“Ben ‘aşkı’ Doğu’da tanıdım, Batı’da ‘ölümü’ gördüm”
12 Ekim 2021 - Yeni Şafak
11 Ekim… Halit Bey’in ölüm yıldönümüydü… Halit Refiğ… Başlıktaki söz kendisine ait… Mezar taşına da kazılı…
Refiğ, aynı isimle kitaplaştırılan Tek Umut Türkiye makalesinde şöyle açıklıyor: “Batı kafasından kurtulamayanlar Doğu ile barışı, bütünleşmeyi kabullenememektedir. Nefretin yerini aşk almamalı, savaş hep devam etmelidir.”
Truva’dan Çanakkale savaşlarına, oradan ABD’nin 2007’de Orta Doğu’da giriştiği “kanlı yıkım harekâtı”na kadar geçen binlerce yılın DNA’sını Halit Bey çözmüştü. Üç bin yıl öncesinin savaşı da bin yıl öncesininki de bugünkünden pek farklı değildi aslında… Halit Bey, çatışmanın temel sebebini bulup çıkararak binlerce yıl öncesine, bugüne ve görünen o ki bundan sonrasına da ışık tutuyor…
Doğu ile Batı’nın ‘aşk ve nefret’, ‘maneviyat ve maddiyat’ karşıtlıkları üzerinde kurulduğunu bundan uzun yıllar önce tespit edip söylemiş, yazmıştı… Ona göre bencil ve savaşçı Batı’da, Doğu’nun ‘koruyucu devlet’ anlayışı elbette kabul görmeyecek, çatışma sürecekti…
Birlikte uzun yıllarımız, uzun yürüyüşlerimiz ve tabii benim uzun bir eğitim sürecim oldu… Söze “Bak, Aliciğim!” diye başladı mı, arkasından neyin geleceği elliydi… Batı referanslarıyla oluşmuş ‘dünya görüşümün’ (“Weltanschauung”) altüst olacağı yeni bir ders… O nedenle benim dünya görüşümün ‘tarihi gerçekçilik’ bağlamında yeniden şekillenmesinde Halit Bey’den pek çok iz ve ders vardır…
Mekânı cennet olsun…
Halit Bey’in eşi Prof. Gülper Refiğ, “Benim eşim bir ruh anarşistiydi” diye tanımlar onu… Tasallutlarını yıkmadan doğruyu bulmak mümkün değildir çünkü… O zaman işe ruhtan başlayacak, işi ruhla bitireceksin… Sonrası billur gibi berrak…
Tek Umut Türkiye ile devam edelim… Cumhuriyet’in ilanıyla kurulan Türkiye’den şöyle bahsediyor: “Doğu ile Batı arasında tarafsız bir denge bölgesi olmak durumundaydı. […] Dışardan bakıldığında Türk toplumundaki çağdaşlaşma hareketleri batılılaşma gibi görünebilirdi. Buna karşılık Türklerin Asya kökeni ve geleneksel kültürlerinin Avrupalılardan çok farklı olduğu vurgulanıyordu.
Bunun en keskin örneği, Atatürk'ün konusunu bizzat vererek Adnan Saygun’u bestelemekle görevlendirdiği ‘Özsoy’ operasıdır. Bu operada şeytana karşı dayanışma gösteren Türk ve İran halklarının tarihi ortak. Doğu kültürlerinin kardeşlik esası vurgulanıyordu. Bağımsız bir milli devlet olan Türkiye Cumhuriyeti dini siyaset dışına çıkarıyor, topluma ortak iman ‘vatan sevgisi’ olarak belirleniyordu.”
Halit Bey’in bahsettiği şekliyle Doğu’nun, millî kültürün bir kez daha ifade edilmesine şahitlik etmeye hazırlanıyoruz. Gülper Refiğ’in ifadesiyle “Taksim Camii ile Atatürk Kültür Merkezi adeta, bayrağımızın sembolleri olan Hilal ile Yıldız’ın barışmasının, huzur ve sükûnun temsilcileri olarak karşı karşıya gelmesi ve kucaklaşmasıdır.”
Türkiye tarihinde çok özel bir yere sahip olan Atatürk Kültür Merkezi, yenileme sürecinin ardından perdelerini “Sinan” operası ile açacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatlarıyla görev, yeni bir geleneğin oluşturulması gibi de ‘okunabilecek’ biçimde Saygun’un öğrencisi Prof. Hasan Uçarsu’ya verildi.
Anlaşıldığı gibi Mimar Sinan’ı anlatacak eserde, Halit Refiğ’in Sedat Hakkı Eldem’in de katkılarıyla hazırlandığı bilinen “Koca Sinan” senaryosundan esinlenilmiş. Libretto Bertan Rona’ya ait… Operanın finali için Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinden yola çıkılmış… Merkezde ise Koca Sinan ile beraber bir de ‘aşk’ var… İlahi aşk, devlet aşkı, güzellik aşkı…
Çünkü Halit Bey’in de dediği gibi, bizim kahramanımız maddiyatı değil, maneviyatı, aşkı seçer: “13. yüzyılın karanlık günlerinde Anadolu'dan bir ışık yükselmişti. 'Aşk’ ışığı... Bugün de dünyanın kurtuluş umudu için ilk adım, yeryüzünün bütün can varlığını en az kendisi kadar sevmek, kendi canının öbür canlıların bir parçası olduğunu hissetmek, can varlığının birliği, yani ‘vahdeti vücut’ fikrini günümüze uygulamak…”
Keşke Halit Bey de görseydi…
Refiğ, aynı isimle kitaplaştırılan Tek Umut Türkiye makalesinde şöyle açıklıyor: “Batı kafasından kurtulamayanlar Doğu ile barışı, bütünleşmeyi kabullenememektedir. Nefretin yerini aşk almamalı, savaş hep devam etmelidir.”
Truva’dan Çanakkale savaşlarına, oradan ABD’nin 2007’de Orta Doğu’da giriştiği “kanlı yıkım harekâtı”na kadar geçen binlerce yılın DNA’sını Halit Bey çözmüştü. Üç bin yıl öncesinin savaşı da bin yıl öncesininki de bugünkünden pek farklı değildi aslında… Halit Bey, çatışmanın temel sebebini bulup çıkararak binlerce yıl öncesine, bugüne ve görünen o ki bundan sonrasına da ışık tutuyor…
Doğu ile Batı’nın ‘aşk ve nefret’, ‘maneviyat ve maddiyat’ karşıtlıkları üzerinde kurulduğunu bundan uzun yıllar önce tespit edip söylemiş, yazmıştı… Ona göre bencil ve savaşçı Batı’da, Doğu’nun ‘koruyucu devlet’ anlayışı elbette kabul görmeyecek, çatışma sürecekti…
Birlikte uzun yıllarımız, uzun yürüyüşlerimiz ve tabii benim uzun bir eğitim sürecim oldu… Söze “Bak, Aliciğim!” diye başladı mı, arkasından neyin geleceği elliydi… Batı referanslarıyla oluşmuş ‘dünya görüşümün’ (“Weltanschauung”) altüst olacağı yeni bir ders… O nedenle benim dünya görüşümün ‘tarihi gerçekçilik’ bağlamında yeniden şekillenmesinde Halit Bey’den pek çok iz ve ders vardır…
Mekânı cennet olsun…
Halit Bey’in eşi Prof. Gülper Refiğ, “Benim eşim bir ruh anarşistiydi” diye tanımlar onu… Tasallutlarını yıkmadan doğruyu bulmak mümkün değildir çünkü… O zaman işe ruhtan başlayacak, işi ruhla bitireceksin… Sonrası billur gibi berrak…
Tek Umut Türkiye ile devam edelim… Cumhuriyet’in ilanıyla kurulan Türkiye’den şöyle bahsediyor: “Doğu ile Batı arasında tarafsız bir denge bölgesi olmak durumundaydı. […] Dışardan bakıldığında Türk toplumundaki çağdaşlaşma hareketleri batılılaşma gibi görünebilirdi. Buna karşılık Türklerin Asya kökeni ve geleneksel kültürlerinin Avrupalılardan çok farklı olduğu vurgulanıyordu.
Bunun en keskin örneği, Atatürk'ün konusunu bizzat vererek Adnan Saygun’u bestelemekle görevlendirdiği ‘Özsoy’ operasıdır. Bu operada şeytana karşı dayanışma gösteren Türk ve İran halklarının tarihi ortak. Doğu kültürlerinin kardeşlik esası vurgulanıyordu. Bağımsız bir milli devlet olan Türkiye Cumhuriyeti dini siyaset dışına çıkarıyor, topluma ortak iman ‘vatan sevgisi’ olarak belirleniyordu.”
Halit Bey’in bahsettiği şekliyle Doğu’nun, millî kültürün bir kez daha ifade edilmesine şahitlik etmeye hazırlanıyoruz. Gülper Refiğ’in ifadesiyle “Taksim Camii ile Atatürk Kültür Merkezi adeta, bayrağımızın sembolleri olan Hilal ile Yıldız’ın barışmasının, huzur ve sükûnun temsilcileri olarak karşı karşıya gelmesi ve kucaklaşmasıdır.”
Türkiye tarihinde çok özel bir yere sahip olan Atatürk Kültür Merkezi, yenileme sürecinin ardından perdelerini “Sinan” operası ile açacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatlarıyla görev, yeni bir geleneğin oluşturulması gibi de ‘okunabilecek’ biçimde Saygun’un öğrencisi Prof. Hasan Uçarsu’ya verildi.
Anlaşıldığı gibi Mimar Sinan’ı anlatacak eserde, Halit Refiğ’in Sedat Hakkı Eldem’in de katkılarıyla hazırlandığı bilinen “Koca Sinan” senaryosundan esinlenilmiş. Libretto Bertan Rona’ya ait… Operanın finali için Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinden yola çıkılmış… Merkezde ise Koca Sinan ile beraber bir de ‘aşk’ var… İlahi aşk, devlet aşkı, güzellik aşkı…
Çünkü Halit Bey’in de dediği gibi, bizim kahramanımız maddiyatı değil, maneviyatı, aşkı seçer: “13. yüzyılın karanlık günlerinde Anadolu'dan bir ışık yükselmişti. 'Aşk’ ışığı... Bugün de dünyanın kurtuluş umudu için ilk adım, yeryüzünün bütün can varlığını en az kendisi kadar sevmek, kendi canının öbür canlıların bir parçası olduğunu hissetmek, can varlığının birliği, yani ‘vahdeti vücut’ fikrini günümüze uygulamak…”
Keşke Halit Bey de görseydi…