Kurtlar Vadisi’nin şifresini çözmeden olmaz...
29 OCAK 2006
Yayınlandığı günlerde yüzüne bakmamıştım. Buna rağmen Kurtlar Vadisi’nin başarısını kıskananlar karşısında aslanlar gibi durmuştum. Benimkisi çok pratik bir tavırdı. Bir iletişimci, popüler karşılığı olan bir işi ciddiye almak, anlamak durumundaydı. Tersi ‘elitist’ bir tutum olurdu. ‘Elit olmaya’ hiç itirazım olamazdı. Tersine ‘eliti’ olmayan bir ülke gelişemezdi. Ama ‘elitizm’ (seçkincilik) başka bir şeydi. Şüphe etmekle ‘şüphecilik’ arasındaki fark gibi.
Şiddete, mafyaya özendirip özendirmemesi işin ahlaki boyutuydu. Herkes onunla ilgileniyordu zaten. Benim ise ilgimi, bu kadar yıl tüm zamanların en çok izlenen TV dizilerinden biri olmayı başarmanın arkasındaki sır çekiyordu. Kurtlar Vadisi hangi ‘ortak ruhi şekillenme’ noktalarına, nasıl dokunuyordu? Bunu anlamaya çalışacaktım.
“Jeton, iki yıl kadar geç de olsa düşmüştü...” Dizinin tamamının VCD’sini satın aldık. Kar kış da yardım etti. 4 kişi eve kapanıp baştan sona izlemeye başladık. Günde ortalama 6 saat falan. Tartışa tartışa. Diyalogları anlamak için geri sararak.
Sonunda Kurtlar Vadisi’nin şifresini çözdük... Eşkıya, Gönül Yarası, İkinci Bahar, Bir İstanbul Masalı, Aliye, Yabancı Damat gibi popüler başarıları deşifre etmekten çok daha zor oldu. Çünkü Kurtlar Vadisi’ne bir ton önyargıyla bakıyorduk.
Bazı ‘entel dantel’ arkadaşların “Çüş, Oha!” falan ‘olduklarını’ duyar gibiyim. “Ne var bunda zorlanacak!” diye söylenenlerin, hangi kitlesel ürünü yarattıklarını, hangi kitlesel markayı yönettiklerini kendilerine sormalarını tavsiye ederim. Herkes ille de popüler ürün vermeli, diye bir iddiamız yok. Ama iletişimden anladığını iddia eden herkesin popüler kültürü anlamak zorunluluğu var. İletişimden anlayan herkesin Müslüman olmak zorunluluğu olmadığı, fakat İslamiyet’i anlamadan dünyayı ve ülkeyi anlayamayacağı gibi...
Burada o şifreyi uzun boylu çözümleyecek değilim. O, uzun ve başka bir yazının konusu. Ama sadece şunu söylemekle yetineyim. Kurtlar Vadisi’ni ciddiye almayanların, onun şifresini çözemeyenlerin, siyasi iletişimde başarılı olmaları da zordur, geniş kitleleri hedefleyen ürün ve hizmetlerin iletişimini yönetmeleri de, genel anlamda ilişkileri yönetmeleri de...
Erol Evgin nihayet sahnede...
Bizim Haberturk’deki TV programına katıldığında Erol Evgin’e demiştim ki, “Şöyle haftada bir akşam 23.00 gibi sahne alabileceğin, bir iki enstrümandan oluşan yalın bir orkestra eşliğinde kendilerininki de dahil, pop klasiği olmuş parçalardan oluşan bir program yapsan, içine de biraz stand up karıştırsan, nasıl olur? Böyle nitelikli bir eğlencenin ciddi boşluğu var... Benzer şeyleri, Sabah’ta da yazmıştım. Erol da “Prodüksiyon benim işim değil” diye yanıtlamıştı. “Birileri bunu akıl edip önerecek, biz de yapacağız...”
Birileri nihayet akıl etmiş. Erol, 3 Şubat’ta başlayarak her Cuma akşamı saat tam da 23.00’te Beşiktaş’tan Levent’e uzanan Barbaros Bulvarı üzerinde, Balmumcu’daki jandarma birliğinin karşısında yükselen The Plaza Hotel – Roof Sky Bar’da sahneye çıkacakmış. İstanbul’un en güzel manzaralı yerlerinden biri. 23’e kadar manzara, yemek. Sonra Erol...
Helal olsun; hem Plaza Hotel’e hem de Erol Evgin’e. Gençliğimizde Moda Deniz Kulübü’nde Şerif Yüzbaşıoğlu’nu, Site sinemasının üstünde Tülay German’ı, Sıraselviler’de Klüp 12’de Tanju Okan’ı, Arif Gürman’ı ‘dinlemeye’ giderdik. ‘Dinlemeye!’... O zamanlar henüz ‘bütün eller havaya’ ya da jilet atma kültürü yoktu İstanbul’da. Pop klasiği, nostalji değildir. Adı üzerinde klasiktir. Nispeten ‘elit’tir... İşte bu elit’in eksikliği vardı... Sadece bir iki caz klübü bu boşluğu doldurmaya çalışıyordu. Umarız tutar da diğer pop klasikçileri Erol’u izler; biz de nezih akşam eğlencesi kültürüne yeniden kavuşuruz. Bütün eller havaya kültürüne itirazımız yok, o devam etsin. İsteyen de tepinsin sabaha kadar. Ama bizim de gideceğimiz bir yerler olsun.
Po-Man tartıştırıyor
Konuşturan reklam, her zaman başarılı reklam değildir. Ama hem konuşturan, hem de sattıran reklam başarılıdır. Şu sıra PO-Man reklamının ‘konuşturduğundan’ hiç şüphe yok. Şimdiye kadar çok az reklamla ilgili bu kadar reaksiyon aldım. Genelde insanların kafasında tereddütler var. Örneğin, okurlardan Erhan Fırat diyor ki: “PO-Man’i önce basın ilanında gördüm. Bir POMAN olma aşkını okudum. Sonra televizyondaki PO-Man ile basın ilanındaki POMAN’in yakından uzaktan alakası olmadığını gördüm. Sonra şu geldi aklıma. PO-Man Ozan Güven’in GORA filminde oynadığı robot karakterine gittim. GORA’daki robotla PO-Man’i ister istemez beynimde bütünleştirdim. GORA’daki robot malum. Biraz oynak bir robottu. İnşallah çocukların ve ailelerinin aklına benim aklıma geldiği gibi bu sahneler gelmez.”
Sevgili dostum Emre Aköz çok ince bir nokta yakalamış. ‘Po’ kelimesinin Almanca’da ‘Popo’ anlamına geldiğine işaret ediyor. Ülkemize gelen milyonlarca Alman turistin ve pek çok ‘Alamancımızın’ bu iletişimden olumsuz etkilenebileceğini yazıyor ve ekliyor: “Reklamın, Türk-Alman mizah kültürüne şimdiden büyük bir katkıda bulunduğunu söylemek mümkün.”
Petrol Ofisi’nin bugüne kadar ‘Yurtsever Benzin” vaadiyle ulusal bir söylem tutturduğunu, Po-Man’in ise ABD kültürü çıkışlı bir tipleme olduğunu; bu çelişkinin ise ters tepebileceğini belirtenler ise çoğunlukta.
Peki biz ne diyoruz? Şunu diyoruz: Bir: Reklamda köylü ile kentlinin son derece şirin Po-Man – Po-Men tartışması pek çok şeyi kurtarıyor. İki: Bir çizgi roman kahramanından gerçeklik beklenmez. Önemli olan kilit mesajın net bir biçimde geçmesidir. Üç: Sonuçta en önemli olan bu iletişimin hedefine ne kadar ulaştığı, satışların ne kadar tetiklediğidir.
Aldığımız bilgi ışığında reklam bu üç noktada da geçer not almış.
Eh o zaman ‘konuşturmasında’ hiç bir zarar yok...
GİTT’in derdi çözülüyor
Şu GİTT işi aldı başını gidiyor. Cem Yılmaz’ın oyuncak otomobili lanse ettiği filmden sonra yazdığım bir notta oyuncak otomobilin dağıtım işinin çok önemli olduğunu, burada hata yapılmaması gerektiğini belirtmiştim.
Korktuğum başıma geldi. GİTT’i bulmakta, almakta yaşanan zorlukları anlatan bir dolu mail aldım. En son da Soysal Danışmanlık Başkanı Suat Soysal bile beni buldu: “Yaz kardeşim. Bayramda ne Mersin girişindeki Opet’te vardı. Ne de Antalya girişindeki Opet’te. Adamlar bir de ‘Bize bu işler geç gelir abi’ diye söylendiler!” Yazgan soyadlı bir okurumuz 7 yaşındaki oğlu için adeta çırpınmış GİTT’e ulaşmak adına ama nafile...
Sonunda bu şikayetleri Petrol Ofisi yetkililerine ilettik. Olağanüstü başarılı bir kampanya, basit teknik nedenlerden tehlikeye düşmemeliydi. Sonunda Kurumsal İletişim Müdürü Tülin Dinçelli Pir hanımdan yanıt geldi. Diyor ki: “Şikayetleri eşzamanlı olarak çağrı merkezimize de iletmiş, bölge müdürümüz kendisi ile görüşmüş ve Opet kart almalarını sağlanmasının yanısıra, GİTT de gönderilmiştir. Ayrıca, istasyonumuzda stand görevlilerinin çalışma saati uzatılarak 07:00-24:00 saatleri arasında kart verme işlemine de geçilmiştir.”
Grunig çıktı, çıta yükseldi
Hani ‘Heykelini dikmek gerekir’ derler. Genellikle yürekli ve herkesin pek altından kalkamayacağı işlerin üstesinden gelmiş insanlar için söylenir bu söz. Tribeca İletişim Danışmanlığı şirketinin sahibi Cem İlhan için de iletişim sektöründe heykeli dikilecek bir iş yapmış, dersek abartmış olmayız.
İlhan, halka ilişkiler dünyasının en önemli kitabının Türkçe’ye kazandırılmasını sağlamış. James E. Grunig’in imzasını taşıyan kitabın adı: “Halka ilişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik”. Kitap dediysek, tuğla gibi bir şey. 666 sayfa. Benim diyen iletişimcinin altında kalkmakta zorlanacağı bir kuram kitabı. Okurken kan ter içinde kalınacağı kesim. Dikensiz gül bahçesi var mı ki?.. Bence 13 yıl önce yazılmış olmasına rağmen hâlâ tazeliğini koruyan bu kitap, artık Türkiye’deki iletişim dünyasına da yeni bir çıta koymuştur. Kavramların Türkçe karşılıklarının bulunmasında bazı sorunlar yaşanmış. Olabilir. Bu, kitabı anlamak için bir engel değil. Dileyenler ‘www.questia.com’ adresinden kitabın İngilizcesinin tamamına dijital ortamda ulaşıp karşılaştırabilirler.
Bizce Grunig’i hatmetmeyen birinin “Ben iletişim yönetimini biliyorum” deme hakkı yoktur artık. Eskiden en azından İngilizce bilmeyenlerin bahanesi vardı. Şimdi artık o da yok... Grunig’in bu kitabını okumadan da iletişim üzerine ahkâm kesmek Türkiye’de de artık kolay olmayacak...
Grunig ve ekibi aslında bir araştırmadan yola çıkmışlar. İşini mükemmel yapan halkla ilişkiler ajansları ve iletişimde başarılı kuruluşların iletişim departmanlarını incelemişler. Sonra da bu bulguları başarısız olanlarla karşılaştırmışlar. Kuramlarını bu analizler üzerine kurmuşlar. Tribeca yayının her aşamasını finanse etmiş. Rota yayınları basmış. Cem İlhan 500 tanesini satış için yayınevine vermiş; 1000 tanesini de eşine dostuna, müşterilerine dağıtmak için ayırmış. Bir de İDA’da (İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği) eğitim alan öğrencilere armağan ediyormuş. İlhan bir de “Bu kitap nasıl okunur?” kursu düzenlese, harika olurdu...
Şiddete, mafyaya özendirip özendirmemesi işin ahlaki boyutuydu. Herkes onunla ilgileniyordu zaten. Benim ise ilgimi, bu kadar yıl tüm zamanların en çok izlenen TV dizilerinden biri olmayı başarmanın arkasındaki sır çekiyordu. Kurtlar Vadisi hangi ‘ortak ruhi şekillenme’ noktalarına, nasıl dokunuyordu? Bunu anlamaya çalışacaktım.
“Jeton, iki yıl kadar geç de olsa düşmüştü...” Dizinin tamamının VCD’sini satın aldık. Kar kış da yardım etti. 4 kişi eve kapanıp baştan sona izlemeye başladık. Günde ortalama 6 saat falan. Tartışa tartışa. Diyalogları anlamak için geri sararak.
Sonunda Kurtlar Vadisi’nin şifresini çözdük... Eşkıya, Gönül Yarası, İkinci Bahar, Bir İstanbul Masalı, Aliye, Yabancı Damat gibi popüler başarıları deşifre etmekten çok daha zor oldu. Çünkü Kurtlar Vadisi’ne bir ton önyargıyla bakıyorduk.
Bazı ‘entel dantel’ arkadaşların “Çüş, Oha!” falan ‘olduklarını’ duyar gibiyim. “Ne var bunda zorlanacak!” diye söylenenlerin, hangi kitlesel ürünü yarattıklarını, hangi kitlesel markayı yönettiklerini kendilerine sormalarını tavsiye ederim. Herkes ille de popüler ürün vermeli, diye bir iddiamız yok. Ama iletişimden anladığını iddia eden herkesin popüler kültürü anlamak zorunluluğu var. İletişimden anlayan herkesin Müslüman olmak zorunluluğu olmadığı, fakat İslamiyet’i anlamadan dünyayı ve ülkeyi anlayamayacağı gibi...
Burada o şifreyi uzun boylu çözümleyecek değilim. O, uzun ve başka bir yazının konusu. Ama sadece şunu söylemekle yetineyim. Kurtlar Vadisi’ni ciddiye almayanların, onun şifresini çözemeyenlerin, siyasi iletişimde başarılı olmaları da zordur, geniş kitleleri hedefleyen ürün ve hizmetlerin iletişimini yönetmeleri de, genel anlamda ilişkileri yönetmeleri de...
Erol Evgin nihayet sahnede...
Bizim Haberturk’deki TV programına katıldığında Erol Evgin’e demiştim ki, “Şöyle haftada bir akşam 23.00 gibi sahne alabileceğin, bir iki enstrümandan oluşan yalın bir orkestra eşliğinde kendilerininki de dahil, pop klasiği olmuş parçalardan oluşan bir program yapsan, içine de biraz stand up karıştırsan, nasıl olur? Böyle nitelikli bir eğlencenin ciddi boşluğu var... Benzer şeyleri, Sabah’ta da yazmıştım. Erol da “Prodüksiyon benim işim değil” diye yanıtlamıştı. “Birileri bunu akıl edip önerecek, biz de yapacağız...”
Birileri nihayet akıl etmiş. Erol, 3 Şubat’ta başlayarak her Cuma akşamı saat tam da 23.00’te Beşiktaş’tan Levent’e uzanan Barbaros Bulvarı üzerinde, Balmumcu’daki jandarma birliğinin karşısında yükselen The Plaza Hotel – Roof Sky Bar’da sahneye çıkacakmış. İstanbul’un en güzel manzaralı yerlerinden biri. 23’e kadar manzara, yemek. Sonra Erol...
Helal olsun; hem Plaza Hotel’e hem de Erol Evgin’e. Gençliğimizde Moda Deniz Kulübü’nde Şerif Yüzbaşıoğlu’nu, Site sinemasının üstünde Tülay German’ı, Sıraselviler’de Klüp 12’de Tanju Okan’ı, Arif Gürman’ı ‘dinlemeye’ giderdik. ‘Dinlemeye!’... O zamanlar henüz ‘bütün eller havaya’ ya da jilet atma kültürü yoktu İstanbul’da. Pop klasiği, nostalji değildir. Adı üzerinde klasiktir. Nispeten ‘elit’tir... İşte bu elit’in eksikliği vardı... Sadece bir iki caz klübü bu boşluğu doldurmaya çalışıyordu. Umarız tutar da diğer pop klasikçileri Erol’u izler; biz de nezih akşam eğlencesi kültürüne yeniden kavuşuruz. Bütün eller havaya kültürüne itirazımız yok, o devam etsin. İsteyen de tepinsin sabaha kadar. Ama bizim de gideceğimiz bir yerler olsun.
Po-Man tartıştırıyor
Konuşturan reklam, her zaman başarılı reklam değildir. Ama hem konuşturan, hem de sattıran reklam başarılıdır. Şu sıra PO-Man reklamının ‘konuşturduğundan’ hiç şüphe yok. Şimdiye kadar çok az reklamla ilgili bu kadar reaksiyon aldım. Genelde insanların kafasında tereddütler var. Örneğin, okurlardan Erhan Fırat diyor ki: “PO-Man’i önce basın ilanında gördüm. Bir POMAN olma aşkını okudum. Sonra televizyondaki PO-Man ile basın ilanındaki POMAN’in yakından uzaktan alakası olmadığını gördüm. Sonra şu geldi aklıma. PO-Man Ozan Güven’in GORA filminde oynadığı robot karakterine gittim. GORA’daki robotla PO-Man’i ister istemez beynimde bütünleştirdim. GORA’daki robot malum. Biraz oynak bir robottu. İnşallah çocukların ve ailelerinin aklına benim aklıma geldiği gibi bu sahneler gelmez.”
Sevgili dostum Emre Aköz çok ince bir nokta yakalamış. ‘Po’ kelimesinin Almanca’da ‘Popo’ anlamına geldiğine işaret ediyor. Ülkemize gelen milyonlarca Alman turistin ve pek çok ‘Alamancımızın’ bu iletişimden olumsuz etkilenebileceğini yazıyor ve ekliyor: “Reklamın, Türk-Alman mizah kültürüne şimdiden büyük bir katkıda bulunduğunu söylemek mümkün.”
Petrol Ofisi’nin bugüne kadar ‘Yurtsever Benzin” vaadiyle ulusal bir söylem tutturduğunu, Po-Man’in ise ABD kültürü çıkışlı bir tipleme olduğunu; bu çelişkinin ise ters tepebileceğini belirtenler ise çoğunlukta.
Peki biz ne diyoruz? Şunu diyoruz: Bir: Reklamda köylü ile kentlinin son derece şirin Po-Man – Po-Men tartışması pek çok şeyi kurtarıyor. İki: Bir çizgi roman kahramanından gerçeklik beklenmez. Önemli olan kilit mesajın net bir biçimde geçmesidir. Üç: Sonuçta en önemli olan bu iletişimin hedefine ne kadar ulaştığı, satışların ne kadar tetiklediğidir.
Aldığımız bilgi ışığında reklam bu üç noktada da geçer not almış.
Eh o zaman ‘konuşturmasında’ hiç bir zarar yok...
GİTT’in derdi çözülüyor
Şu GİTT işi aldı başını gidiyor. Cem Yılmaz’ın oyuncak otomobili lanse ettiği filmden sonra yazdığım bir notta oyuncak otomobilin dağıtım işinin çok önemli olduğunu, burada hata yapılmaması gerektiğini belirtmiştim.
Korktuğum başıma geldi. GİTT’i bulmakta, almakta yaşanan zorlukları anlatan bir dolu mail aldım. En son da Soysal Danışmanlık Başkanı Suat Soysal bile beni buldu: “Yaz kardeşim. Bayramda ne Mersin girişindeki Opet’te vardı. Ne de Antalya girişindeki Opet’te. Adamlar bir de ‘Bize bu işler geç gelir abi’ diye söylendiler!” Yazgan soyadlı bir okurumuz 7 yaşındaki oğlu için adeta çırpınmış GİTT’e ulaşmak adına ama nafile...
Sonunda bu şikayetleri Petrol Ofisi yetkililerine ilettik. Olağanüstü başarılı bir kampanya, basit teknik nedenlerden tehlikeye düşmemeliydi. Sonunda Kurumsal İletişim Müdürü Tülin Dinçelli Pir hanımdan yanıt geldi. Diyor ki: “Şikayetleri eşzamanlı olarak çağrı merkezimize de iletmiş, bölge müdürümüz kendisi ile görüşmüş ve Opet kart almalarını sağlanmasının yanısıra, GİTT de gönderilmiştir. Ayrıca, istasyonumuzda stand görevlilerinin çalışma saati uzatılarak 07:00-24:00 saatleri arasında kart verme işlemine de geçilmiştir.”
Grunig çıktı, çıta yükseldi
Hani ‘Heykelini dikmek gerekir’ derler. Genellikle yürekli ve herkesin pek altından kalkamayacağı işlerin üstesinden gelmiş insanlar için söylenir bu söz. Tribeca İletişim Danışmanlığı şirketinin sahibi Cem İlhan için de iletişim sektöründe heykeli dikilecek bir iş yapmış, dersek abartmış olmayız.
İlhan, halka ilişkiler dünyasının en önemli kitabının Türkçe’ye kazandırılmasını sağlamış. James E. Grunig’in imzasını taşıyan kitabın adı: “Halka ilişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik”. Kitap dediysek, tuğla gibi bir şey. 666 sayfa. Benim diyen iletişimcinin altında kalkmakta zorlanacağı bir kuram kitabı. Okurken kan ter içinde kalınacağı kesim. Dikensiz gül bahçesi var mı ki?.. Bence 13 yıl önce yazılmış olmasına rağmen hâlâ tazeliğini koruyan bu kitap, artık Türkiye’deki iletişim dünyasına da yeni bir çıta koymuştur. Kavramların Türkçe karşılıklarının bulunmasında bazı sorunlar yaşanmış. Olabilir. Bu, kitabı anlamak için bir engel değil. Dileyenler ‘www.questia.com’ adresinden kitabın İngilizcesinin tamamına dijital ortamda ulaşıp karşılaştırabilirler.
Bizce Grunig’i hatmetmeyen birinin “Ben iletişim yönetimini biliyorum” deme hakkı yoktur artık. Eskiden en azından İngilizce bilmeyenlerin bahanesi vardı. Şimdi artık o da yok... Grunig’in bu kitabını okumadan da iletişim üzerine ahkâm kesmek Türkiye’de de artık kolay olmayacak...
Grunig ve ekibi aslında bir araştırmadan yola çıkmışlar. İşini mükemmel yapan halkla ilişkiler ajansları ve iletişimde başarılı kuruluşların iletişim departmanlarını incelemişler. Sonra da bu bulguları başarısız olanlarla karşılaştırmışlar. Kuramlarını bu analizler üzerine kurmuşlar. Tribeca yayının her aşamasını finanse etmiş. Rota yayınları basmış. Cem İlhan 500 tanesini satış için yayınevine vermiş; 1000 tanesini de eşine dostuna, müşterilerine dağıtmak için ayırmış. Bir de İDA’da (İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği) eğitim alan öğrencilere armağan ediyormuş. İlhan bir de “Bu kitap nasıl okunur?” kursu düzenlese, harika olurdu...