Kobi mantığı ile ne köy olunur, ne kasaba ne de marka
19 ARALIK 2004
AB sürecinde gelinen noktaya iletişim stratejisi ile değil, ilişki yönetimi ile, bazılarının dudak büktüğü ‘lobicilikle’ gelindi. Hele son rauntta başta Başbakan Erdoğan olmak üzere gösterilen performans tipik bir ilişki yönetimi dersidir.
Başbakan da söyledi. Asıl zor olan bundan sonrası. Hedef: Hem Türk hem de Avrupa halkını Türk markasının vaadi ve gelecek tasarımı konusunda ikna etmek... Yani işler artık ilişki ile yürümez. İletişimi yönetmek şart. Bu da ne yazık ki Kobi mantığı ile olmaz. Kobi’leri değil ama Kobi mantığını silmeyi öğrenmenin tam zamanı. Çünkü Kobi mantığı ile ne Avrupa’ya entegre olunur ne de dünyaya. Tabii marka da olunmaz. Hem “Türkiye markasını nasıl yönetir?” hem de ‘Ne markadır ne değildir?” sorularını tartışanlara belki katma değer olur diye belirtelim.
Nedir Kobi mantığı? Hani koca holding bile olsanız, yolunuzu tıkayabilecek olan Kobi mantığı... İyice özetleyecek olursak ‘4 ilke 4 tutum’la açıklayabiliriz belki. Önce 4 ilke. Ne yapar Kobi mantığı?:
1. Ayağını yorganına göre uzatır. 2. “Teknen varsa kıçında, işin varsa başında oturacaksın” düsturuna inanır. 3. “Başka yerde şubemiz yoktur!” diye övünür. 4. “Satılan mal geri alınmaz, veresiye mal satılmaz!” ilkesini mantığını ters bulsa da iş yapış biçimine yansıtır.
Şimdi de 4 tutuma bakalım. Şu dört alana yatırım yapmak Kobi mantığının önceliğinde değildir: 1. İnsan Kaynaklarına. 2. Pazarlama ve iletişime. 3. Araştırma ve geliştirmeye 4. Yapısal süreçlere (Kurumsal Yönetim)
Kobiler feodal tarım toplumundan kapitalist sanayi toplumuna geçiş döneminin örgütlenme biçimleridir. Tek çıkış yolları vardır. Amansız rekabet ortamında yok olmamak için birleşmek ve yukarıdaki ‘4+4’ mantığının tam tersini yapmak. Başta ihracatçı birlikleri, pek çok devlet destekli kuruluş onlara bu yolu açmaktadır. Ne yazık ki, pek çoğu bu yola yönelmemekte, direnmektedir.
Aynı şey ortanın üstü boydaki işletmeler için de söz konusudur.
Türkiye de iletişimde Kobi mantığı ile davranmaktadır. Bu mantıkla ne köy olunur, ne kasaba, ne de marka...
Orhan Pamuk’a rağmen...
Kendisinden biraz da espriyle “Türkiye’nin en çok satılan, en az okunan yazarı” diye söz ederler. Orhan Pamuk’u ne yazık ki ben de okuyamıyorum. Bir iki tanesini iyi niyetle denedim. Kan ter içinde kalıp bıraktım. Herhalde cehaletimden. Ya da bizim kuşak zorlanıyor. Mesela kızım dört kitabını sonuna kadar okuyabilmiş. Hafif daralmış ama anlamış. Helal olsun.
Medyamızın, özellikle yabancı medyanın yere göğe sığdıramadığı ‘Orhan Pamuk’ denince benim aklıma daha çok, Kürt sorununu Türkiye’yi bölerek çözmeye çalışanlara destek veren aydın takımı geliyor ne hikmetse...
Ön yargı benimkisi... Gerici kafam almıyor bu kadar ileriliği herhalde.
Fakat ABD’den e-posta gönderen bir hanımefendinin anlattıkları pek önyargıya benzemiyor. Delaware, Newark Üniversitesinde Asistan olarak çalışan Feryal Güler Hanım şunları yazmış.
“Bir iki ay önce Philadelphia Halk Kütüphanesi’ne Orhan Pamuk gelmişti. ‘Kar’ romanının tanıtımını yapmaya. Koşa koşa gittim. Yalnız bırakmayalım, destekleyelim, anlamında. Hatta aklımdan da ‘Newark'in kütüphanesinde de bir okuma günü yapılabilir’ diye geçiriyordum. Vardık salona ve en öndeki koltuklara bir Türk arkadaşımla beraber oturduk. Merak içerisinde bekliyoruz.
Orhan Bey geldi. Tasvir ettiği ülke sanki Türkiye değildi. Özgürce yazı yazmak hâlâ zormuş ülkemizde. Erzurum'a ya da diğer doğu illere öyle her isteyen elini kolunu sallayarak gidemez, giderse de başına binbir türlü bela gelirmiş. Kar'ı yazabilmek için yayınevi, Orhan Bey’e zarar ziyan gelmesin diye polislere haber vermiş, kalacağı otel uyarılmış, basın kartı çıkarılmış, vb. Bu olumsuzluklar hâlâ devam ediyormuş. Dinleyenlerin 95%i Amerikalı idi. Bir Türk hanım Orhan Bey'e sordu: ‘Bu kadar olumsuzluklara rağmen hiç memnun olduğunuz bir husus yok mu?’ Orhan Bey cevap verdi: ‘Ben Turizm Bakanı değilim. Türkiye’yi pazarlamaya (Marketing) gelmedim’ ...
Ortada kitap yazmış aydın bir kişi. Artık kim ikna edebilir bu toplantıya katılanları. Gerçeklerin gizlenmesi gibi bir beklentim yoktu dinlerken. Ama Amerikalı hocam 6 kez ülkemizin doğu illerinde kar tatilini yapabilmiş ve hala memnuniyetle yaşadıklarını anlatabiliyorsa, demek ki biz o kadar da kötü durumda değiliz. Yazık oldu o akşamıma...
Üzülmeyin Feryal Hanım. Orhan Bey başta NPQ dergisi olmak üzere batı basınına verdiği tüm beyanlarda böyle yapıyor. Anlıyorum kendisini. Batı, başka türlü kitabını satın almaz, ödül vermez... Biz hem Batı’ya hem Orhan Bey’e rağmen dünyaya kendimizi anlatmak durumundayız. Siz de Newark’a başka aydınlarımızı davet ediverin, ya da Amerikalı hocanızı konuşturun...
Atatürk AB Parlamentosu’nda
Sabah’ın son reklamını kaçırmayın. Atatürk’ün Avrupa Parlamentosu’ndan ‘Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk şimdi sizlere seslenecek’ diye anons edildiği ve Gazi’nin AB kürsüsünden yaptığı konuşmada ağzından o muhteşem sözlerin dökülüşüne teknolojik uygulama ile de olsa tanık olmak, garip bir duygu:
“Aziz arkadaşlar. Biz, iktisadi genişliğin temelinde, ancak her milletin refahla yaşamaya ve ilerlemeye hakkı olduğunu kabul eden bir zihniyetle, bütün milletlerin birlikte çalışmaları yolunun bulunmasında görüyoruz... Dostlar arasında dürüst bir vaziyetin muhafazası, bizim daima çok ehemmiyet verdiğimiz bir esastır!”
Finalde dış ses, “Biz bunları 81 yıl önce söylemiştik” diyor... Hangi ülkeye onca yıldır eskimeyen, demode olmayan, örnek ve önder olma özelliğini kaybetmeyen bir lider nasip olmuş acaba?..
Güzel Sanatlar ajansının aklına ve ellerine sağlık. Sabah yönetimini de bu cesur projeye yeşil ışık yaktıkları için kutluyorum.
Krizi yönetemezsen kriz seni yer
Bir kriz işte böyle kötü yönetilir. Çevreme soruyorum: “G-Mall’da çıkan yangının sorumlusu kim?” Her kafadan başka bir ses çıkıyor. G-Mall işletmecisi. Sinema yönetimi. Filmin yapımcıları. Dekoru yapan organizasyon firması. İtfaiye. Korumalar... Liste uzayıp gidiyor.
Bunlardan biri kalkıp dese ki, “Sorumlu benim!”, hem kendi kazanacak, hem G-Mall’daki dükkanlar. Ayrıca dese ki, “Gerek sinemada gerekse G-Mall’da öyle yüksek bir teknoloji vardır ki, 10 dakika gibi bir sürede 700 kişi boşaltılıvermiştir. Hem de kimse ciddi bir hasar görmeden!”, bu krizden fırsat bile çıkaracak.
Hayır. Tüm taraflar karınlarından konuştukları için, herkes zarar görüyor. Başta resmi raporlara göre hiçbir sorumluluğu bulunmadığı anlaşılan 7 sadet sinema, ama ondan çok daha fazla alış veriş merkezi içindeki dükkanlar. Bu işi düzeltmezlerse, hiçbir anne baba çocuğunu oraya göndermeyecek. İster korku deyin ister önyargı. Siz sonuca bakın.
Anne Sütü kampanyası örnek olmalı
Hani bazı iletişim uzmanı arkadaşlar zaman zaman “Halkla ilişkiler çalışmaları ölçülemez” buyururlar ya. İşte size tokat gibi bir yanıt. Önce bundan bir yıl öncesine gidelim. Ekim ve Kasım aylarında 3 tane yazı yazmışım. Berna Laçin ile Hülya Koçyiğit’in herhangi bir ücret almadan rol aldıkları “İlk 6 ay sadece anne sütü” adı verilen kampanyayı çok doğru bulduğumdan fakat doğru dürüst duyurulmadığından söz etmişim.
Sağlık Bakanlığı, UNICEF ve Coca-Cola’dan Turkuaz’cılar da gönderdikleri yanıtlarla durumu aydınlatmışlar. Pilot bölge olarak seçtikleri İstanbul ve Diyarbakır’da 40 bin aileye yüzyüze ulaşmayı hedeflediklerinden söz etmişler. Ben de şöyle bir not düşmüşüm o tarihte: “Hele Bakanlık, nefis hazırlanmış posterler, emzirme video klipleri, emzirme ile ilgili çok güzel çizimler içeren bir kitapçık, ‘Başarılı emzirmede 10 öneri’, ‘Emzirmek için 1001 neden” gibi geniş kapsamlı metinler de eklemeyi ihmal etmemiş. O kadar ikna oldum ki, anne olabilseydim herhalde çocuğumu, kızsa evlenene, erkekse askere gidene kadar emzirirdim...”
Aradan bir yıl geçti ve bu kampanyanın üç tarafı, Bakanlık, UNICEF ve Coca-Cola bir basın toplantısı ile sonuçları bu hafta açıkladılar. Sonuç müthiş. 1988 yılında binde 77.7 olan çocuk ölümü, binde 29’a gerilemiş. Anne sütü ile beslenme oranı ise 1998’de yüzde 9.4 iken yüzde 27.3 düzeyine çıkmış. Bu tür çalışmaları 168 ülkede yürüttüklerini söyleyen UNICEF yetkilileri Türkiye’nin bu alanda en başarılı ülkelerden biri olduğunu belirtmiş.
Bu proje, Türkiye Halkla İlişkiler Derneği’nin (HİD) bu yılki Altın Pusula ödülüne mutlaka başvurulmalı. Hem kendilerini biraz daha duyurmak için, hem de genç iletişimcilerin bir şeyler öğrenmesi adına...
Kısa...Kısa...Kısa...
· Migros ve Orkid’in ‘Dileğimiz Çocuklar Üşümesin” kampanyası 2 ay sürdükten sonra bitmiş. Yazık olmuş. Orkid ürünlerinin Migros’taki satışından belli bir yüzdenin bir fona aktarılarak ihtiyaç sahibi çocuklara bir mont, bir bot temin edildiği kampanyanın fikri çok iyi. Fakat bu kadar kısa sürede hiçbir etkisi olmaz. Yıllarca sürmesi gerekir. Ayrıca tanıtımı da çok az yapıldı. Satışın ne kadarı fona aktarılıyor, bunu bilen de yok. Yazık olmuş...
· Okurumuz Mustafa Taha Bey yazmış: “Siz Mercedes'in yarışmasını yazmışsınız. Benim de size önerim Sony Ericsson'un ‘Sleep Tomorrow’ yarışması olacak. Bu kadar yaratıcı bir yarışma için çok uğraşılmış olsa gerek. www.sleeptomorrow.com sitesini gezmenizi öneririm.” Siteyi gezdim. Çok başarılı bir PR çalışması. Bunu bir okur mektubundan öğrenmemiz ise, iletişim adına yüz karası.
· Nescafe’nin Duman konserleri müthiş bir TV anonsu ile başladı. ‘Nescafe üçü birarada’ diye anılan ürünün konumlanmasına Duman son derece uygun. Şu işe Türk gibi başladılar da İsviçreli gibi bitiremiyorlar sanki. Nerede bu olayın devamı, arka planı, bilgilendirmesi...
Başbakan da söyledi. Asıl zor olan bundan sonrası. Hedef: Hem Türk hem de Avrupa halkını Türk markasının vaadi ve gelecek tasarımı konusunda ikna etmek... Yani işler artık ilişki ile yürümez. İletişimi yönetmek şart. Bu da ne yazık ki Kobi mantığı ile olmaz. Kobi’leri değil ama Kobi mantığını silmeyi öğrenmenin tam zamanı. Çünkü Kobi mantığı ile ne Avrupa’ya entegre olunur ne de dünyaya. Tabii marka da olunmaz. Hem “Türkiye markasını nasıl yönetir?” hem de ‘Ne markadır ne değildir?” sorularını tartışanlara belki katma değer olur diye belirtelim.
Nedir Kobi mantığı? Hani koca holding bile olsanız, yolunuzu tıkayabilecek olan Kobi mantığı... İyice özetleyecek olursak ‘4 ilke 4 tutum’la açıklayabiliriz belki. Önce 4 ilke. Ne yapar Kobi mantığı?:
1. Ayağını yorganına göre uzatır. 2. “Teknen varsa kıçında, işin varsa başında oturacaksın” düsturuna inanır. 3. “Başka yerde şubemiz yoktur!” diye övünür. 4. “Satılan mal geri alınmaz, veresiye mal satılmaz!” ilkesini mantığını ters bulsa da iş yapış biçimine yansıtır.
Şimdi de 4 tutuma bakalım. Şu dört alana yatırım yapmak Kobi mantığının önceliğinde değildir: 1. İnsan Kaynaklarına. 2. Pazarlama ve iletişime. 3. Araştırma ve geliştirmeye 4. Yapısal süreçlere (Kurumsal Yönetim)
Kobiler feodal tarım toplumundan kapitalist sanayi toplumuna geçiş döneminin örgütlenme biçimleridir. Tek çıkış yolları vardır. Amansız rekabet ortamında yok olmamak için birleşmek ve yukarıdaki ‘4+4’ mantığının tam tersini yapmak. Başta ihracatçı birlikleri, pek çok devlet destekli kuruluş onlara bu yolu açmaktadır. Ne yazık ki, pek çoğu bu yola yönelmemekte, direnmektedir.
Aynı şey ortanın üstü boydaki işletmeler için de söz konusudur.
Türkiye de iletişimde Kobi mantığı ile davranmaktadır. Bu mantıkla ne köy olunur, ne kasaba, ne de marka...
Orhan Pamuk’a rağmen...
Kendisinden biraz da espriyle “Türkiye’nin en çok satılan, en az okunan yazarı” diye söz ederler. Orhan Pamuk’u ne yazık ki ben de okuyamıyorum. Bir iki tanesini iyi niyetle denedim. Kan ter içinde kalıp bıraktım. Herhalde cehaletimden. Ya da bizim kuşak zorlanıyor. Mesela kızım dört kitabını sonuna kadar okuyabilmiş. Hafif daralmış ama anlamış. Helal olsun.
Medyamızın, özellikle yabancı medyanın yere göğe sığdıramadığı ‘Orhan Pamuk’ denince benim aklıma daha çok, Kürt sorununu Türkiye’yi bölerek çözmeye çalışanlara destek veren aydın takımı geliyor ne hikmetse...
Ön yargı benimkisi... Gerici kafam almıyor bu kadar ileriliği herhalde.
Fakat ABD’den e-posta gönderen bir hanımefendinin anlattıkları pek önyargıya benzemiyor. Delaware, Newark Üniversitesinde Asistan olarak çalışan Feryal Güler Hanım şunları yazmış.
“Bir iki ay önce Philadelphia Halk Kütüphanesi’ne Orhan Pamuk gelmişti. ‘Kar’ romanının tanıtımını yapmaya. Koşa koşa gittim. Yalnız bırakmayalım, destekleyelim, anlamında. Hatta aklımdan da ‘Newark'in kütüphanesinde de bir okuma günü yapılabilir’ diye geçiriyordum. Vardık salona ve en öndeki koltuklara bir Türk arkadaşımla beraber oturduk. Merak içerisinde bekliyoruz.
Orhan Bey geldi. Tasvir ettiği ülke sanki Türkiye değildi. Özgürce yazı yazmak hâlâ zormuş ülkemizde. Erzurum'a ya da diğer doğu illere öyle her isteyen elini kolunu sallayarak gidemez, giderse de başına binbir türlü bela gelirmiş. Kar'ı yazabilmek için yayınevi, Orhan Bey’e zarar ziyan gelmesin diye polislere haber vermiş, kalacağı otel uyarılmış, basın kartı çıkarılmış, vb. Bu olumsuzluklar hâlâ devam ediyormuş. Dinleyenlerin 95%i Amerikalı idi. Bir Türk hanım Orhan Bey'e sordu: ‘Bu kadar olumsuzluklara rağmen hiç memnun olduğunuz bir husus yok mu?’ Orhan Bey cevap verdi: ‘Ben Turizm Bakanı değilim. Türkiye’yi pazarlamaya (Marketing) gelmedim’ ...
Ortada kitap yazmış aydın bir kişi. Artık kim ikna edebilir bu toplantıya katılanları. Gerçeklerin gizlenmesi gibi bir beklentim yoktu dinlerken. Ama Amerikalı hocam 6 kez ülkemizin doğu illerinde kar tatilini yapabilmiş ve hala memnuniyetle yaşadıklarını anlatabiliyorsa, demek ki biz o kadar da kötü durumda değiliz. Yazık oldu o akşamıma...
Üzülmeyin Feryal Hanım. Orhan Bey başta NPQ dergisi olmak üzere batı basınına verdiği tüm beyanlarda böyle yapıyor. Anlıyorum kendisini. Batı, başka türlü kitabını satın almaz, ödül vermez... Biz hem Batı’ya hem Orhan Bey’e rağmen dünyaya kendimizi anlatmak durumundayız. Siz de Newark’a başka aydınlarımızı davet ediverin, ya da Amerikalı hocanızı konuşturun...
Atatürk AB Parlamentosu’nda
Sabah’ın son reklamını kaçırmayın. Atatürk’ün Avrupa Parlamentosu’ndan ‘Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk şimdi sizlere seslenecek’ diye anons edildiği ve Gazi’nin AB kürsüsünden yaptığı konuşmada ağzından o muhteşem sözlerin dökülüşüne teknolojik uygulama ile de olsa tanık olmak, garip bir duygu:
“Aziz arkadaşlar. Biz, iktisadi genişliğin temelinde, ancak her milletin refahla yaşamaya ve ilerlemeye hakkı olduğunu kabul eden bir zihniyetle, bütün milletlerin birlikte çalışmaları yolunun bulunmasında görüyoruz... Dostlar arasında dürüst bir vaziyetin muhafazası, bizim daima çok ehemmiyet verdiğimiz bir esastır!”
Finalde dış ses, “Biz bunları 81 yıl önce söylemiştik” diyor... Hangi ülkeye onca yıldır eskimeyen, demode olmayan, örnek ve önder olma özelliğini kaybetmeyen bir lider nasip olmuş acaba?..
Güzel Sanatlar ajansının aklına ve ellerine sağlık. Sabah yönetimini de bu cesur projeye yeşil ışık yaktıkları için kutluyorum.
Krizi yönetemezsen kriz seni yer
Bir kriz işte böyle kötü yönetilir. Çevreme soruyorum: “G-Mall’da çıkan yangının sorumlusu kim?” Her kafadan başka bir ses çıkıyor. G-Mall işletmecisi. Sinema yönetimi. Filmin yapımcıları. Dekoru yapan organizasyon firması. İtfaiye. Korumalar... Liste uzayıp gidiyor.
Bunlardan biri kalkıp dese ki, “Sorumlu benim!”, hem kendi kazanacak, hem G-Mall’daki dükkanlar. Ayrıca dese ki, “Gerek sinemada gerekse G-Mall’da öyle yüksek bir teknoloji vardır ki, 10 dakika gibi bir sürede 700 kişi boşaltılıvermiştir. Hem de kimse ciddi bir hasar görmeden!”, bu krizden fırsat bile çıkaracak.
Hayır. Tüm taraflar karınlarından konuştukları için, herkes zarar görüyor. Başta resmi raporlara göre hiçbir sorumluluğu bulunmadığı anlaşılan 7 sadet sinema, ama ondan çok daha fazla alış veriş merkezi içindeki dükkanlar. Bu işi düzeltmezlerse, hiçbir anne baba çocuğunu oraya göndermeyecek. İster korku deyin ister önyargı. Siz sonuca bakın.
Anne Sütü kampanyası örnek olmalı
Hani bazı iletişim uzmanı arkadaşlar zaman zaman “Halkla ilişkiler çalışmaları ölçülemez” buyururlar ya. İşte size tokat gibi bir yanıt. Önce bundan bir yıl öncesine gidelim. Ekim ve Kasım aylarında 3 tane yazı yazmışım. Berna Laçin ile Hülya Koçyiğit’in herhangi bir ücret almadan rol aldıkları “İlk 6 ay sadece anne sütü” adı verilen kampanyayı çok doğru bulduğumdan fakat doğru dürüst duyurulmadığından söz etmişim.
Sağlık Bakanlığı, UNICEF ve Coca-Cola’dan Turkuaz’cılar da gönderdikleri yanıtlarla durumu aydınlatmışlar. Pilot bölge olarak seçtikleri İstanbul ve Diyarbakır’da 40 bin aileye yüzyüze ulaşmayı hedeflediklerinden söz etmişler. Ben de şöyle bir not düşmüşüm o tarihte: “Hele Bakanlık, nefis hazırlanmış posterler, emzirme video klipleri, emzirme ile ilgili çok güzel çizimler içeren bir kitapçık, ‘Başarılı emzirmede 10 öneri’, ‘Emzirmek için 1001 neden” gibi geniş kapsamlı metinler de eklemeyi ihmal etmemiş. O kadar ikna oldum ki, anne olabilseydim herhalde çocuğumu, kızsa evlenene, erkekse askere gidene kadar emzirirdim...”
Aradan bir yıl geçti ve bu kampanyanın üç tarafı, Bakanlık, UNICEF ve Coca-Cola bir basın toplantısı ile sonuçları bu hafta açıkladılar. Sonuç müthiş. 1988 yılında binde 77.7 olan çocuk ölümü, binde 29’a gerilemiş. Anne sütü ile beslenme oranı ise 1998’de yüzde 9.4 iken yüzde 27.3 düzeyine çıkmış. Bu tür çalışmaları 168 ülkede yürüttüklerini söyleyen UNICEF yetkilileri Türkiye’nin bu alanda en başarılı ülkelerden biri olduğunu belirtmiş.
Bu proje, Türkiye Halkla İlişkiler Derneği’nin (HİD) bu yılki Altın Pusula ödülüne mutlaka başvurulmalı. Hem kendilerini biraz daha duyurmak için, hem de genç iletişimcilerin bir şeyler öğrenmesi adına...
Kısa...Kısa...Kısa...
· Migros ve Orkid’in ‘Dileğimiz Çocuklar Üşümesin” kampanyası 2 ay sürdükten sonra bitmiş. Yazık olmuş. Orkid ürünlerinin Migros’taki satışından belli bir yüzdenin bir fona aktarılarak ihtiyaç sahibi çocuklara bir mont, bir bot temin edildiği kampanyanın fikri çok iyi. Fakat bu kadar kısa sürede hiçbir etkisi olmaz. Yıllarca sürmesi gerekir. Ayrıca tanıtımı da çok az yapıldı. Satışın ne kadarı fona aktarılıyor, bunu bilen de yok. Yazık olmuş...
· Okurumuz Mustafa Taha Bey yazmış: “Siz Mercedes'in yarışmasını yazmışsınız. Benim de size önerim Sony Ericsson'un ‘Sleep Tomorrow’ yarışması olacak. Bu kadar yaratıcı bir yarışma için çok uğraşılmış olsa gerek. www.sleeptomorrow.com sitesini gezmenizi öneririm.” Siteyi gezdim. Çok başarılı bir PR çalışması. Bunu bir okur mektubundan öğrenmemiz ise, iletişim adına yüz karası.
· Nescafe’nin Duman konserleri müthiş bir TV anonsu ile başladı. ‘Nescafe üçü birarada’ diye anılan ürünün konumlanmasına Duman son derece uygun. Şu işe Türk gibi başladılar da İsviçreli gibi bitiremiyorlar sanki. Nerede bu olayın devamı, arka planı, bilgilendirmesi...