Kime hesap verdiğiniz hesap kadar önemli!..
01 MAYIS 2013
İletişim hizmeti verenle iletişim hizmeti alan (hizmet veren – hizmet gören) arasında ne zaman bir tür ‘köle – efendi’ ilişkisi oluşuyor ve bunun sonunda ne zaman her iki taraf da mutsuz oluyor, her iki taraf da ‘kaybediyor’, yanılmıyorsam artık biliyorum… Anlatınca, “Ne var bunda yahu, bizi bunu yıllar öncesinden biliyorduk” diye söylenenleriniz mutlaka ki çıkacaktır. O ustalara tabii ki saygımız sonsuz. Biz kendi çapımızda “var mı – ölçüyor mu, değerlendiriliyor mu – iyileştiriliyor mu?” soru üçlemesi süzgecinden geçmemiş bilgi ve tecrübenin sistematik hale gelmediğini düşünenlerden olduğumuzdan, ayrıntıları biraz daha derleyip toplamaya çalışıyoruz, hepsi bu… Konu müşteri ilişkilerine gelip dayanıyor, aslında. Her şey, reklam, PR ya da iletişimin herhangi biri türü fark etmez, hizmeti verenin müşteri tarafında kiminle muhatap olduğuyla doğrudan ilintili… Tecrübe ve bütün teorik çalışmalar diyor ki, “Bir kuruluşun itibarından, marka değerinden, yani iletişim süreçlerinin tamamından o kuruluşun en üst düzeydeki yöneticisi sorumludur!”.. Yani hizmet veren, doğrudan ya patron (Yönetim Kurulu Başkanı) ya da Genel Müdürle (CEO) muhatap olmayı başarmalıdır. Bu bir. Böyle bir durum her zaman mümkün olmaz. Patron veya CEO bu işleri ikinciye bir kişiye aktarabilir. İşte zurnanın zırt dediği yer de burasıdır zaten. Eğer delege edilen kişi (bazen kişiler), 1- Yeterince yetkin değillerse, 2- Patron nezdinde gereken itibarı ve güveni bizzat kendileri sağlayamamışlarsa ve iletişim uzmanları, bu arkadaşlardan ‘brief’ alıp sonunda patron tarafından değerlendirileceklerse, işte o zaman yandı gülüm keten helva… Bakın ‘baba’ reklamcılara; kimlerle muhatap oluyorlar… PR ne hikmetse, patron ve CEO’ların adam yerine koyduğu (ancak Hürriyet’te kocaman kocaman haberleri çıkmazsa da yavaş yavaş soğudukları) bazı bilge (veteran diye de okuyabilirsiniz) PR’cılar hariç, genelde kurumsal iletişim direktörüne bağlı olarak yürür. Sıklıkla da o kurumsal iletişim direktörü reklam, etkinlik gibi çok daha ağır akçeli işlere odaklanmak zorunda kaldığından, zaten medya ilişkileri düzeyinde konumladığı PR’ı yardımcılarından birine havale etmektedir. Günümüzde kurumsal iletişim direktörleri iletişimi çok iyi bilen, genelde ajans tecrübesine de sahip, çok iyi yetişmiş gençlerin arasından çıkmaktadır. “Bu danışmanlar bana bilmediğim ne söyleyebilirler ki” düşüncesine kapılmaları boşuna değildir. PR sektörü insana, AR-GE’ye yatırım yapacak olgunluğa, derinliğe ve sermaye gücüne erişmediği için o direktörleri ‘tartacak eleman’ istihdam etmekte zorluk çekmektedir… Bu arada sektörde üç tip çalışan iç içedir: Geçmişi temsil eden tutucu kesim, bugünü temsil eden ‘eyyamcı’ kesim, yarını temsil eden değişimci, dinamik kesim… Birinciler, hiçbir şey okumaz, izlemez, görmez, geliştirmezler. En büyük özellikleri yeni tip kurumsal iletişim direktörü nezdinde hiçbir işe yaramayan ‘tecrübeleridir’… Günümüzde ‘çok gezen’, ‘çok tecrübeli’ olan değil, çok bilen ve bilgisini yaratıcılığıyla birleştirip müşterisinin hedefleri doğrultusunda hayata geçirebilen iletişimciler itibar görmektedir. İkinci tipin entelektüel sınırı, günlük gazete, bir iki dergi ve TV’deki bir iki haber – tartışma programıyla sınırlıdır. Günü kurtarırlar, ancak ilişkileri kişisel sempati üretimleriyle düz orantılıdır. Çıkış yolu üçüncü tip iletişimcidedir. Çok yakın bir tarihte bu sıkışıp kalmış medya ilişkileri tükenecek ve geriye âkil ve ârif olanların dünyası kalacaktır. Patron ve CEO düzeyinde itibar görmek ise ancak bu âkil, ârif iletişimcilerle mümkün olacaktır… Hayatı tüketip yaşayanların değil, kendini geliştirenlerin dünyası iletişimi ayağa kaldıracaktır. İnsan kendi kendine gelişmez. Akıl fikir duygu, oturduğun yerde yeşermez… ICCO Başkanı David Callagher da aynı tespiti yaptı. Ortalama bir İngiliz PR ajansının yıllık geliri, Türkiye’deki PR sektörünün toplam gelirinden fazla. TİM, ihracata yönelik Türkiye markasını yönetmek için bir Avrupalı şirketten hizmet alıyor. Yani sektör hâlâ rüştünü ispat etmemiş. Gidilecek binlerce yol var. Daha yüzlerce PR ajansına yer var hızla gelişen Türkiye ekonomisinde, yeter ki ârif, âkil ve yaratıcı olma yolunda kendimizi geliştirelim. Bunun da tek ölçümlemesi, kime hizmet ettiğimiz, kiminle toplantı yaptığımız, kime hesap verdiğimiz ve bu ilişkinin ne kadar sürdürülebilir olduğudur.
‘Ben işime bakarım’ zihniyeti… “Türkiye'nin bağ(ım)lı olduğu ‘iktisadi rejim’ göz ardı edilmek suretiyle artık Türkiye'de değil darbe, şike bile yapılamaz!”
Kadim dostum Dücane Cündioğlu’nun tespiti, kulaklara küpe olacak cinsten bir temel gerçekliğe çok çarpıcı bir üslupla işaret ediyor.
Yakınmalar, oflayıp puflamalar, “Bu memlekette artık yaşanmaz” yollu küskünlük havası basılmış şımarıklık halleriyle olan biteni anlama zahmetine katlanmaya tenezzül buyurmadan, yine anlama zahmetine hiç katlanmadıkları Cumhuriyet’in elden gittiğine dair bar taburesi sohbetleri…
Paranın Cumhuriyet’le bir sorunu olduğu vehmine kapılan bazı iletişimci arkadaşlarımıza, yüzyıla merdiven dayayan rejimimizin iktisadi anlamda, tarihinde hiç olmadığı kadar sağlam bir zemin üzerinde hayatını idame ettirdiğini hatırlatmakta yarar olabilir.
Çünkü neredeyse bir sosyal sorumluluk görevi yerine getiriyorlarmış gibi sadece benzerleriyle bir araya geldiklerinde koyulttukları “Bu iş bitmiştir!” muhabbetleri ve dır dır yerine çalışmayı seçenler hakkında “O zaten…” diye başlayan cümlelerle küçümseyici ifadeleri, kendilerini de, yakın çevrelerini de bir adım ileriye götürmeyecektir.
Günümüzün iletişimcisi dedikoduyu bırakıp, dersini çalıştığında, konuştuğu kadar okuduğunda, mesleği gereği tanımak durumunda olduğu ‘halkla’ temas kurmayı başarabildiğinde, ‘bilerek’ eleştirdiğinde, çözüm yollarını arayıp bulduğunda, müşterisinin vizyonunun kaynağı olan düşüncelerine tahammül edememesine rağmen ikiyüzlü bir tutumla “ben işime bakarım” havasıyla hizmet vermeye devam edemeyeceğini anladığında, galiba sektör de biraz daha fazla oksijen soluyacaktır.
Medya biraz soluk almış…
Kaç kere belirttik, yine belirtelim. ABD’de medyanın (analog, dijital birlikte) kullandığı haberlerin %70’i PR ajanslarının desteği ile oluşturuluyormuş.
Bizde her ne kadar PR ajansı kökenli haberlerden neredeyse çok daha fazla ‘reklam ajansı destekli’ haberlere medyamız itibar ediyormuş gibi görünse de bu oran çok daha yüksektir. Hele de bazı büyük firmalarla siyasi kuruluşların ve şahısların kendi iletişimlerini bir tür ‘inhouse agency’ (kurum içinden ekiple yönetilen PR çalışması) mantığı ile yürüttükleri düşünülecek olursa bu rakamın daha da yukarılarda olduğu iddia edilebilir.
Bir bakın medyaya. Biraz deneyimli bir göz hemen fark edecektir. Hele de ‘...cek cak’ haberleri… Özellikle onlara bakın… Onları hiçbir ciddi PR ajansı yaptırmaz… En eğlenceli olanları da, hem ‘...cek cak’ hem de adı sanı hiç duyulmamış kuruluşlarının yarım sayfaya yakın yer bulan haberleridir… İçerik üretmek için yırtınan ajans ve kuruluşların bazen bu haberler karşısında morali bozulabilmektedir.
Medya da savaş vermekte, kendini kurtarmaya çalışmaktadır. Tirajlar biraz toparlanmış gibi gözüküyor. İyi haber. Belki o zaman medya da ‘tırnaklarını yemekten’ vaz geçer…
‘Ben işime bakarım’ zihniyeti… “Türkiye'nin bağ(ım)lı olduğu ‘iktisadi rejim’ göz ardı edilmek suretiyle artık Türkiye'de değil darbe, şike bile yapılamaz!”
Kadim dostum Dücane Cündioğlu’nun tespiti, kulaklara küpe olacak cinsten bir temel gerçekliğe çok çarpıcı bir üslupla işaret ediyor.
Yakınmalar, oflayıp puflamalar, “Bu memlekette artık yaşanmaz” yollu küskünlük havası basılmış şımarıklık halleriyle olan biteni anlama zahmetine katlanmaya tenezzül buyurmadan, yine anlama zahmetine hiç katlanmadıkları Cumhuriyet’in elden gittiğine dair bar taburesi sohbetleri…
Paranın Cumhuriyet’le bir sorunu olduğu vehmine kapılan bazı iletişimci arkadaşlarımıza, yüzyıla merdiven dayayan rejimimizin iktisadi anlamda, tarihinde hiç olmadığı kadar sağlam bir zemin üzerinde hayatını idame ettirdiğini hatırlatmakta yarar olabilir.
Çünkü neredeyse bir sosyal sorumluluk görevi yerine getiriyorlarmış gibi sadece benzerleriyle bir araya geldiklerinde koyulttukları “Bu iş bitmiştir!” muhabbetleri ve dır dır yerine çalışmayı seçenler hakkında “O zaten…” diye başlayan cümlelerle küçümseyici ifadeleri, kendilerini de, yakın çevrelerini de bir adım ileriye götürmeyecektir.
Günümüzün iletişimcisi dedikoduyu bırakıp, dersini çalıştığında, konuştuğu kadar okuduğunda, mesleği gereği tanımak durumunda olduğu ‘halkla’ temas kurmayı başarabildiğinde, ‘bilerek’ eleştirdiğinde, çözüm yollarını arayıp bulduğunda, müşterisinin vizyonunun kaynağı olan düşüncelerine tahammül edememesine rağmen ikiyüzlü bir tutumla “ben işime bakarım” havasıyla hizmet vermeye devam edemeyeceğini anladığında, galiba sektör de biraz daha fazla oksijen soluyacaktır.
Medya biraz soluk almış…
Kaç kere belirttik, yine belirtelim. ABD’de medyanın (analog, dijital birlikte) kullandığı haberlerin %70’i PR ajanslarının desteği ile oluşturuluyormuş.
Bizde her ne kadar PR ajansı kökenli haberlerden neredeyse çok daha fazla ‘reklam ajansı destekli’ haberlere medyamız itibar ediyormuş gibi görünse de bu oran çok daha yüksektir. Hele de bazı büyük firmalarla siyasi kuruluşların ve şahısların kendi iletişimlerini bir tür ‘inhouse agency’ (kurum içinden ekiple yönetilen PR çalışması) mantığı ile yürüttükleri düşünülecek olursa bu rakamın daha da yukarılarda olduğu iddia edilebilir.
Bir bakın medyaya. Biraz deneyimli bir göz hemen fark edecektir. Hele de ‘...cek cak’ haberleri… Özellikle onlara bakın… Onları hiçbir ciddi PR ajansı yaptırmaz… En eğlenceli olanları da, hem ‘...cek cak’ hem de adı sanı hiç duyulmamış kuruluşlarının yarım sayfaya yakın yer bulan haberleridir… İçerik üretmek için yırtınan ajans ve kuruluşların bazen bu haberler karşısında morali bozulabilmektedir.
Medya da savaş vermekte, kendini kurtarmaya çalışmaktadır. Tirajlar biraz toparlanmış gibi gözüküyor. İyi haber. Belki o zaman medya da ‘tırnaklarını yemekten’ vaz geçer…
Kıvanç İlker ikilisi şahane de…
Akbank’ın Kıvanç Tatlıtuğ ve İlker Ayrık’la çektiği reklam filmleri çok sempatik. Tatlıtuğ hayranları olarak tabii ki bizim evde büyük bir keyifle izleniyor. Yeni ‘maceralar’ heyecanla bekleniyor…
Hele müzayede salonudaki espri müthiş. İkiden fazla seyredilmesi zor, ama olsun, çocuklar döktürmüş… Bu iş tabii ki İlker Ayrık’a yaramış. İki star bir araya gelince nispeten daha zayıf olan, yine nispeten güçlü olandan puan alır… Öteki de kendisinden daha fazla ‘sübstans’ eksileceği için daha çok para tahsil eder, bilindiği üzere…
Belli ki herkes kazanmış… Bir tek anlayamadığım Akbank’ın ne kazandığı… Bilinirlik sorunu yok ki bankanın, tanınmasını artırsın. Basın ilanlarında kullanılan fotoğraflarla mesajlarının birbirleriyle hiç alâkası yok. Ben anlamamış olabilirim tabii…
Olsun… Çocuklar çok iyi. Çekimler nefis. Espriler fazla tekrarlanmazsa şimdilik yerli yerinde. Seyirci başka ne ister?… Ha, banka mı? Canım onlar da bu seferlik idare ediversinler işte…