Kitleyi anlamak için Diriliş’i ‘okumak’ lazım…
01 EKİM 2016 - Marketing Türkiye
Bir zamanlar Türk filmlerinde ezan sesinin duyulması bile, bazı çevrelerde ciddi bir endişeye neden olabilirdi. “Eyvah şeriat taraftarlarının, mürtecilerin, gericilerin parmağı var bu işte” diye irkilenler olurdu.
Oysa Amerikan sinemasında kesinlikle eksik olmayan; şurasından burasından neredeyse her türden Hollywood filmine ille de sokuşturulan kilise sahneleri, papazlar, Hıristiyan cenaze törenleri hiç rahatsız etmezdi aynı kitleyi…
Bunlar oyuna girerken haç çıkaran sporculardan hiç mi hiç rahatsız olmazken, bir başka sporcunun sahaya girerken iki elini açıp kısa bir dua etmesinden müthiş rahatsızlık duyarlardı.
70’li yıllarda Boğaziçi Üniversitesi’nde izlediğim ve 2 yıl süren sinema seminerindeki çalışmalarda Hollywood filmlerinde, ABD toplumunun ortak ruhi şekillenmesinde yer etmiş 7 ayrı kurumdan en az birkaçının mutlaka konunun bir yerlerinden filme dâhil edildiğini tespit etmiştik. Sonra her ABD filmine bu açıdan bakmaya başladım… Kural hiç değişmedi. Bunlarda biri mutlaka şöyle ya da böyle, içinde bazı kötü unsurlar da olsa, sonunda mutlaka kutsanıyordu…
7 kurum şöyle sıralanıyordu: 1. Kilise, 2. Mahkeme (yargı sistemi), 3. Okul (lise veya üniversite, eğitim sistemi), 4. Polis - FBI (iç güvenlik sistemi), 5. Ordu – CIA – NSA (dış, gerekirse iç, güvenlik sistemi), 6. Hastane (sağlık sistemi), 7. Beyaz Ev – Yerel Yönetim Merkezleri (Devlet sistemi)…
Lafı, Türkiye’nin tüm zamanlarda en çok izlenen dizilerinden biri olan Diriliş (Ertuğrul) adlı ‘başyapıta’ getireceğim. Evet ‘başyapıt’… Nedenini tartışacağız…
Önyargının daniskası ile yine “kendi kendimize abartılı resmî tarih laf salatası yapıyoruzdur” diye düşünüp izlememiştim diziyi. Sonra öğrendim ki yıkılıyor ortalık. Rating’ler her hafta açık ara önde.
Dedim ki kendime, “Eğer iletişim işinden anladığın yolunda bir hüsnü kuruntun varsa, sadece onun gereği olarak bile, bir dizinin halka nasıl olup da bu kadar ‘geçebildiğini’ anlaman, onun için de ‘içindekinin içindekini’ okuman lazım, ‘bakman’ değil...”
Bunun üzerine Haziran ortalarında birinci bölümden başlayarak diziyi kare kare okumaya verdim kendimi… TV’de izleyenlerin üzerine sadece YouTube’da 2,5 milyondan fazla insan seyretmiş Diriliş’i… Fenomen yani.
Bugünlerde sezon başını yakalamış olacağım. 60’ıncı bölümdeyim… Her bölüm yaklaşık 2 saat 15 dakika. Reklam arasız. Siz bendeki sabır ve dirayete bakın…
Pişman mısın? Kesinlikle hayır… Büyük bir kanıt oldu benim için. Hem mesleğim için… Hem de kendim için…
Dizinin başta yapımcısını, sonra danışmanlarını, senaryo yazarlarını, yönetmenini, tüm kastı canı gönülden kutluyorum. Tabii ki böyle bir yapıta geçit veren ve destekleyen TRT yönetimini de…
İçinde yaşadığımız toplumun ortak ruhi şekillenmesini ‘okuma’ yetisi için kendisini yetiştirmek isteyen her iletişimcinin bu diziyi ‘okuması’ şarttır…
İçinde yaşadığımız toplumun ta derinlerinde yatan: kahramanlıkları, ihanetleri, güç – akıl dengesindeki yaratıcı çözümleri, fitnenin her türlüsünü, dışarıdan gelen tehlikeye karşı bir anda birbirine kenetlenme refleksinin nereden kaynaklandığını, töre – ahlak – vicdan – devlet – yasa dörtlüsünün dayandığı temel taşları, çoğunluğun arzusuna uyarak ancak vasat işler yapılabileceğini, farklı sonuçların ise yalnızlığı göze alarak doğru bildiği yoldan şaşmamaktan nasıl geçtiğini, insanın en yalnız kaldığı anda bile sığınacağı ‘kaderin üstündeki kader’ anlayışının insana nasıl bir güç katabileceğini, neden İslamın şu anda parçalanıp bölünebildiğini, kardeşlik ve barış dini İslam’a gönül vermiş Müslümanların nasıl olup da birbirlerini yok etmeye koşullanabildiklerini, kendisinden umut kesildiği anda hangi duyarlılıklarına dayanarak tekrar dikildiğini ve Mehmet Akif Ersoy’un o İstiklal Marşı güftesini yazarken hangi ruhî şekillenmeye ruhunu yasladığını, bu başyapıtta ‘okumak’ mümkün…
Tabii ki, okuması yazması olan için…
Bu nedenle tüm iletişimcilere tavsiyem şu: Söylenenlerin tamamına katılıp katılmadığınıza bakmaksızın, salt içinde yaşadığınız toplumun en geniş kesimlerinin gönül gözleriyle izlediği bu diziyi mutlaka ‘okumaya’ çalışın. Biz B2B iletişimi yapıyoruz, o nedenle böyle kitle estetiğini mikroskop altına almanın âlemi yok, demeyin. Çünkü emin olun, belki bir tek yabancı şirketler hariç, sizin o B2B dediğiniz işlerin başındaki arkadaşların büyük bir kısmı da Ertuğrul hastası.
Siz ‘hasta’ olmayın. Ama ‘hastalığı’ anlayın. Yoksa okyanusu geçer derede boğulursunuz…
Apple bunu hep yapıyor
Bizim şirketin IT yöneticisine öyle demişler: “Ön sipariş verme işine hiç boşuna takılmayın. İlk gelen partiler GSM operatörleri arasında pay edilir; onlar hatırlı müşterilerine verirler. Arta kalanın büyük kısmı, onun CEO’su bunun CIO’su; dağılacaktır. Göstermelik birkaç adet piyasaya çıkacak ve hemen tükenecektir.”
Değil mi ki bu ‘şehir efsanesini’ yaratmayı başarmışlardır, iş bitmiştir…
2016’da şu ana kadar yapılmış olanlar arasında yılın en başarılı kampanyası hiç şüphesiz Apple’in IPhone 7 lansmanıdır.
Üç aşaması da, öncesi – sırası – sonrası, bu kadar titizlik ve disiplinle hazırlanmış fazla kampanya görülmez. Çok ciddî bir rakama satılacak. Satış fiyatı üzerine başlatılan tevatür bile başarılı bir iştir. Açıklanan hayli yüksek fiyatı ürünün hak etmediği iddiasının yayılması bile, öncesinde ürünün çekiciliğini artırmıştır. Ürünün hak edip etmediği tartışması bir yana en az onun kadar, hatta belki de daha fazlasını ürünün PR çalışması ‘her türlü fiyatı’ hak etmiştir.
Öncesindeki gerilim… Tarihler falan… Şu gün açıklanacak… Şu tarihte ön sipariş kabulü… Şu gün de piyasada… Öncesindeki sızmalar sıfıra yakın. Tek tük dedikodu…
Apple’in standart hareketlerinden. İletişim adına ‘artistik’ bile sayılmaz. Ama yine çalıştı… Yahu, her seferinde mi çalışır?
Evet her seferinde çalışıyor. Büyük iletişim mahareti…
Cem’li reklamları kaç kere izlersiniz?..
Bu çocuk bir iş yapmaya görsün, hemen şeamet tellalları fazla mesaiye başlıyor. Cem Yılmaz’ın her reklam çalışmasının ardından muhabbet çevrilmesi, âdeta bir tür ‘iletişim goygoyu’ haline gelmiş.
Biz de sonuca bakan takımdanız… Yani reklam hedefine ulamış mı, ulaşmamış mı? Bazı belli kriterleri yerine getiriyor mu getirmiyor mu?
Hadi diğer kriterleri bırakalım bir kenara. Şu tekrardan sıkılma sıkılmama meselesine bakalım. ‘İş Bankası 92 yaşında’ reklam filmini kaç kere seyredebilirsiniz? Herhalde çok kere değil mi? Bunda Cem’in oyunculuk kapasitesinin yanı sıra prodüksiyonun zenginliği, her izleyişte seyirciye keşfedecek yeni şeyler sunma yaklaşımı da yatıyor.
92. yıl filmi ağızda, akılda çok hoş bir tat, bir nefes bırakmıyor mu? İtibar iletişiminde de esas amaç bu değil midir?
Yahu bu çocuğun İş Bankasının Maximum Kart Cinemaximum reklamlarını her Cinemaximum sinemasına gittiğimizde sıkılmadan defalarca izlemiyor muyuz? Peki o reklamın bizde bıraktığı algı tortusu nasıl bir şey? Amaca uygun mu?
Eh, tartışma bitmiştir o zaman arkadaşlar.
Beyaz’la yıllardır yılmadan, sebat ve dirayetle çalışan Denizbank gibi, Cem Yılmaz’la uzun soluklu işbirliğine giden İş Bankası da çok akıllı bir strateji izlemektedir… Biraz da çemkireceğimize, kutlayalım iyi işleri. Ne dersiniz?..
Oysa Amerikan sinemasında kesinlikle eksik olmayan; şurasından burasından neredeyse her türden Hollywood filmine ille de sokuşturulan kilise sahneleri, papazlar, Hıristiyan cenaze törenleri hiç rahatsız etmezdi aynı kitleyi…
Bunlar oyuna girerken haç çıkaran sporculardan hiç mi hiç rahatsız olmazken, bir başka sporcunun sahaya girerken iki elini açıp kısa bir dua etmesinden müthiş rahatsızlık duyarlardı.
70’li yıllarda Boğaziçi Üniversitesi’nde izlediğim ve 2 yıl süren sinema seminerindeki çalışmalarda Hollywood filmlerinde, ABD toplumunun ortak ruhi şekillenmesinde yer etmiş 7 ayrı kurumdan en az birkaçının mutlaka konunun bir yerlerinden filme dâhil edildiğini tespit etmiştik. Sonra her ABD filmine bu açıdan bakmaya başladım… Kural hiç değişmedi. Bunlarda biri mutlaka şöyle ya da böyle, içinde bazı kötü unsurlar da olsa, sonunda mutlaka kutsanıyordu…
7 kurum şöyle sıralanıyordu: 1. Kilise, 2. Mahkeme (yargı sistemi), 3. Okul (lise veya üniversite, eğitim sistemi), 4. Polis - FBI (iç güvenlik sistemi), 5. Ordu – CIA – NSA (dış, gerekirse iç, güvenlik sistemi), 6. Hastane (sağlık sistemi), 7. Beyaz Ev – Yerel Yönetim Merkezleri (Devlet sistemi)…
Lafı, Türkiye’nin tüm zamanlarda en çok izlenen dizilerinden biri olan Diriliş (Ertuğrul) adlı ‘başyapıta’ getireceğim. Evet ‘başyapıt’… Nedenini tartışacağız…
Önyargının daniskası ile yine “kendi kendimize abartılı resmî tarih laf salatası yapıyoruzdur” diye düşünüp izlememiştim diziyi. Sonra öğrendim ki yıkılıyor ortalık. Rating’ler her hafta açık ara önde.
Dedim ki kendime, “Eğer iletişim işinden anladığın yolunda bir hüsnü kuruntun varsa, sadece onun gereği olarak bile, bir dizinin halka nasıl olup da bu kadar ‘geçebildiğini’ anlaman, onun için de ‘içindekinin içindekini’ okuman lazım, ‘bakman’ değil...”
Bunun üzerine Haziran ortalarında birinci bölümden başlayarak diziyi kare kare okumaya verdim kendimi… TV’de izleyenlerin üzerine sadece YouTube’da 2,5 milyondan fazla insan seyretmiş Diriliş’i… Fenomen yani.
Bugünlerde sezon başını yakalamış olacağım. 60’ıncı bölümdeyim… Her bölüm yaklaşık 2 saat 15 dakika. Reklam arasız. Siz bendeki sabır ve dirayete bakın…
Pişman mısın? Kesinlikle hayır… Büyük bir kanıt oldu benim için. Hem mesleğim için… Hem de kendim için…
Dizinin başta yapımcısını, sonra danışmanlarını, senaryo yazarlarını, yönetmenini, tüm kastı canı gönülden kutluyorum. Tabii ki böyle bir yapıta geçit veren ve destekleyen TRT yönetimini de…
İçinde yaşadığımız toplumun ortak ruhi şekillenmesini ‘okuma’ yetisi için kendisini yetiştirmek isteyen her iletişimcinin bu diziyi ‘okuması’ şarttır…
İçinde yaşadığımız toplumun ta derinlerinde yatan: kahramanlıkları, ihanetleri, güç – akıl dengesindeki yaratıcı çözümleri, fitnenin her türlüsünü, dışarıdan gelen tehlikeye karşı bir anda birbirine kenetlenme refleksinin nereden kaynaklandığını, töre – ahlak – vicdan – devlet – yasa dörtlüsünün dayandığı temel taşları, çoğunluğun arzusuna uyarak ancak vasat işler yapılabileceğini, farklı sonuçların ise yalnızlığı göze alarak doğru bildiği yoldan şaşmamaktan nasıl geçtiğini, insanın en yalnız kaldığı anda bile sığınacağı ‘kaderin üstündeki kader’ anlayışının insana nasıl bir güç katabileceğini, neden İslamın şu anda parçalanıp bölünebildiğini, kardeşlik ve barış dini İslam’a gönül vermiş Müslümanların nasıl olup da birbirlerini yok etmeye koşullanabildiklerini, kendisinden umut kesildiği anda hangi duyarlılıklarına dayanarak tekrar dikildiğini ve Mehmet Akif Ersoy’un o İstiklal Marşı güftesini yazarken hangi ruhî şekillenmeye ruhunu yasladığını, bu başyapıtta ‘okumak’ mümkün…
Tabii ki, okuması yazması olan için…
Bu nedenle tüm iletişimcilere tavsiyem şu: Söylenenlerin tamamına katılıp katılmadığınıza bakmaksızın, salt içinde yaşadığınız toplumun en geniş kesimlerinin gönül gözleriyle izlediği bu diziyi mutlaka ‘okumaya’ çalışın. Biz B2B iletişimi yapıyoruz, o nedenle böyle kitle estetiğini mikroskop altına almanın âlemi yok, demeyin. Çünkü emin olun, belki bir tek yabancı şirketler hariç, sizin o B2B dediğiniz işlerin başındaki arkadaşların büyük bir kısmı da Ertuğrul hastası.
Siz ‘hasta’ olmayın. Ama ‘hastalığı’ anlayın. Yoksa okyanusu geçer derede boğulursunuz…
Apple bunu hep yapıyor
Bizim şirketin IT yöneticisine öyle demişler: “Ön sipariş verme işine hiç boşuna takılmayın. İlk gelen partiler GSM operatörleri arasında pay edilir; onlar hatırlı müşterilerine verirler. Arta kalanın büyük kısmı, onun CEO’su bunun CIO’su; dağılacaktır. Göstermelik birkaç adet piyasaya çıkacak ve hemen tükenecektir.”
Değil mi ki bu ‘şehir efsanesini’ yaratmayı başarmışlardır, iş bitmiştir…
2016’da şu ana kadar yapılmış olanlar arasında yılın en başarılı kampanyası hiç şüphesiz Apple’in IPhone 7 lansmanıdır.
Üç aşaması da, öncesi – sırası – sonrası, bu kadar titizlik ve disiplinle hazırlanmış fazla kampanya görülmez. Çok ciddî bir rakama satılacak. Satış fiyatı üzerine başlatılan tevatür bile başarılı bir iştir. Açıklanan hayli yüksek fiyatı ürünün hak etmediği iddiasının yayılması bile, öncesinde ürünün çekiciliğini artırmıştır. Ürünün hak edip etmediği tartışması bir yana en az onun kadar, hatta belki de daha fazlasını ürünün PR çalışması ‘her türlü fiyatı’ hak etmiştir.
Öncesindeki gerilim… Tarihler falan… Şu gün açıklanacak… Şu tarihte ön sipariş kabulü… Şu gün de piyasada… Öncesindeki sızmalar sıfıra yakın. Tek tük dedikodu…
Apple’in standart hareketlerinden. İletişim adına ‘artistik’ bile sayılmaz. Ama yine çalıştı… Yahu, her seferinde mi çalışır?
Evet her seferinde çalışıyor. Büyük iletişim mahareti…
Cem’li reklamları kaç kere izlersiniz?..
Bu çocuk bir iş yapmaya görsün, hemen şeamet tellalları fazla mesaiye başlıyor. Cem Yılmaz’ın her reklam çalışmasının ardından muhabbet çevrilmesi, âdeta bir tür ‘iletişim goygoyu’ haline gelmiş.
Biz de sonuca bakan takımdanız… Yani reklam hedefine ulamış mı, ulaşmamış mı? Bazı belli kriterleri yerine getiriyor mu getirmiyor mu?
Hadi diğer kriterleri bırakalım bir kenara. Şu tekrardan sıkılma sıkılmama meselesine bakalım. ‘İş Bankası 92 yaşında’ reklam filmini kaç kere seyredebilirsiniz? Herhalde çok kere değil mi? Bunda Cem’in oyunculuk kapasitesinin yanı sıra prodüksiyonun zenginliği, her izleyişte seyirciye keşfedecek yeni şeyler sunma yaklaşımı da yatıyor.
92. yıl filmi ağızda, akılda çok hoş bir tat, bir nefes bırakmıyor mu? İtibar iletişiminde de esas amaç bu değil midir?
Yahu bu çocuğun İş Bankasının Maximum Kart Cinemaximum reklamlarını her Cinemaximum sinemasına gittiğimizde sıkılmadan defalarca izlemiyor muyuz? Peki o reklamın bizde bıraktığı algı tortusu nasıl bir şey? Amaca uygun mu?
Eh, tartışma bitmiştir o zaman arkadaşlar.
Beyaz’la yıllardır yılmadan, sebat ve dirayetle çalışan Denizbank gibi, Cem Yılmaz’la uzun soluklu işbirliğine giden İş Bankası da çok akıllı bir strateji izlemektedir… Biraz da çemkireceğimize, kutlayalım iyi işleri. Ne dersiniz?..