Konuşmak lazım!
16 ŞUBAT 2011
Amerika’da pekçok eyalette savcı da hakim de halk tarafından seçilir. Belediye başkanı gibi. Polis şefi gibi. Hatta itfaiye müdürü gibi... Kariyer yapmak isteyen savcı ve hakim, sadece kendi işini iyi yapmakla yetinmez; aynı zamanda kendini iyi ifade çabası içinde olur. Aksi takdirde bir sonraki seçimlerde kendini daha iyi ifade edebilen bir savcı ya da hakim adayı iş başına gelebilir. Bu yüzden bu tür eyaletlerde ve adalet yetkililerinin seçimle işbaşına getirildiği ülkelerde yürüyen davalarla ilgili “belirsiz” durumlar oluşmaz; tersine her türlü belirsizlik bertaraf edilir.
Oysa bizim gibi adalet sisteminin ve kolluk kuvvetlerinin hiyerarşik bir yapı içinde yukardan aşağı tayinle çalıştığı yapılarda hadisenin yumuşak karnı, iletişim meselesidir. Çünkü hiyerarşi nedeniyle hakimlerin, savcıların her kademedeki emniyet yetkililerinin “konuşması” caiz değildir.
Peki caiz olmayınca ne olur?
Caiz olmayınca insanların neden aylarca hatta yıllarca içerde tutulduğunu; tutuklamaların neden o tarihte değil de bu tarihte gerçekleştiğini anlatamazsınız. Neden aksi ispatlanana kadar herkesin masum olduğu ilkesinin çalışmadığını, tutuklamaların bir ceza aracı olarak kullanıldığı algısının gereksiz yere neden yaygınlık kazandığını ve bu algının nasıl önlenebileceği bile ifade edemezsiniz. Mesele, iktidarın meselesi midir, adalet sisteminin meselesi midir, Silahlı Kuvvetler’in meselesi midir, medyanın meselesi midir, bir türlü ifade edemezsiniz.
Türkiye’‘de son dönemdeki algı karmaşasının bir numaralı nedeni iletişimsizliktir.
Mesele, sadece savcı ve hakimlerin emniyet güçlerinin iletişimsizliği değil; aynı zamanda Silahlı Kuvvetleri’n de elinin kolunun bağlı, ağzının da bantlanmış olmasıdır. Geriye sadece kum torbaları kalmaktadır. Gereksiz yere biteviye dövülen... Dikkat ve ibretle bu kum torbalarını izleyin. Bir tek kurtuluş yolu var. O da bu müphemiyet zincirini kırmak. Yoksa korku “dağları beklemeye” devam edecek..
***
Soner Yalçın’ın tutuklanması, tüm bu süreci, altını kalın çizgilerle çizerek belirginleştiren olaylardan biridir. İnsan yakından tanıdığı birinin başına böyle bir durum gelince daha da şaşırıyor. Bugün, dünden daha çok insanların “benim de başıma bir gün gelebilir mi acaba?” diye korkmalarını anlamaya başlıyorsunuz.
Soner Yalçın konuşamıyor; çünkü tutuklu.
Savcılar hakimler konuşamıyor; çünkü kendileri atanmışlar ve konuşmaları caiz değil.
Devleti temsil edenler konuşamıyor; çünkü adaletin bağımsızlığına gölge düşürülmemesi gerek.
Medya konuşamıyor; çünkü adalet sisteminde yürümekte olan süreçler üzerine “yönlendirici” olabilecek yorum yapmak suç teşkil edebiliyor.
İşte bir ülkede korku ve dehşet yaratmanın çıkış noktası budur: İletişimsizlik, müphemiyet, bilgiyi (malumatı) karanlıklara terk etmek.
O halde ne yapmak lazım?
Konuşmak lazım!
Konuşmak için ne lazım?
Gerekiyorsa yasal düzenlemeler yapmak lazım.
Çevremde hiç gereği olmadığı halde irkilmiş tedirgin insanları gördükçe yasama erkine sahip olanlara bir kez daha seslenme ihtiyacını duyuyorum:
“Konuşun ve konuşulmasını sağlayacak ortamları oluşturun.”
Oysa bizim gibi adalet sisteminin ve kolluk kuvvetlerinin hiyerarşik bir yapı içinde yukardan aşağı tayinle çalıştığı yapılarda hadisenin yumuşak karnı, iletişim meselesidir. Çünkü hiyerarşi nedeniyle hakimlerin, savcıların her kademedeki emniyet yetkililerinin “konuşması” caiz değildir.
Peki caiz olmayınca ne olur?
Caiz olmayınca insanların neden aylarca hatta yıllarca içerde tutulduğunu; tutuklamaların neden o tarihte değil de bu tarihte gerçekleştiğini anlatamazsınız. Neden aksi ispatlanana kadar herkesin masum olduğu ilkesinin çalışmadığını, tutuklamaların bir ceza aracı olarak kullanıldığı algısının gereksiz yere neden yaygınlık kazandığını ve bu algının nasıl önlenebileceği bile ifade edemezsiniz. Mesele, iktidarın meselesi midir, adalet sisteminin meselesi midir, Silahlı Kuvvetler’in meselesi midir, medyanın meselesi midir, bir türlü ifade edemezsiniz.
Türkiye’‘de son dönemdeki algı karmaşasının bir numaralı nedeni iletişimsizliktir.
Mesele, sadece savcı ve hakimlerin emniyet güçlerinin iletişimsizliği değil; aynı zamanda Silahlı Kuvvetleri’n de elinin kolunun bağlı, ağzının da bantlanmış olmasıdır. Geriye sadece kum torbaları kalmaktadır. Gereksiz yere biteviye dövülen... Dikkat ve ibretle bu kum torbalarını izleyin. Bir tek kurtuluş yolu var. O da bu müphemiyet zincirini kırmak. Yoksa korku “dağları beklemeye” devam edecek..
***
Soner Yalçın’ın tutuklanması, tüm bu süreci, altını kalın çizgilerle çizerek belirginleştiren olaylardan biridir. İnsan yakından tanıdığı birinin başına böyle bir durum gelince daha da şaşırıyor. Bugün, dünden daha çok insanların “benim de başıma bir gün gelebilir mi acaba?” diye korkmalarını anlamaya başlıyorsunuz.
Soner Yalçın konuşamıyor; çünkü tutuklu.
Savcılar hakimler konuşamıyor; çünkü kendileri atanmışlar ve konuşmaları caiz değil.
Devleti temsil edenler konuşamıyor; çünkü adaletin bağımsızlığına gölge düşürülmemesi gerek.
Medya konuşamıyor; çünkü adalet sisteminde yürümekte olan süreçler üzerine “yönlendirici” olabilecek yorum yapmak suç teşkil edebiliyor.
İşte bir ülkede korku ve dehşet yaratmanın çıkış noktası budur: İletişimsizlik, müphemiyet, bilgiyi (malumatı) karanlıklara terk etmek.
O halde ne yapmak lazım?
Konuşmak lazım!
Konuşmak için ne lazım?
Gerekiyorsa yasal düzenlemeler yapmak lazım.
Çevremde hiç gereği olmadığı halde irkilmiş tedirgin insanları gördükçe yasama erkine sahip olanlara bir kez daha seslenme ihtiyacını duyuyorum:
“Konuşun ve konuşulmasını sağlayacak ortamları oluşturun.”