Kriz komisyonlarla yönetilmez
23 Nisan 2020 - Yeni Şafak
Bilindiği üzere kriz dönemlerinde, sorunun iki türlü yönetimi söz konusudur. 1. ‘hard issues’ (sert konular) denen, bizzat krizin kendisinin yönetimi ve maddî hasarlarının izale edilmesine çalışılması. 2. ‘soft issues’ (yumuşak konular) denen, daha çok itibar gibi ticarî hayatı dolaylı yoldan etkileyen ‘algıların’ yönetilmesini kapsayan iletişim boyutunun ele alınması.
Özel hayattakiler de dâhil ‘kriz yönetiminin iletişiminde’ öne çıkan üç özellik vardır ki, bunlardan biri bile aksarsa sonuç hüsran olur. Nedir bu üç özellik?
Krizler, ‘liderlik’ ile yönetilebilir. Ülkemizdeki ilk vakanın tespit edildiği 11 Mart’tan bugüne kadar geçen sürede salgının ve sonuçlarının nasıl başarıyla yönetildiği, bazıları ‘güneşi balçıkla sıvamaya çalışsa’ da aşikârdır. Bunu anlamak için diğer ülkelerle karşılaştırma yapmak yeterli olacaktır.
Büyük bir holdingin ana ortaklarından biri sohbetimiz sırasında, bir zamanlar üç yıllık stratejik planlar yaptıklarından bahsetmişti. Sonra da eklemişti. “Üç yıllıklar çalışmadı. Yıllık iş planlarına geçtik; o da tutmadı. 6 aylık yapmaya başladık. O da tutmadı. 3 aylık da olmadı. Aylıklar da hata verince bugün, haftalık iş planlarıyla ilerlemeye, ileriye yönelik vizyonumuzu ise gidişata göre revize etmeye başladık…”
Günümüzde sisteme ayak uydurabilmek için hızlı karar alma kabiliyeti şart.
Bugün yaşadıklarımız düşünüldüğünde insan bir kez daha halkımızın iradesiyle Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’ne geçmemizin ne kadar hayırlı bir karar olduğunu görebiliyor.
Adaletin ve uyumun tesis edilerek sürdürülebildiği bir liderlik anlayışıyla koronavirüs gibi tehlikeli sonuçları olan salgın sürecine, deyim yerindeyse ‘bıçak gibi’ müdahaleler şarttı. Bu da, hız ve risk yönetiminin merkezî olarak yapılması özelliğine sahip Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sayesinde başarıldı.
Türkiye’de herkes bundan sonra ne olacağını merak ediyor… Önce, demokrasi anlayışının ‘sınırsız sorumsuzluk’ anlamına geldiğini ve ‘evrensel’ soyut bir ‘hikmet’ olduğunu düşünenler takkelerini önlerine alıp, “Biz bir yerde yanlış yapıyormuşuz” diye düşüneceklerdir herhâlde…
Öte yandan da değişimin yaşanacağını düşündüğümüz üç konu kendini somutlaştırarak öne çıkıyor.
İlki, ‘canlılığın sürdürülebilirliği’… Sokağa çıkma yasakları boyunca, sokak hayvanlarının beslenmesi için çaba harcandığını, belediyelerin bu konuda önlemler aldığını hatta bu hayvanları besleyenlerin yasaktan muaf tutulduğunu da görüyoruz.
İkinci olarak ‘yardımseverlik ve duyarlılık’ gelişti diyebiliriz. Yalnızca devletin şefkatli elinin değil, insanların birbirleriyle olan dayanışmalarının da ne denli önemli olduğu bir kez daha hatırlandı. Tabii bu durumu, akıl ve mantıktan yoksun bir biçimde siyasi ranta çevirmek isteyenler de gün yüzüne çıktı. Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olan bu kesim, ‘rant sağlamaya çalışan siyasetçi’ algısıyla bütünleşip puan kaybediyor…
Üçüncü öngörülebilir değişim de kuşkusuz ‘dijital yaşamda’ ortaya çıkacak… Video konferanslar, uzaktan çalışma gibi pek çok kavram hayatımıza girdi ve bundan sonra da eskiden olduğundan çok daha fazla yer kaplayacak. Dijital dönüşüm hamlelerinin ne kadar yerinde olduğunu bu sayede anlamayan kalmamıştır… Çalışma hayatındaki, eğitimdeki ve iletişimdeki ihtiyaçlarımızı büyük ölçüde bu yolla giderebilmemiz, hayatın durmasının önündeki en büyük engel oldu…
Bugün 23 Nisan… Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı… Üstelik Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin koca bir asrı geride bıraktığı, 100. yaşını kutladığımız gün! 9 yaşındaki oğlumdan da gözlemleyebiliyorum ki bu sene millî birlik duygusu etrafında hiç olmadığı kadar kenetlendiğimiz bir bayram yaşıyoruz. Çocuklar, sabah okuldaki kutlamaya katıldıkları gibi akşam 21.00’de de İstiklal Marşı’nı balkonlardan, pencerelerden hep birlikte söylemek için heyecanlılar… Televizyonlardaki 23 Nisan spotlarından, firma ilanlarından da bu duygusallığı anlamak mümkün.
O nedenle 23 Nisan’ın korona gölgesinde sönük geçeceğini düşünenler yanılıyor. Bayramımız kutlu, birlikteliğimiz ve egemenliğimiz daim olsun!
Özel hayattakiler de dâhil ‘kriz yönetiminin iletişiminde’ öne çıkan üç özellik vardır ki, bunlardan biri bile aksarsa sonuç hüsran olur. Nedir bu üç özellik?
- Merkezi, en üst düzeyde yönetim gerektirir; itibar yönetimi gibi krizin iletişim yönetimi de delege edilemez.
- Risk yönetimi öne çıkar. Risk almak da kolektif verilecek kararlarla değil, en tepedeki yönetimin alacağı sorumlulukla mümkün olabilmektedir.
- Zamanlama ve hız kritik başarı faktörüdür.
Krizler, ‘liderlik’ ile yönetilebilir. Ülkemizdeki ilk vakanın tespit edildiği 11 Mart’tan bugüne kadar geçen sürede salgının ve sonuçlarının nasıl başarıyla yönetildiği, bazıları ‘güneşi balçıkla sıvamaya çalışsa’ da aşikârdır. Bunu anlamak için diğer ülkelerle karşılaştırma yapmak yeterli olacaktır.
Büyük bir holdingin ana ortaklarından biri sohbetimiz sırasında, bir zamanlar üç yıllık stratejik planlar yaptıklarından bahsetmişti. Sonra da eklemişti. “Üç yıllıklar çalışmadı. Yıllık iş planlarına geçtik; o da tutmadı. 6 aylık yapmaya başladık. O da tutmadı. 3 aylık da olmadı. Aylıklar da hata verince bugün, haftalık iş planlarıyla ilerlemeye, ileriye yönelik vizyonumuzu ise gidişata göre revize etmeye başladık…”
Günümüzde sisteme ayak uydurabilmek için hızlı karar alma kabiliyeti şart.
Bugün yaşadıklarımız düşünüldüğünde insan bir kez daha halkımızın iradesiyle Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’ne geçmemizin ne kadar hayırlı bir karar olduğunu görebiliyor.
Adaletin ve uyumun tesis edilerek sürdürülebildiği bir liderlik anlayışıyla koronavirüs gibi tehlikeli sonuçları olan salgın sürecine, deyim yerindeyse ‘bıçak gibi’ müdahaleler şarttı. Bu da, hız ve risk yönetiminin merkezî olarak yapılması özelliğine sahip Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sayesinde başarıldı.
Türkiye’de herkes bundan sonra ne olacağını merak ediyor… Önce, demokrasi anlayışının ‘sınırsız sorumsuzluk’ anlamına geldiğini ve ‘evrensel’ soyut bir ‘hikmet’ olduğunu düşünenler takkelerini önlerine alıp, “Biz bir yerde yanlış yapıyormuşuz” diye düşüneceklerdir herhâlde…
Öte yandan da değişimin yaşanacağını düşündüğümüz üç konu kendini somutlaştırarak öne çıkıyor.
İlki, ‘canlılığın sürdürülebilirliği’… Sokağa çıkma yasakları boyunca, sokak hayvanlarının beslenmesi için çaba harcandığını, belediyelerin bu konuda önlemler aldığını hatta bu hayvanları besleyenlerin yasaktan muaf tutulduğunu da görüyoruz.
İkinci olarak ‘yardımseverlik ve duyarlılık’ gelişti diyebiliriz. Yalnızca devletin şefkatli elinin değil, insanların birbirleriyle olan dayanışmalarının da ne denli önemli olduğu bir kez daha hatırlandı. Tabii bu durumu, akıl ve mantıktan yoksun bir biçimde siyasi ranta çevirmek isteyenler de gün yüzüne çıktı. Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olan bu kesim, ‘rant sağlamaya çalışan siyasetçi’ algısıyla bütünleşip puan kaybediyor…
Üçüncü öngörülebilir değişim de kuşkusuz ‘dijital yaşamda’ ortaya çıkacak… Video konferanslar, uzaktan çalışma gibi pek çok kavram hayatımıza girdi ve bundan sonra da eskiden olduğundan çok daha fazla yer kaplayacak. Dijital dönüşüm hamlelerinin ne kadar yerinde olduğunu bu sayede anlamayan kalmamıştır… Çalışma hayatındaki, eğitimdeki ve iletişimdeki ihtiyaçlarımızı büyük ölçüde bu yolla giderebilmemiz, hayatın durmasının önündeki en büyük engel oldu…
Bugün 23 Nisan… Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı… Üstelik Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin koca bir asrı geride bıraktığı, 100. yaşını kutladığımız gün! 9 yaşındaki oğlumdan da gözlemleyebiliyorum ki bu sene millî birlik duygusu etrafında hiç olmadığı kadar kenetlendiğimiz bir bayram yaşıyoruz. Çocuklar, sabah okuldaki kutlamaya katıldıkları gibi akşam 21.00’de de İstiklal Marşı’nı balkonlardan, pencerelerden hep birlikte söylemek için heyecanlılar… Televizyonlardaki 23 Nisan spotlarından, firma ilanlarından da bu duygusallığı anlamak mümkün.
O nedenle 23 Nisan’ın korona gölgesinde sönük geçeceğini düşünenler yanılıyor. Bayramımız kutlu, birlikteliğimiz ve egemenliğimiz daim olsun!