Kültür erozyona uğrayabilir, değerler değil
02 Eylül 2017 - Yeni Şafak
Ne zaman yolum Galata, Karaköy civarında manzaralı bir mekâna düşse ve ne zaman orada şöyle bir etrafıma bakınsam mutlaka gözüm Topkapı Sarayı’na takılır. Orada yaşamış tüm Osmanlı padişahlarını ve toplam sayılarının 4 bine ulaştığı ifade edilen hanedan ile saray efradını ve de görevlileri takdir ve saygıyla anarım. Benimkisi siyasi, tarihi ya da bize bıraktıkları kültür ve değer mirasından çok bir tür yaşam dersi niteliğindeki dünya duruşuna hayranlıktır…
Kendi kendime her seferinde şaşar kalırım: Onca âleme yüzlerce yıl hükmetmiş devasa cihan imparatorluğunun sarayının sergilediği alçak gönüllülük ve kibirden uzaklık, benim hep anlamaya çalıştığım bir ortak ruhi şekillenme dünyasından bize yansıyan simgeler toplamıdır.
Topkapı Sarayı’na yakın İstanbul Erkek Lisesi’nde yıllarca yatılı okudum. Sonra meslekteki ilk sekiz yılım yine o civarda, Cağaloğlu’nda Milliyet gazetesinde ve Karacan Yayınları’nda geçti. Yıllarca dünyaya hükmetmiş bir devletin haşmeti ve azameti yerine abartıdan uzak bir yalınlığını ayrıntıda izleme şansını elde ettim…
Sonraları yurt dışında yaşadığım yıllarda ve oralara seyahat ettiğimde ve İngiliz, Fransız, Avusturya olmak üzere Avrupa’daki sarayları gördüğümde, hatta mesela İtalya’da asillere ait ‘palazzo’ları (saray yavrularını) bile gezdiğimde şaşkınlığım bir kat daha arttı. Hepsi görünüşte insanı ezen mimarileriyle Topkapı Sarayı’ndan çok daha gösterişliydi…
Batı’daki asillerin ve saray erkânının giyim kuşamındaki, yaşama tarzındaki abartıyla, bizimkilerin büyüdükçe küçülen duruşları arasındaki farkın çarpıcılığını görmemek mümkün değildi.
Aynı farklılık bayramlarda, kutlamalarda da görülüyordu…
Topkapı sarayı nasıl içinde bulunduğu coğrafya ile didişmemiş, onunla uyumu ön plana çıkarmış, hatta bir iki kulesi hariç yeşilliklerin, ağaçların arasına saklanmışsa, bizim bayramlarımız ve kutlamalarımız da aynı uyum ve yalınlık içinde sürmüş gitmiş… Gösterişten ve hava basmaktan uzak, ancak derinden derine iddiasızlığın iddiasını taşıyan bir özgüvenle…
Peki ne zaman değişmiş bu duruş? Ne zaman gösteriş ve abartı yavaş yavaş hâkim olmaya başlamış dış görünüşe? Kırılma noktası hangi tarihi dönüşüme rastlamış?...
Rahmetli Attilâ İlhan o kırılma noktasını getirip Tanzimat’a koyar… Yabancılaşmanın, Batı hayranlığının başladığı tarih olarak Tanzimat’ı görür. Taklitçilik alıp başını giderken gösteriş de onunla atbaşı yola çıkar…
Doğrudur. Bir önceki yazımızda belirtmeye çalıştığımız kültürel dönüşüm, (solcular bir zamanlar, yani milli bağımsızlıktan yana oldukları yıllarda, bunun için ‘yozlaşma’ deyimini kullanırlardı), sadece tek bir alanda millî kimliği ağaçkakan gibi oymaya başlamadı, yaşama sanatının tüm diğer alanlarına da sirayet etmesi kaçınılmazdı…
Bir tek şey unutuldu. Kültürel ‘yozlaşma’ hiçbir zaman değerlerle ilgili yozlaşmayı da beraberinde getiremiyor, peşinden sürükleyemiyordu. Millî ve manevî değer sistemi, küllenmiş gibi görünse de yok olup gitmiyor, dipteki o kor, zamanını ve fırsatını bulduğu anda yeniden alevleniyordu…
Bazen transformasyona, erozyona uğrayan kültürel yapılar, insanı panikletebilir. Çarpık mimarî yapılaşmanın yanı sıra, hayatı tüm abartısıyla ve hiçbir zaman hak edilmeyecekmiş gibi duran ihtişam ve gösteriş içinde yaşama sevdası, bazı toplum katmanlarında ahlakî erozyonun tetikleyicileri bile olabilir.
Ancak değer sistemi bir süre üstü örtülse de yok olup gitmez. Bayramlar bence bu söylediklerimizin ne kadar geçerli olduğunun küçük de olsa önemli bir kanıtıdır…
Bunu altı yaşındaki oğluma ‘Kurban’ı anlatırken bir kez daha keşfettim.
Bayramın, ilişkilerinizde yalınlığın, ancak öte yandan derinliğin, yaşama sanatınızı zenginleştirmesi için bir fırsat olması dileği ile…
Kendi kendime her seferinde şaşar kalırım: Onca âleme yüzlerce yıl hükmetmiş devasa cihan imparatorluğunun sarayının sergilediği alçak gönüllülük ve kibirden uzaklık, benim hep anlamaya çalıştığım bir ortak ruhi şekillenme dünyasından bize yansıyan simgeler toplamıdır.
Topkapı Sarayı’na yakın İstanbul Erkek Lisesi’nde yıllarca yatılı okudum. Sonra meslekteki ilk sekiz yılım yine o civarda, Cağaloğlu’nda Milliyet gazetesinde ve Karacan Yayınları’nda geçti. Yıllarca dünyaya hükmetmiş bir devletin haşmeti ve azameti yerine abartıdan uzak bir yalınlığını ayrıntıda izleme şansını elde ettim…
Sonraları yurt dışında yaşadığım yıllarda ve oralara seyahat ettiğimde ve İngiliz, Fransız, Avusturya olmak üzere Avrupa’daki sarayları gördüğümde, hatta mesela İtalya’da asillere ait ‘palazzo’ları (saray yavrularını) bile gezdiğimde şaşkınlığım bir kat daha arttı. Hepsi görünüşte insanı ezen mimarileriyle Topkapı Sarayı’ndan çok daha gösterişliydi…
Batı’daki asillerin ve saray erkânının giyim kuşamındaki, yaşama tarzındaki abartıyla, bizimkilerin büyüdükçe küçülen duruşları arasındaki farkın çarpıcılığını görmemek mümkün değildi.
Aynı farklılık bayramlarda, kutlamalarda da görülüyordu…
Topkapı sarayı nasıl içinde bulunduğu coğrafya ile didişmemiş, onunla uyumu ön plana çıkarmış, hatta bir iki kulesi hariç yeşilliklerin, ağaçların arasına saklanmışsa, bizim bayramlarımız ve kutlamalarımız da aynı uyum ve yalınlık içinde sürmüş gitmiş… Gösterişten ve hava basmaktan uzak, ancak derinden derine iddiasızlığın iddiasını taşıyan bir özgüvenle…
Peki ne zaman değişmiş bu duruş? Ne zaman gösteriş ve abartı yavaş yavaş hâkim olmaya başlamış dış görünüşe? Kırılma noktası hangi tarihi dönüşüme rastlamış?...
Rahmetli Attilâ İlhan o kırılma noktasını getirip Tanzimat’a koyar… Yabancılaşmanın, Batı hayranlığının başladığı tarih olarak Tanzimat’ı görür. Taklitçilik alıp başını giderken gösteriş de onunla atbaşı yola çıkar…
Doğrudur. Bir önceki yazımızda belirtmeye çalıştığımız kültürel dönüşüm, (solcular bir zamanlar, yani milli bağımsızlıktan yana oldukları yıllarda, bunun için ‘yozlaşma’ deyimini kullanırlardı), sadece tek bir alanda millî kimliği ağaçkakan gibi oymaya başlamadı, yaşama sanatının tüm diğer alanlarına da sirayet etmesi kaçınılmazdı…
Bir tek şey unutuldu. Kültürel ‘yozlaşma’ hiçbir zaman değerlerle ilgili yozlaşmayı da beraberinde getiremiyor, peşinden sürükleyemiyordu. Millî ve manevî değer sistemi, küllenmiş gibi görünse de yok olup gitmiyor, dipteki o kor, zamanını ve fırsatını bulduğu anda yeniden alevleniyordu…
Bazen transformasyona, erozyona uğrayan kültürel yapılar, insanı panikletebilir. Çarpık mimarî yapılaşmanın yanı sıra, hayatı tüm abartısıyla ve hiçbir zaman hak edilmeyecekmiş gibi duran ihtişam ve gösteriş içinde yaşama sevdası, bazı toplum katmanlarında ahlakî erozyonun tetikleyicileri bile olabilir.
Ancak değer sistemi bir süre üstü örtülse de yok olup gitmez. Bayramlar bence bu söylediklerimizin ne kadar geçerli olduğunun küçük de olsa önemli bir kanıtıdır…
Bunu altı yaşındaki oğluma ‘Kurban’ı anlatırken bir kez daha keşfettim.
Bayramın, ilişkilerinizde yalınlığın, ancak öte yandan derinliğin, yaşama sanatınızı zenginleştirmesi için bir fırsat olması dileği ile…