. Bu arada halka soralım bakalım, sizin hakkınızda ne düşünor olacak... ABD’de olduğu gibi, kısa zamanda can yakıcı ceza ile (Bir keresinde ünlü Rolling Stones dergisi milyonlarca Dolar ceza yüzünden iflasın eşiğine gelmişti) konunun üstüne gidecek yasak düzenleme yapılmazsa, medyanın mevcut itibar düzeyini kimseler yukarı çekemez...
· Turkcell reklamlarında Raga Oktay’ın şirin Türkçesi herkesin dikkatini çekiyordur. Benim de çekiyor. Hollanda’da büyümüş. Doğaldır Türkçe’yi aksanlı konuşması. Hatta sempatik bile denebilir. Ama marka yönetiminde bir şey vardır ki, “Çin’in bütün çayını verseler, yapmamanız gerekir”: Markanın logosu, amblemi, rengi ve nihayet telafuzuyla oynanmaz. Örneğin Coca-Cola bir gün çıldırıp, iş olsun diye Coca’yı Koka olarak değil de Türkçe’de okunduğu gibi söylese olur mu? Ya da Coca-Cola kırmızısı yerine yaz aylarında daha iyi gelir diye siklamen rengine çalan kırmızı kullansa... Türkçe de “e”nin iki türlü söylenişi vardır. Biri açık, diğeri kapalı “e”. Açık e’ye örnek: ver, gel, diğer, ciğer, teyel, kader, çimen, hemen, dirhem... Kapalı e’ye örnek: “Penceredeki tekir kedi tenceredeki eti yedi.” Bu deyişteki bütün e’ler kapalı. Turkcell’deki “e” de açık “e”dir. Gaga’nın “Turkcell’den hediye” derken söylediği gibi değil. Turkcell markasının doğru söylenmesi gerekir. Neden mi? Markanın değerini düşürür de ondan. Adınızın yanlış söylenmesi sizi ne kadar rahatsız ediyorsa, markanızın yanlış söylenmesi onun 100 katı daha fazla rahatsız etmeli. Çünkü adınız yanlış söylenirse değer ve para kaybetmezsiniz.
· Bu haftanın iletişim kazası bizim gazeteden. Ahmet Hakan bir Fazıl Say yazısı yazdı. Hıncal Ağabey de topu ‘altı pasta’ bulunca, baktı ki kaleci de 18’in dışına çıkmış, koca kurt kaçırır mı, topu filelere bırakıverdi. Sonra Ahmet Hakan kendisinin yanlış anlaşıldığını ifade eden ve Hıncal Ağabey’in üslubunu eleştiren bir yazı daha yazdı. Sonra Hıncal Ağabey ona da bir cevap döşendi. Medya polemikleri ben dünyaya gelmemişken varmış. Hatta bilinçli yaparlarmış bu polemikleri. Tirajı artırmak için. Bu öyle değil. Ahmet Hakan’ı tanırım. Hem severim, hem de beğenirim. Hıncal Ağabey biz kısa pantolonla cicoz oynarken gazetecilik yaparmış. 1980’lerde odasına gidip iki laf kapmak için bahane yaratırdık. Saygıda kusur etmemek için de özen gösterirdik. Bu adamlardan kaç tane yetişiyor ki Türkiye’de? Adım gibi eminim ikisi bir araya gelip şöyle bir Cumartesi öğleden sonra sohbeti yapsalar, mükemmel anlaşacaklar. Üçüncü türden, yani diyalog kopukluğundan iletişim kazası böyle oluyor işte...
· Savaşa hazır mısınız. Ben değilim. Ruhum başka şey diyor; aklım başka şey. Aşağı yukarı hükümetimiz gibi bir durumdayım. İş dünyamızın hiç tereddüdü yok gibi . Hangi yönetici ile konuşsam, sanki ağız birliği etmişler. “İyi olacak” diyorlar. Medyada beyanatlar: “İş dünyası savaş istiyor!” Petrol fiyatı tahminleri yapılıyor: “Savaş uzarsa varili 60 Dolar, uzamazsa 30...” Hangi sektörler gelişecek: “İnşaat, perakende, beyaz eşya, otomotiv”. Uzarsa hangileri zorlanır: “Turizm, eğlence, tekstil”... Ayrıca Dolar girecek ülkeye ve TL karşısında değeri artmayacak. Enflasyon 30’u geçmeyecek. Büyüme ve istihdamda artış olacak... Bunların hepsi iyi hoş. Aklım da öyle diyor. Pekiyi, kaç çocuk ölecek... Kaç ailenin ocağı sönecek... Silah sanayinin cebine kaç milyar dolar girecek. Ve sonra ne olacak... Hâlâ bekliyorum. Hükümet en az üç ay gecikmiş olan iletişimi, ha başlattı ha başlatacak... Açık Şeffaf ve Katılımcı iletişimle bu soruların tamamı kafamızda aydınlığa kavuşabilirdi. Kapalı kapılar ardında Dolar pazarlığı yapan bir hükümet algısı da ancak o zaman engellenebilirdi...
Bence ilk 10
1) Volkswagen Phaeton
2) Tansaş (2. ve 3. filmler)
3) Arçelik (Direct Drive)
4) Cep Paket (Yılmaz Erdoğan)
5) Lays Patates Cipsi
6) Akşam Gazetesi
7) Anadolu Hayat
8) Ülker Gofret
9) Pınar Sucuk
10) İstikbal Country Collection (Aile yemekte)
Benim cevabım hazırdır: Kafadan sallayarak genelleme yapılması! Hayatta karşılaştığı iki üç örnekten yola çıkar ve der ki: “Almanlar yaramaz!” Ya da “Bilmem nereden adam çıkmaz!” , “Yabancı antrenörler Türkiye’de iş yapamaz!” ya da tam tersi...
Ya da doğrudan insan hayatıyla ilgili olduğu için en fecîsi: “Bizim Ahmet Ağabey 50 senedir günde iki paket sigara içer. Vallahi turp gibi maşallah!”
Hani doğrudur da söylediği. Fakat milyon tane araştırma var. Sigaranın kanserin bir numaralı etkeni olduğu kanıtlanmış. Sadece kanserin mi? Hayır. Kalp damar hastalıklarının. İktidarsızlığın. Mide hastalıklarının. Nefes borusu hastalıklarının vs. Saymakla bitmez.
Sigara firmaları kendiliklerinden mi yazıyorlar paketlerin üzerine, “Sigara sağlığa zararlıdır” diye... Bir pazarlama aracı olarak yazmadıkları kesin. Net olarak kanıtlanmamış olsa, demokratik ülkelerde hiçbir güç yaptıramazdı onlara bunu.
Geçenlerde Amerikan Hastanesinin bizim mektepli Başhekimi Ömer Arıkan ve Operasyon Gurup Müdürü Selin Bali ile konuşuyorduk. Bir ara münasebetsizliği ele alıp “Sizin burada sigara içilecek yer var mı?” diye soracak oldum.
“Sigara içecek yer yok ama Sigara Bırakma Kliniği var!” dedi ikisi birden... Bilir bilmez bir genelleme de benden geldi anında:“Sigara bırakmanın da kliniği mi olurmuş? Kafaya takmaya bakar. Taktın mı ‘şak’ diye bırakırsın”...
Oysa yıllardır bu ‘şak!’ işinin pek de kolay olmadığını adım gibi biliyorum... Her Pazartesi sigarayı bırakmaya ve kilo vermeye karar veren biri olarak hiç yakışmadı ama, ağzımdan çıktı bir kere o genelleme...
Arıkan ve Bali en koyu tiryakinin bile ayaklarını titretecek açıklamalarla neden bu işin bir ‘klinik’ çerçevesinde ele alınması gerektiğini ve ne kadar başarılı olduklarını anlattılar. 6 ay süren bir programmış. Biraz kararlı oldunuz mu, sonuç kesinmiş... 6 ayda sigaraya harcadığınız paradan da daha aza geliyormuş tüm tetkikler ve hizmetler...
Anlamadığım bir şey var sadece. Bu tür paketler sigorta şirketleri tarafından tam olarak karşılanmıyormuş. Örneğin uyku laboratuarı da öyle. Ne kadar akıllı ve düzgün olduklarını bilmesem sigorta şirketlerinin de idrak yolu enfeksiyonundan müzdarip olduklarını düşüneceğim. Oysa tedavi yerine hastalığı önleyici koruyucu paketleri destekleseler, daha az ödeme yapmak zorunda kalmazlar mı?
O gün bugün sigarillo’larımı eski keyfimle içemiyorum...
Kadayıf üzerindeki kaymak
Guiness Rekorlar kitabına girmek bir marifet midir. Hayır değildir. Hatta sırf kitaba girmek için yapılan bazı çılgınlıkları da gayri insanî bulurum. Fakat bu başka.
Tofaş bu işi rekorlar kitabına girmek için yapmamış. Fiat Markası ile Tofaş kurumunu yeniden konumlandırmak için planlanan iletişim programının bir parçası olarak düşünülmüş o etkinlik. Ve amaç çalışanlara ve bayilere “Gümbür gümbür geliyoruz” mesajını etkili bir biçimde vermek olmuş. Guiness de ekmek tatlısının üzerindeki kadayıf...
Binlerce kişiye aynı anda davul çaldırmak zor. Ama binlerce kişiye ortak Fiat ve Tofaş anlayışını aşılamak da kolay değil zaten... İnsan kaynakları ve iç iletişim uzmanları çok iyi bilirler. Ha deyince olmaz değişim işleri. Hz. Musa’nın 10 emri binlerce senedir söylenir durur. Eee... Ne olmuş sonunda... Tam tersine doğru bir gidiş...
“Gümbür gümbür gelme” işini ciddiye alan Tofaş’ı kutlamak gerek... Kendini aşmak için verdiği mücadele için. İhracat ve iç satışta gösterdiği başarı için (Kendileri buna 4 Şampiyonluk diyor –üretim, ihracat, iç pazar, motor sporlarında markalar-) ve iç iletişime verdiği önem için.
Bir reklam filmi ki, bin git!
Bu sütunları okuyanlar bilirler. Genelde ekonomik ve buluşçu reklamlardan yanayımdır. Ayrıca dışarıdan getirilip tercüme edilerek gösterime sokulan reklam filmlerini de çok riskli bulurum.
Hiçbir halkın ‘Ortak Ruhi Şekillenmesi’ bir ötekine benzemez. Bu yüzden de mesajlar algılanmaz. Bu yüzden de paralar yine boşa gider.
Bütün bu yargı ve önyargılara rağmen Phaeton’a şapka çıkarmaktan kendimi alamadım.
Böylesine, hem doğru hem güzel reklam az görmüşümdür. O konsepti alın, o kategorideki herhangi bir markaya uygulayın hiç sırıtmaz. İşte maharet burada. Basit olanı mükemmel anlatmak. Ayrıca öyle evrensel değerler kullanılmış ki, Zimbabwe’de bile iş yapar.
İlk harekete geçme avantajını da iyi kullanmışlar doğrusu. Aynı lafları Phaeton rakipleri isterlerse “Biz de... Biz de...” diye söylesinler. Yavan kaçar.
Bir heyecan, VW ve Audi’nin Türkiye’deki patronu Doğuş Otomotiv’in Genel Müdürü Ömer Aksaç’ı aradım. Almanya’dan gelmiş film. Onların kime yaptırdıklarını bilmiyor. (Küreselleşme!)
Ömer Bey’e sordum: “Phaeton öyle ekmek peynir gibi satacak araba değil. 95 binden 180 bin Euro’ya kadar gidiyor. Bunca reklamdan murat, marka ve kurum itibarını yükseltmek mi?”
Audi de VW de Ömer Bey’in çocukları gibi. Onun için son derece usturuplu veriyor cevabı: “Phaeton, VW’nin amiral gemisi. Amiral gemisi ekmek peynir gibi olmaz. Mercedes 500, BMW 140, Audi A6-8 kategorisinde. Hepsinin alıcısı vardır. Ama Phaeton farklı...”
“Yıldızlara ulaşamasak da onlar vardırlar” demiş şair. Bakarsınız bir gün ulaşırız. Şimdilik, en azından ben, o güzel reklam filmiyle idare ediyorum.
“Yaman” Sinan!
Çiçeği burnunda, aklı bir karış havada, gönlü evrenin derinliklerinde, 33 yaşındaki yazar Sinan Yaman’ın kitabı “İç’ten Lider”i okudunuz mu? Okumadıysanız, bir tane edinin, derim.
10 yıl Unilever’in rahleyi tedrisinden geçtikten sonra “Batı’nın guru kültürü ile Doğu bilgeliğini” bir potada eritebilmenin nihai çözüm olacağını düşünmüş. Sonra da hayallerini gerçekleştirmek için yazarlık, danışmanlık, eğitmenlik dünyasına yelken açmış.
Kitap kolay okunuyor. İş yatırım’ın Kurumsal İletişim Md. Yrd. Bige Sarıkadılar “İzmir uçağında bitiriverdim kitabı... Ama hâlâ üzerine düşünüyorum” diye ifade etti duygularını. Pek çok şirketin üst yönetimi de orta ve üst kademe yöneticilerine armağan ediyormuş İç’ten Lider’i.
Kitabın arka kapağında Koç Holding CEO’su Bülent Özaydınlı’nın bir notu var: “Liderlik üzerine ilginç bir çalışma. Bu kitap beni düşündürdü. Lider, ulaşabilinir ancak zor bir hedefe varmak için, takımını, maratona 100 m. temposunda koşturacak ortama getirebilen kişidir.”
Sinan Yaman’ı iki yıldır tanıyorum. Neşeli cahiliye devrinin tam göbeğinde büyümüş bir genç. Kolaycılar için son derce çekici olan o dalganın üstünde kalabilmek için yaman bir çaba içinde olmuş hep. Hâlâ da aynı çaba içinde. Ve iddiası var:”Bu topraklardan marka da çıkar lider de! Hem de esas bu topraklardan”...
Kısa... Kısa...
· İletişim Şurası 20-21 Şubat günlerinde müthiş bir katılımla yapıldı. Kastedilen iletişim, tanıtım anlamında değil medya bazında. Pek çok konuda pek çok iyileştirme kendilerine el atılmasını bekliyor. Benim bir numaralı iyileştirme, alanı olarak gördüğüm sorun, bireyin basın karşısındaki çaresizliği. Ben sizin “Şerefsiz ve sahtekar” olduğunuzu yazayım. Siz de tekzip gönderin, bana hakaret davası açın. Benim tekzibi yayınladığımı var sayalım. 3-4 yıl sonra da davayı kazanın. Bu arada halka soralım bakalım, sizin hakkınızda ne düşünor olacak... ABD’de olduğu gibi, kısa zamanda can yakıcı ceza ile (Bir keresinde ünlü Rolling Stones dergisi milyonlarca Dolar ceza yüzünden iflasın eşiğine gelmişti) konunun üstüne gidecek yasak düzenleme yapılmazsa, medyanın mevcut itibar düzeyini kimseler yukarı çekemez...
· Turkcell reklamlarında Raga Oktay’ın şirin Türkçesi herkesin dikkatini çekiyordur. Benim de çekiyor. Hollanda’da büyümüş. Doğaldır Türkçe’yi aksanlı konuşması. Hatta sempatik bile denebilir. Ama marka yönetiminde bir şey vardır ki, “Çin’in bütün çayını verseler, yapmamanız gerekir”: Markanın logosu, amblemi, rengi ve nihayet telafuzuyla oynanmaz. Örneğin Coca-Cola bir gün çıldırıp, iş olsun diye Coca’yı Koka olarak değil de Türkçe’de okunduğu gibi söylese olur mu? Ya da Coca-Cola kırmızısı yerine yaz aylarında daha iyi gelir diye siklamen rengine çalan kırmızı kullansa... Türkçe de “e”nin iki türlü söylenişi vardır. Biri açık, diğeri kapalı “e”. Açık e’ye örnek: ver, gel, diğer, ciğer, teyel, kader, çimen, hemen, dirhem... Kapalı e’ye örnek: “Penceredeki tekir kedi tenceredeki eti yedi.” Bu deyişteki bütün e’ler kapalı. Turkcell’deki “e” de açık “e”dir. Gaga’nın “Turkcell’den hediye” derken söylediği gibi değil. Turkcell markasının doğru söylenmesi gerekir. Neden mi? Markanın değerini düşürür de ondan. Adınızın yanlış söylenmesi sizi ne kadar rahatsız ediyorsa, markanızın yanlış söylenmesi onun 100 katı daha fazla rahatsız etmeli. Çünkü adınız yanlış söylenirse değer ve para kaybetmezsiniz.
· Bu haftanın iletişim kazası bizim gazeteden. Ahmet Hakan bir Fazıl Say yazısı yazdı. Hıncal Ağabey de topu ‘altı pasta’ bulunca, baktı ki kaleci de 18’in dışına çıkmış, koca kurt kaçırır mı, topu filelere bırakıverdi. Sonra Ahmet Hakan kendisinin yanlış anlaşıldığını ifade eden ve Hıncal Ağabey’in üslubunu eleştiren bir yazı daha yazdı. Sonra Hıncal Ağabey ona da bir cevap döşendi. Medya polemikleri ben dünyaya gelmemişken varmış. Hatta bilinçli yaparlarmış bu polemikleri. Tirajı artırmak için. Bu öyle değil. Ahmet Hakan’ı tanırım. Hem severim, hem de beğenirim. Hıncal Ağabey biz kısa pantolonla cicoz oynarken gazetecilik yaparmış. 1980’lerde odasına gidip iki laf kapmak için bahane yaratırdık. Saygıda kusur etmemek için de özen gösterirdik. Bu adamlardan kaç tane yetişiyor ki Türkiye’de? Adım gibi eminim ikisi bir araya gelip şöyle bir Cumartesi öğleden sonra sohbeti yapsalar, mükemmel anlaşacaklar. Üçüncü türden, yani diyalog kopukluğundan iletişim kazası böyle oluyor işte...
· Savaşa hazır mısınız. Ben değilim. Ruhum başka şey diyor; aklım başka şey. Aşağı yukarı hükümetimiz gibi bir durumdayım. İş dünyamızın hiç tereddüdü yok gibi . Hangi yönetici ile konuşsam, sanki ağız birliği etmişler. “İyi olacak” diyorlar. Medyada beyanatlar: “İş dünyası savaş istiyor!” Petrol fiyatı tahminleri yapılıyor: “Savaş uzarsa varili 60 Dolar, uzamazsa 30...” Hangi sektörler gelişecek: “İnşaat, perakende, beyaz eşya, otomotiv”. Uzarsa hangileri zorlanır: “Turizm, eğlence, tekstil”... Ayrıca Dolar girecek ülkeye ve TL karşısında değeri artmayacak. Enflasyon 30’u geçmeyecek. Büyüme ve istihdamda artış olacak... Bunların hepsi iyi hoş. Aklım da öyle diyor. Pekiyi, kaç çocuk ölecek... Kaç ailenin ocağı sönecek... Silah sanayinin cebine kaç milyar dolar girecek. Ve sonra ne olacak... Hâlâ bekliyorum. Hükümet en az üç ay gecikmiş olan iletişimi, ha başlattı ha başlatacak... Açık Şeffaf ve Katılımcı iletişimle bu soruların tamamı kafamızda aydınlığa kavuşabilirdi. Kapalı kapılar ardında Dolar pazarlığı yapan bir hükümet algısı da ancak o zaman engellenebilirdi...
Bence ilk 10
1) Volkswagen Phaeton
2) Tansaş (2. ve 3. filmler)
3) Arçelik (Direct Drive)
4) Cep Paket (Yılmaz Erdoğan)
5) Lays Patates Cipsi
6) Akşam Gazetesi
7) Anadolu Hayat
8) Ülker Gofret
9) Pınar Sucuk
10) İstikbal Country Collection (Aile yemekte)