Kültür meseleleri kızarak çözümlenemez
02 MAYIS 2012
1 Mayıs gösterileri de -eğer işin içinde şiddet, dolayısıyla ‘kriminal’ bir hadise yoksa- kültürel bir meseledir. Aynen şu şehir tiyatrolarındaki durum gibi yani…
Örneğin şahsen benim ilk kez ‘müşahhas’ olarak tanıştığım ‘Anti kapitalist Müslümanlar Platformu’ kültürel bir ‘çıkış ve iddiadır’…
Platforma destek verenler, sabahın erken saatlerinde, bugüne kadar ‘sisteme canlarını veren işçiler’ için Fatih Camii’nde cenaze namazlarını kılmışlar. Benim için bir başka ilk... Diğer bir ‘ilk’ ise 1 Mayıs 77’de yaşananların hâlâ vicdanları sızlattığına dair Başkan Ümit Boyner tarafından yapılan TÜSİAD açıklamasıydı.
İnsanlarımız siyasi ve mitoz bölünme reflekslerinden sıyrılıp ‘ittifak’lar zemininde bir araya gelmeye mi çalışıyorlar yoksa?.. 1 Mayıs’larda Taksim meydanında her türlü provokasyona karşı durarak, coşkuyla akl-ı selimi buluşturmasını ‘siyasi ve kültürel geleneğimiz’ haline getirebilecek miyiz, dersiniz.
***
Genelde siyasi ve ekonomik alanlarda ‘kızdığı zamanlar’ ortaya koyduğu ‘tepki konuşmaları’ hanesine pozitif yazan Başbakan kızdı mı, hele de bu kızgınlık ‘kültürel’ bir konuya denk geldi mi, o zaman lafın nereye gideceğini kestirmek zorlaşabiliyor… Ve de o zaman Başbakan ‘Dur diyeceğine, vur diyebiliyor’…
Örneğin AK Parti Gençlik Kolları 3. Olağan Genel Kurul Toplantı’sında yağdı esti ve özetle “Bakanlar Kurulu’na getireceğimiz teklif ile Şehir Tiyatrolarını da özelleştireceğiz” deyip, çıktı işin içinden.
Anlıyorum kendisini. Hodri meydan çekiyor. “Halkın ödediği vergilerle hayatını sürdüren Şehir Tiyatroları’nın yönetimini ‘Şehir’e vermek istemeyen sanatçı arkadaşlar” diyor, “Çok mu istiyorsunuz. Buyurun sizin olsun!”…
Hepimizin zaman zaman sinirleri ayağa kalktığı zaman başvurduğu ‘cartına curtos’ tavrı. Ancak biz hepimiz Başbakan değiliz… Şehir Tiyatroları da ‘yapboz’ oyunu değil.
Tayyip Bey, “Sanatın özgürüne de muhafazakârına da başlatmayın. Özelleştiririz; görürsünüz gününüzü” tarzında bir ruh hali içindeydi bana kalırsa… Onu o kadar iyi anlıyorum ki, ben de yerinde olsam rahatlıkla benzer tavırlar içine girebilirdim. Ancak birileri olurdu mutlaka beni uyaracak…
“Efendim” diyeceklerdi, “Bunun sonu olmaz. Ardından Devlet Tiyatroları’nı da özelleştirmek gündeme gelebilir. Opera ve Bale’yi de… Müzeleri mesela… Ya da Devlet Senfoni’yi, Türk Müziği Topluluğu’nu… O zaman milli ve/veya evrensel kültürün vazgeçilmezleri arasında yer alan ancak ticari başarı şansı olmayan eserleri kim sergileyecek, seslendirecek?
Kim çalacak Saygun’u, Dede Efendi’yi, Itri’yi, Wagner’i, Beethoven’i, Mozart’ı, Rus ve Türk Beşleri’ni; kim icra edecek Yunus Emre Oratoryosu’nu? Sadece İbo, Ajda, Tarkan, Volkan Konak mı dinleyecek, İvedik mi izleyeceğiz, ya da en iyisinden Anadolu Ateşi’ni… Peki popüler kültürün kaynağı ve besleyicisi klasik müziği kim besleyecek?”
Böyle diyeceklerdi çevremde olup da beni, ülkeyi düşünenler; güvendiklerim ve devam edeceklerdi:
“Kültürün sürekliliği veya bekası, sadece serbest piyasa koşullarının ruhuna teslim edilebilir mi?.. Kültür, sanayi kuruluşları gibi özelleştirilebilir mi? Niyet biçimde farklı olsa dahi, olayın şüyuu vukuundan beter değil midir?..
Bir kez daha tekrarlayalım: Devletin temeli milli kültürdür (M. Kemal Atatürk). Bunu Atatürk dışında dile getirenler de olmuştur. Parti ve hükümetinizin son 10 yılın transformasyon anlayışının uzantısı olacak Milli Kültür Politikasını geliştirmezseniz, ne kısa vadede siyasi parti kalır ne de uzun vadede devlet…”
Evet, böyle derlerdi arkadaşlar… Eğer ben sizin yerinizde olsaydım…
İşin doğrusu, yok olmak istemeyen devlet ne tiyatrodan elini çekebilir ne de genel anlamda sanattan. “Milli kültür politikanız yok” diye 2002’den bu yana yırtınmamızın sebebi de budur. Böyle bir politika ve strateji olmadığı içindir ki, sadece taktik anlamda düşünmek zorunda kalmaktasınız. Örneğin, ucube diye yıktırdığınız heykelin alternatifini oluşturamamakta, hangi kültür ve sanata devletin nasıl sahip çıkması gerektiği konusunda net bir sonuca varamamaktasınız.
‘Olgunluk dönemi’nin ‘irfanı temel alan’ gelecek tasavvuruna, ‘özgürlükçü’ veya ‘muhafazakâr’ ama mutlaka ‘liyakat sahibi’ olanları dahil etmeden erişmek kolay da değil, mümkünde… Kültürel sürekliliğin tek ‘yapıştırıcısı’ irfandır çünkü… Milli ve klasik kültür bağlamında irfanın tek bekçisi ise devlet…
Örneğin şahsen benim ilk kez ‘müşahhas’ olarak tanıştığım ‘Anti kapitalist Müslümanlar Platformu’ kültürel bir ‘çıkış ve iddiadır’…
Platforma destek verenler, sabahın erken saatlerinde, bugüne kadar ‘sisteme canlarını veren işçiler’ için Fatih Camii’nde cenaze namazlarını kılmışlar. Benim için bir başka ilk... Diğer bir ‘ilk’ ise 1 Mayıs 77’de yaşananların hâlâ vicdanları sızlattığına dair Başkan Ümit Boyner tarafından yapılan TÜSİAD açıklamasıydı.
İnsanlarımız siyasi ve mitoz bölünme reflekslerinden sıyrılıp ‘ittifak’lar zemininde bir araya gelmeye mi çalışıyorlar yoksa?.. 1 Mayıs’larda Taksim meydanında her türlü provokasyona karşı durarak, coşkuyla akl-ı selimi buluşturmasını ‘siyasi ve kültürel geleneğimiz’ haline getirebilecek miyiz, dersiniz.
***
Genelde siyasi ve ekonomik alanlarda ‘kızdığı zamanlar’ ortaya koyduğu ‘tepki konuşmaları’ hanesine pozitif yazan Başbakan kızdı mı, hele de bu kızgınlık ‘kültürel’ bir konuya denk geldi mi, o zaman lafın nereye gideceğini kestirmek zorlaşabiliyor… Ve de o zaman Başbakan ‘Dur diyeceğine, vur diyebiliyor’…
Örneğin AK Parti Gençlik Kolları 3. Olağan Genel Kurul Toplantı’sında yağdı esti ve özetle “Bakanlar Kurulu’na getireceğimiz teklif ile Şehir Tiyatrolarını da özelleştireceğiz” deyip, çıktı işin içinden.
Anlıyorum kendisini. Hodri meydan çekiyor. “Halkın ödediği vergilerle hayatını sürdüren Şehir Tiyatroları’nın yönetimini ‘Şehir’e vermek istemeyen sanatçı arkadaşlar” diyor, “Çok mu istiyorsunuz. Buyurun sizin olsun!”…
Hepimizin zaman zaman sinirleri ayağa kalktığı zaman başvurduğu ‘cartına curtos’ tavrı. Ancak biz hepimiz Başbakan değiliz… Şehir Tiyatroları da ‘yapboz’ oyunu değil.
Tayyip Bey, “Sanatın özgürüne de muhafazakârına da başlatmayın. Özelleştiririz; görürsünüz gününüzü” tarzında bir ruh hali içindeydi bana kalırsa… Onu o kadar iyi anlıyorum ki, ben de yerinde olsam rahatlıkla benzer tavırlar içine girebilirdim. Ancak birileri olurdu mutlaka beni uyaracak…
“Efendim” diyeceklerdi, “Bunun sonu olmaz. Ardından Devlet Tiyatroları’nı da özelleştirmek gündeme gelebilir. Opera ve Bale’yi de… Müzeleri mesela… Ya da Devlet Senfoni’yi, Türk Müziği Topluluğu’nu… O zaman milli ve/veya evrensel kültürün vazgeçilmezleri arasında yer alan ancak ticari başarı şansı olmayan eserleri kim sergileyecek, seslendirecek?
Kim çalacak Saygun’u, Dede Efendi’yi, Itri’yi, Wagner’i, Beethoven’i, Mozart’ı, Rus ve Türk Beşleri’ni; kim icra edecek Yunus Emre Oratoryosu’nu? Sadece İbo, Ajda, Tarkan, Volkan Konak mı dinleyecek, İvedik mi izleyeceğiz, ya da en iyisinden Anadolu Ateşi’ni… Peki popüler kültürün kaynağı ve besleyicisi klasik müziği kim besleyecek?”
Böyle diyeceklerdi çevremde olup da beni, ülkeyi düşünenler; güvendiklerim ve devam edeceklerdi:
“Kültürün sürekliliği veya bekası, sadece serbest piyasa koşullarının ruhuna teslim edilebilir mi?.. Kültür, sanayi kuruluşları gibi özelleştirilebilir mi? Niyet biçimde farklı olsa dahi, olayın şüyuu vukuundan beter değil midir?..
Bir kez daha tekrarlayalım: Devletin temeli milli kültürdür (M. Kemal Atatürk). Bunu Atatürk dışında dile getirenler de olmuştur. Parti ve hükümetinizin son 10 yılın transformasyon anlayışının uzantısı olacak Milli Kültür Politikasını geliştirmezseniz, ne kısa vadede siyasi parti kalır ne de uzun vadede devlet…”
Evet, böyle derlerdi arkadaşlar… Eğer ben sizin yerinizde olsaydım…
İşin doğrusu, yok olmak istemeyen devlet ne tiyatrodan elini çekebilir ne de genel anlamda sanattan. “Milli kültür politikanız yok” diye 2002’den bu yana yırtınmamızın sebebi de budur. Böyle bir politika ve strateji olmadığı içindir ki, sadece taktik anlamda düşünmek zorunda kalmaktasınız. Örneğin, ucube diye yıktırdığınız heykelin alternatifini oluşturamamakta, hangi kültür ve sanata devletin nasıl sahip çıkması gerektiği konusunda net bir sonuca varamamaktasınız.
‘Olgunluk dönemi’nin ‘irfanı temel alan’ gelecek tasavvuruna, ‘özgürlükçü’ veya ‘muhafazakâr’ ama mutlaka ‘liyakat sahibi’ olanları dahil etmeden erişmek kolay da değil, mümkünde… Kültürel sürekliliğin tek ‘yapıştırıcısı’ irfandır çünkü… Milli ve klasik kültür bağlamında irfanın tek bekçisi ise devlet…