"Köşeleri tekrar ‘köşe’ yapmak"
12 Temmuz 2012
Elif Şafak’ın yeni kitabı ‘Şemspare’nin başarılı ve başarısız yanları neler? Köşe yazılarını yeniden yayınlamak iyi bir fikir mi? Elif Şafak üzüntüsünden nasıl kurtulabilir? Yanıtları bu yazıda...
Makale ve köşe yazılarını bir kitapta toplama fikri her zaman risk taşır…
“Biz o dediklerini okuduk, biliyoruz!”
“Yazacak bir şey bulamadınız herhalde, toplayın eski yazıları sürün bir daha piyasaya.”
Ekşi Sözlük’ün, agresyonda bu kadarla kalacağını da sanmıyorum…
Benzer bir işi, her ne kadar tek bir ana konu çerçevesinde, iletişim odaklı meseleleri ele alarak da olsa, yapmış; ‘İletişimin El Kitabı’ dizisi içinde ‘Vazgeçmek Özgürlüktür’ ve ‘İktidar Yalnızlıktır’ başlıklarıyla yayınlamış biri olarak, bu görüşlere katılmadığımı belirtmeliyim.
Kitap, okuruyla yazarı arasında bir ‘meseledir’. Bir tür anlaşma. Akit… Okur söz konusu kitabı okuduktan sonra ya yazarına daha sağlam bağlarla bağlanır ya da yavaş yavaş kopmaya başlar. Bu tür kitaplar, yani daha önce yayınlanmış yazıların bir araya getirilerek yeniden basılması işi bazen tutar, bazen de tamamen yazarın aleyhine çalışır.
YILMAZ ÖZDİL ÖRNEĞİ
Bu, yazarın o yazıları hangi ağırlık ve derinlikte yazdığına, bunu okuruna nasıl ‘geçirdiğine’ göre değişir. Örneğin, Yılmaz Özdil’in yazılarından derlenen her iki kitabı da (İsim Şehir Hayvan ve İsim Şehir Bitki) hedef kitlesi tarafından büyük ilgiyle karşılandı. Bu gibi durumlarda, ‘tarihi gerçekçilik’ odaklı bakış açısı herkesi rahatlatır. Değil mi ki hedefine ulaştı, gerisi lafı güzaf, deyip bir soluklanmalı, kısacası.
Peki, edebiyatçıdan köşe yazarı olur mu? Ne yazdığına ve yine amacına ulaşıp ulaşmadığına bağlı olarak ‘aslanlar’ gibi olur. Attilâ İlhan’ın köşe yazıları müthişti mesela. Dünya görüşü oluşturur ya da değiştirirdi, adamına göre.
ELİF ŞAFAK’I SEVMEM AMA BEĞENİRİM
Açık yüreklilikle ifade etmeliyim. Elif Şafak’ı sevmem. Ama beğenirim. Yaptığı işleri takdir ederim. Nasıl yaptığını ilgiyle izlerim. Kendini taşımayı başardığı noktayı popüler sanat, kültür ve edebiyat adına önemserim.
Yazarın son kitabı da beni hiç şaşırtmadı, AKŞAM Pazar’dan Elif Aktuğ’a 1 Temmuz’da verdiği röportajda yer alan, o zor yenilir yutulur cümlesi de: “Bence tereddüt etme kabiliyetini yitirmemek lazım. ‘Mütereddit ruhlar’ diyorum ben mesela. Doğrularından yüzde yüz emin olmayan, dogmatik düşünmeyen, farklı açılardan da bakabilen insanlar bunlar. Aşkta da bir parça mütereddit olmakta bir sakınca yok ki. Kendimizden bu kadar emin olmayalım. Belki bir eksiğimiz ya da yanlışımız var, mademki insanız, olacak elbette. Yani tereddüt etmeyi yitirirsek kibir başlar. Kibrin olduğu yerde er ya da geç tahakküm başlar. Tahakkümün olduğu yerde aşk tutunabilir mi?”
Şemspare’de iki başarılı çalışmanın altını çizmemek haksızlık olur. Birincisi, Şafak’ın denemeleri seçerken gösterdiği özen ve titizlik; ikincisi, M.K. Perker’in denemeleri anlamlayan kara kalem resimleri (desenleri).
Aslında herhangi bir yazının illüstratif bir yaklaşımla resimlenmesinden pek haz ettiğimi söyleyemem. Okura saygısızlık gibi gelir. Onun tahayyül gücünün küçümsenmesine işaret eder sanki. ‘İzahlı müzik’ gibi yani…
Çok garip ama yine itiraf etmeliyim ki, Perker’in çizimleri pek çok okurun alışık olduğu bir üsluba dayanıyor ve büyük olasılıkla o hedef kitlede çok beğeni kazanacak.
MÜPTEZELLİK ELEŞTİRİSİNİ TAHRİK EDER
Kitabın adı herkes gibi beni de önce Şemsi Tebrizi’ye götürdü… Ancak o bağlamda kullanılmamış tabii ki. Ama yine de ‘müptezellik’ (fazla olmasından dolayı değerini yitirme) eleştirisini tahrik edecek bir durum.
‘Aşk’ adlı romanda Mevlana ile Şems’i uzun boylu yazıp sonrasında da her platformda konuşunca bu tür ‘pazarlama’ suçlamalarına muhatap olmak işten bile değildir. Oysa arka kapaktan anlıyoruz ki, ‘şemspare’ güneş parçacıkları anlamında kullanılmış. Elif Hanım’a göre, “Gökten omuzlarımıza, kar tanesi gibi usulca, yağmur gibi ruhumuzu yıkayan, bizi tozdan kirden tekdüzeliklerden arındıran, gönülden yazılmış her roman, her hikâye, her kelime bir şemsparedir”…
Mükemmel bir metafor… Çok iyi de, bu satırların hemen yanında birde Elif Şafak hanımın boy fotoğrafı var. Her zamanki gibi, incecik, çok şık ve o derin, hüzünlü bakışlarıyla çok çekici… Güzel bir fotoğraf… Belli ki arkadaki duvar bile yaratıcı bir seçimin ürünü…
Bu fotoğrafta belki önyargılı anti-Şafakçılar yazarın elindeki şemsiyenin anlamını çıkaramadıklarını söyleyeceklerdir. Çünkü o şemsiyeyle hemen yan tarafta anlatılan ‘güneş parçaları’ndan korunmak istendiği ifade edildiği sanılabilir, bu da o cânım metafora ciddi zarar veriyor olabilir…
Arka kapaktaki anlatım önemli midir? Evet, önemlidir. Elif Hanım gibi şeytanın detayda gizli olduğunu bilen birinin bu karşıtlığı ‘atladığına’ inanmak bana bile zor geliyor.
İnanmak istemediğim bir şey daha var. O da kitapta kullanılmış olan gökten yağan rengârenk şemsiyelerin, ‘şems’ kelimesiyle gereksiz fonetik çağrışımının gözden kaçmış olabileceği ve kapaktaki o şemsiyeli ‘enstalasyonun’ 2008 yılında İtalya’da, Cenova’dan 30 km uzaklıktaki Urbe kentinde düzenlenmiş fuar sırasında; ‘Cantando Bajo La Sombra’ adıyla Rafael Legıdos Ibanez ve Mario Berna Box tarafından segilenmiş çalışmayla birebir aynı olduğunun internette küçük bir turla fark edilmemesi... Fark edilmişse de bu aynılığın problem olacağının anlaşılmaması...
Şemspare’de çok çarpıcı denemeler var. Bunlardan biri de ‘Türkiye’de yazar olmak’ başlığını taşıyor. O denemede kendisine yöneltilen suçlamaları nasıl göğüslediğini anlatıp Türkiye’de yazar olmaya birçok örnek verirken Şafak diyor ki, “Kitap kapağında takım elbise giymiş erkek resmi var, bak bu kitabın kapağında da erkek resmi var, demek ki kapak çalıntı’ lafını duymak demektir…”
“Romanında Londra’da yaşayan göçmen aile var, bak öteki romanda da Londra’da yaşayan göçmenler var, hatta onlar da camdan bakıyorlar, demek ki 450 sayfalık bu roman aşırmadır’ iddiasına rastlamak demektir.”
Ya da, “Eleştiriyi ‘bir şahıs hakkında tamamen olumsuz ve yıkıcı laf üretmek’ zanneden bazı insanların imalarına, zanlarına, dedikodularına ve iftiralarına hedef olmak; bilhassa elit kesimin tepeden bakan, kimseyi beğenmeyen küçümseyici tavırlarına maruz kalmak, kitaptan çok kâtibin, yazıdan ziyade yazarın konuşulduğuna tanık olmak, her seferinde derin bir soluk alıp ‘Bu da geçer yahu’ diyebilmek demektir.”
Belli ki çok üzülüyor Elif Hanım. Bunu da belli ediyor. İş, ilişki ve iletişim boyutunda en yapılmaması gereken şeydir aslında… Yaralandığını hissettirmek… Çünkü mutlaka birileri çıkıp oraları ‘kaşımayı’ sürdürecektir. İşi zor yazarımızın.
Örneğin ben yazarın ‘naif’ kelimesini bir yerde bu şekilde (S. 121) bir başka yerde ‘nahif’ olarak yazmasını (S. 150) sadece bir zenginlik olarak algıladım. Öyle bakılmayabilir de…
‘Sanatçı Siyasetçi Olur mu?’ başlıklı yazı en ilginç bulduklarımdan. Vaclav Havel üzerine yazılmış… Bizde Bülent Ecevit’in şairliği konu edilip dururdu. İşte bir küçük alıntı: “Hakikat ve muhabbet, yalanlara ve nefrete ağır basacak, derdi Havel. Bu slogandan dolayı çok da eleştiri aldı. Onu gereğinden fazla romantik, nahif ve çocuksu olmakla eleştirdiler. Umursamadı. Sonuna kadar çocuk, nahif ve romantik kaldı.”
Elif Şafak’ın pek çok kitabında, bazılarına göre yapmacık bulunan o çocuksu naiflik, bu kitapta da aslında takır tukur olması gereken pek çok konunun zeminine yerleşmiş.
Elif Şafak’ın yeni kitabı ‘Şemspare’nin başarılı ve başarısız yanları neler? Köşe yazılarını yeniden yayınlamak iyi bir fikir mi? Elif Şafak üzüntüsünden nasıl kurtulabilir? Yanıtları bu yazıda...
Makale ve köşe yazılarını bir kitapta toplama fikri her zaman risk taşır…
“Biz o dediklerini okuduk, biliyoruz!”
“Yazacak bir şey bulamadınız herhalde, toplayın eski yazıları sürün bir daha piyasaya.”
Ekşi Sözlük’ün, agresyonda bu kadarla kalacağını da sanmıyorum…
Benzer bir işi, her ne kadar tek bir ana konu çerçevesinde, iletişim odaklı meseleleri ele alarak da olsa, yapmış; ‘İletişimin El Kitabı’ dizisi içinde ‘Vazgeçmek Özgürlüktür’ ve ‘İktidar Yalnızlıktır’ başlıklarıyla yayınlamış biri olarak, bu görüşlere katılmadığımı belirtmeliyim.
Kitap, okuruyla yazarı arasında bir ‘meseledir’. Bir tür anlaşma. Akit… Okur söz konusu kitabı okuduktan sonra ya yazarına daha sağlam bağlarla bağlanır ya da yavaş yavaş kopmaya başlar. Bu tür kitaplar, yani daha önce yayınlanmış yazıların bir araya getirilerek yeniden basılması işi bazen tutar, bazen de tamamen yazarın aleyhine çalışır.
YILMAZ ÖZDİL ÖRNEĞİ
Bu, yazarın o yazıları hangi ağırlık ve derinlikte yazdığına, bunu okuruna nasıl ‘geçirdiğine’ göre değişir. Örneğin, Yılmaz Özdil’in yazılarından derlenen her iki kitabı da (İsim Şehir Hayvan ve İsim Şehir Bitki) hedef kitlesi tarafından büyük ilgiyle karşılandı. Bu gibi durumlarda, ‘tarihi gerçekçilik’ odaklı bakış açısı herkesi rahatlatır. Değil mi ki hedefine ulaştı, gerisi lafı güzaf, deyip bir soluklanmalı, kısacası.
Peki, edebiyatçıdan köşe yazarı olur mu? Ne yazdığına ve yine amacına ulaşıp ulaşmadığına bağlı olarak ‘aslanlar’ gibi olur. Attilâ İlhan’ın köşe yazıları müthişti mesela. Dünya görüşü oluşturur ya da değiştirirdi, adamına göre.
ELİF ŞAFAK’I SEVMEM AMA BEĞENİRİM
Açık yüreklilikle ifade etmeliyim. Elif Şafak’ı sevmem. Ama beğenirim. Yaptığı işleri takdir ederim. Nasıl yaptığını ilgiyle izlerim. Kendini taşımayı başardığı noktayı popüler sanat, kültür ve edebiyat adına önemserim.
Yazarın son kitabı da beni hiç şaşırtmadı, AKŞAM Pazar’dan Elif Aktuğ’a 1 Temmuz’da verdiği röportajda yer alan, o zor yenilir yutulur cümlesi de: “Bence tereddüt etme kabiliyetini yitirmemek lazım. ‘Mütereddit ruhlar’ diyorum ben mesela. Doğrularından yüzde yüz emin olmayan, dogmatik düşünmeyen, farklı açılardan da bakabilen insanlar bunlar. Aşkta da bir parça mütereddit olmakta bir sakınca yok ki. Kendimizden bu kadar emin olmayalım. Belki bir eksiğimiz ya da yanlışımız var, mademki insanız, olacak elbette. Yani tereddüt etmeyi yitirirsek kibir başlar. Kibrin olduğu yerde er ya da geç tahakküm başlar. Tahakkümün olduğu yerde aşk tutunabilir mi?”
Şemspare’de iki başarılı çalışmanın altını çizmemek haksızlık olur. Birincisi, Şafak’ın denemeleri seçerken gösterdiği özen ve titizlik; ikincisi, M.K. Perker’in denemeleri anlamlayan kara kalem resimleri (desenleri).
Aslında herhangi bir yazının illüstratif bir yaklaşımla resimlenmesinden pek haz ettiğimi söyleyemem. Okura saygısızlık gibi gelir. Onun tahayyül gücünün küçümsenmesine işaret eder sanki. ‘İzahlı müzik’ gibi yani…
Çok garip ama yine itiraf etmeliyim ki, Perker’in çizimleri pek çok okurun alışık olduğu bir üsluba dayanıyor ve büyük olasılıkla o hedef kitlede çok beğeni kazanacak.
MÜPTEZELLİK ELEŞTİRİSİNİ TAHRİK EDER
Kitabın adı herkes gibi beni de önce Şemsi Tebrizi’ye götürdü… Ancak o bağlamda kullanılmamış tabii ki. Ama yine de ‘müptezellik’ (fazla olmasından dolayı değerini yitirme) eleştirisini tahrik edecek bir durum.
‘Aşk’ adlı romanda Mevlana ile Şems’i uzun boylu yazıp sonrasında da her platformda konuşunca bu tür ‘pazarlama’ suçlamalarına muhatap olmak işten bile değildir. Oysa arka kapaktan anlıyoruz ki, ‘şemspare’ güneş parçacıkları anlamında kullanılmış. Elif Hanım’a göre, “Gökten omuzlarımıza, kar tanesi gibi usulca, yağmur gibi ruhumuzu yıkayan, bizi tozdan kirden tekdüzeliklerden arındıran, gönülden yazılmış her roman, her hikâye, her kelime bir şemsparedir”…
Mükemmel bir metafor… Çok iyi de, bu satırların hemen yanında birde Elif Şafak hanımın boy fotoğrafı var. Her zamanki gibi, incecik, çok şık ve o derin, hüzünlü bakışlarıyla çok çekici… Güzel bir fotoğraf… Belli ki arkadaki duvar bile yaratıcı bir seçimin ürünü…
Bu fotoğrafta belki önyargılı anti-Şafakçılar yazarın elindeki şemsiyenin anlamını çıkaramadıklarını söyleyeceklerdir. Çünkü o şemsiyeyle hemen yan tarafta anlatılan ‘güneş parçaları’ndan korunmak istendiği ifade edildiği sanılabilir, bu da o cânım metafora ciddi zarar veriyor olabilir…
Arka kapaktaki anlatım önemli midir? Evet, önemlidir. Elif Hanım gibi şeytanın detayda gizli olduğunu bilen birinin bu karşıtlığı ‘atladığına’ inanmak bana bile zor geliyor.
İnanmak istemediğim bir şey daha var. O da kitapta kullanılmış olan gökten yağan rengârenk şemsiyelerin, ‘şems’ kelimesiyle gereksiz fonetik çağrışımının gözden kaçmış olabileceği ve kapaktaki o şemsiyeli ‘enstalasyonun’ 2008 yılında İtalya’da, Cenova’dan 30 km uzaklıktaki Urbe kentinde düzenlenmiş fuar sırasında; ‘Cantando Bajo La Sombra’ adıyla Rafael Legıdos Ibanez ve Mario Berna Box tarafından segilenmiş çalışmayla birebir aynı olduğunun internette küçük bir turla fark edilmemesi... Fark edilmişse de bu aynılığın problem olacağının anlaşılmaması...
Şemspare’de çok çarpıcı denemeler var. Bunlardan biri de ‘Türkiye’de yazar olmak’ başlığını taşıyor. O denemede kendisine yöneltilen suçlamaları nasıl göğüslediğini anlatıp Türkiye’de yazar olmaya birçok örnek verirken Şafak diyor ki, “Kitap kapağında takım elbise giymiş erkek resmi var, bak bu kitabın kapağında da erkek resmi var, demek ki kapak çalıntı’ lafını duymak demektir…”
“Romanında Londra’da yaşayan göçmen aile var, bak öteki romanda da Londra’da yaşayan göçmenler var, hatta onlar da camdan bakıyorlar, demek ki 450 sayfalık bu roman aşırmadır’ iddiasına rastlamak demektir.”
Ya da, “Eleştiriyi ‘bir şahıs hakkında tamamen olumsuz ve yıkıcı laf üretmek’ zanneden bazı insanların imalarına, zanlarına, dedikodularına ve iftiralarına hedef olmak; bilhassa elit kesimin tepeden bakan, kimseyi beğenmeyen küçümseyici tavırlarına maruz kalmak, kitaptan çok kâtibin, yazıdan ziyade yazarın konuşulduğuna tanık olmak, her seferinde derin bir soluk alıp ‘Bu da geçer yahu’ diyebilmek demektir.”
Belli ki çok üzülüyor Elif Hanım. Bunu da belli ediyor. İş, ilişki ve iletişim boyutunda en yapılmaması gereken şeydir aslında… Yaralandığını hissettirmek… Çünkü mutlaka birileri çıkıp oraları ‘kaşımayı’ sürdürecektir. İşi zor yazarımızın.
Örneğin ben yazarın ‘naif’ kelimesini bir yerde bu şekilde (S. 121) bir başka yerde ‘nahif’ olarak yazmasını (S. 150) sadece bir zenginlik olarak algıladım. Öyle bakılmayabilir de…
‘Sanatçı Siyasetçi Olur mu?’ başlıklı yazı en ilginç bulduklarımdan. Vaclav Havel üzerine yazılmış… Bizde Bülent Ecevit’in şairliği konu edilip dururdu. İşte bir küçük alıntı: “Hakikat ve muhabbet, yalanlara ve nefrete ağır basacak, derdi Havel. Bu slogandan dolayı çok da eleştiri aldı. Onu gereğinden fazla romantik, nahif ve çocuksu olmakla eleştirdiler. Umursamadı. Sonuna kadar çocuk, nahif ve romantik kaldı.”
Elif Şafak’ın pek çok kitabında, bazılarına göre yapmacık bulunan o çocuksu naiflik, bu kitapta da aslında takır tukur olması gereken pek çok konunun zeminine yerleşmiş.