“Ne oldum!” dememeli; “Ne olacağım!” demeli…
03 NİSAN 2011
Halkın yaşam pratiğinden süzüp özetlediği özdeyişleri zaman zaman hatırlamakta yarar var. Meliha Okur’un dün Cem Uzan ile ilgili yazdıklarını okurken aklıma o sözlerden biri geldi. “İnsan ne oldum dememeli. Ne olacağım, demeli”…
Bir zamanlar ülkeye Başbakan olmayı düşleyen adam, şimdilerde İnterpol’ün kırmızı bülteni ile aranıyor. Meydanlardaki ateşli bir o kadar da hamaset yüklü konuşmaları, bazı iş adamları ve entelektüellerin verdikleri destek, küçümsenmeyecek oy oranı, ülkesi için kendisini her an feda etmeye hazır olduğu edası ve Okur’un sütunlarına yansıyan sözleri:
“Ben buradayım ve hep burada olacağım. Bugün olduğu gibi otel Le Meurice Paris'in barında bulabilirsiniz beni.”
“Çok spor yapıyorum. Çok kitap okuyorum, okuduğum kitabın adını söylemeyeceğim. Çok güzel bir aşk yaşıyorum. Çocuklarımı çok seviyorum. Paris'i seviyorum. Çocuğumun adı da Paris... Emekliye ayrıldım… Bundan sonra Türkiye'nin hava sahasından bile geçmem…”
Seçimlerde AK Parti 10.808.229 oy alırken Genç Parti’ye 2.285.598 oy gitmişti… O seçmenlerin keskin milliyetçi lideri Cem Uzan böyle konuşmuş. İstese, Türk gazetecileri böyle toplayamaz. Akkök Grubu’nun karbon elyafı yatırımı için Paris’e gitmiş arkadaşlar. Kime niyet kime kısmet... Cem Uzan haberleri Akkök haberlerinden daha büyük çıktı… Yakında kimse Paris’e basın gezisi düzenlemeyecek… Çünkü olay, Uzan’ın Türkiye’ye dilediği mesajları iletmesine hizmet ediyor sanki…
Biz bu filmi görmüştük…
Türkiye’nin “70 Cent’e muhtaç olduğu” kısıntı ve sıkıntı yıllarından kalma algıya çengel atıp, marka konumlaması yapmanın bence çoktan gazı kaçtı… Hani toplu iğnemizi bile yapamadığımız, ihracatımızın birkaç yüz bin dolarla ifade edildiği (şu sıra hedef 500 milyar $), Türkiye’nin her türden sıralamada dünya ülkelerinin arkasından nal topladığı (şimdilerde hedef ilk 10’a girmek) yıllardan kalma ‘aşağılık kompleksine’ yaslanıp; “İşte biz yaptık; hem de aslanlar gibi..” tavrı içinde kıvanç rüzgârları estirmenin kaymağını Mavi Jeans ve Colins Jeans yıllar önce yediler… “Türkler de çok oluyor!”, “Evet, çok oluyoruz!” muhabbeti…
“Helal olsun, hiç beklemezdim bizimkilerden” saptamasının içeriği de değişmiştir, biçimi de. Türkiye ekonomik başarıları da kanıksamıştır artık, sportif başarıları da, sanat ve kültür alanında kat edilmiş yolları da… Olsa olsa ağır entelektüel konularda dünyayı sallarsak, ya da bir gün Futbol Dünya Şampiyonu falan olursak bu söylem karşılığını ve yerini bulur.
Bu çerçeveden bakıldığında “otomobil konseptli dev alış veriş merkezi” Autopia’nın İngiliz, İtalyan ve Fransızların ne kadar bizim gerimize düştüğünü ve Autopia’yı ne kadar kıskandıklarını tespit etmek abartı olmayabileceği için, amaca da hizmet etmeyebilir. Çünkü pek çok konuda ve sektörde bu ülkeler zaten Türkiye’nin gerisine düşmüşlerdir… Reklam filminin hayli eli yüzü düzgün şekilde çekilmiş olması da, ne yazık ki yaklaşımı demodelikten kurtaramıyor…
Kendi şöhretini yaratmak risklidir ama…
Bazı reklam filmleri var, bunlar ekranda göründü mü kendimi daha iyi hissederim. Reklamdaki ürün veya hizmeti ille de gidip satın alır mıyım? Hayır.
Ancak etkilendiğim kesindir…
Son Ergo reklamları da bu kategori içinde. Doktor, hemşire ve hasta… Fonda kalp atışları duyuluyor. Sonra kalp birden “Ergo’latmak Başka” cıngılının bestesine uygun atmaya başlıyor. Ya da eve bir teslimatta bulunan görevli ile ona kapıyı açan ev sahibi hanımı gösteren sahnede kapı zili cıngıl gibi çalıyor…
Anlatırken yavan belki; ancak izlerken çok keyifli. Her iki filmdeki oyuncunun o kısacık rollerdeki olağanüstü başarısı bu duyguyu verdiriyor olabilir mi?
Bu oyuncu ilerde çok iş yapar. Aynen Avea’nın şöhret yollarını açtığı genç gibi… O da son ‘Tüketici Hakkı’ filminde (Bu arada o film hak hukuk, yasa masa kaynaklı pazarlama karmaşasına son noktayı koydu) yine müthişti… Şöhret oynatmak mı, kendi şöhretini yaratmak mı?.. Ne zor karar!..
Şöhret yaratma her zaman daha ekonomik ve geleceğe müthiş bir yatırımdır. Sözünü ettiğimiz iki yaklaşımda da tutmuş. Her zaman tutmayabilir. Aman dikkat…
Bir zamanlar ülkeye Başbakan olmayı düşleyen adam, şimdilerde İnterpol’ün kırmızı bülteni ile aranıyor. Meydanlardaki ateşli bir o kadar da hamaset yüklü konuşmaları, bazı iş adamları ve entelektüellerin verdikleri destek, küçümsenmeyecek oy oranı, ülkesi için kendisini her an feda etmeye hazır olduğu edası ve Okur’un sütunlarına yansıyan sözleri:
“Ben buradayım ve hep burada olacağım. Bugün olduğu gibi otel Le Meurice Paris'in barında bulabilirsiniz beni.”
“Çok spor yapıyorum. Çok kitap okuyorum, okuduğum kitabın adını söylemeyeceğim. Çok güzel bir aşk yaşıyorum. Çocuklarımı çok seviyorum. Paris'i seviyorum. Çocuğumun adı da Paris... Emekliye ayrıldım… Bundan sonra Türkiye'nin hava sahasından bile geçmem…”
Seçimlerde AK Parti 10.808.229 oy alırken Genç Parti’ye 2.285.598 oy gitmişti… O seçmenlerin keskin milliyetçi lideri Cem Uzan böyle konuşmuş. İstese, Türk gazetecileri böyle toplayamaz. Akkök Grubu’nun karbon elyafı yatırımı için Paris’e gitmiş arkadaşlar. Kime niyet kime kısmet... Cem Uzan haberleri Akkök haberlerinden daha büyük çıktı… Yakında kimse Paris’e basın gezisi düzenlemeyecek… Çünkü olay, Uzan’ın Türkiye’ye dilediği mesajları iletmesine hizmet ediyor sanki…
Biz bu filmi görmüştük…
Türkiye’nin “70 Cent’e muhtaç olduğu” kısıntı ve sıkıntı yıllarından kalma algıya çengel atıp, marka konumlaması yapmanın bence çoktan gazı kaçtı… Hani toplu iğnemizi bile yapamadığımız, ihracatımızın birkaç yüz bin dolarla ifade edildiği (şu sıra hedef 500 milyar $), Türkiye’nin her türden sıralamada dünya ülkelerinin arkasından nal topladığı (şimdilerde hedef ilk 10’a girmek) yıllardan kalma ‘aşağılık kompleksine’ yaslanıp; “İşte biz yaptık; hem de aslanlar gibi..” tavrı içinde kıvanç rüzgârları estirmenin kaymağını Mavi Jeans ve Colins Jeans yıllar önce yediler… “Türkler de çok oluyor!”, “Evet, çok oluyoruz!” muhabbeti…
“Helal olsun, hiç beklemezdim bizimkilerden” saptamasının içeriği de değişmiştir, biçimi de. Türkiye ekonomik başarıları da kanıksamıştır artık, sportif başarıları da, sanat ve kültür alanında kat edilmiş yolları da… Olsa olsa ağır entelektüel konularda dünyayı sallarsak, ya da bir gün Futbol Dünya Şampiyonu falan olursak bu söylem karşılığını ve yerini bulur.
Bu çerçeveden bakıldığında “otomobil konseptli dev alış veriş merkezi” Autopia’nın İngiliz, İtalyan ve Fransızların ne kadar bizim gerimize düştüğünü ve Autopia’yı ne kadar kıskandıklarını tespit etmek abartı olmayabileceği için, amaca da hizmet etmeyebilir. Çünkü pek çok konuda ve sektörde bu ülkeler zaten Türkiye’nin gerisine düşmüşlerdir… Reklam filminin hayli eli yüzü düzgün şekilde çekilmiş olması da, ne yazık ki yaklaşımı demodelikten kurtaramıyor…
Kendi şöhretini yaratmak risklidir ama…
Bazı reklam filmleri var, bunlar ekranda göründü mü kendimi daha iyi hissederim. Reklamdaki ürün veya hizmeti ille de gidip satın alır mıyım? Hayır.
Ancak etkilendiğim kesindir…
Son Ergo reklamları da bu kategori içinde. Doktor, hemşire ve hasta… Fonda kalp atışları duyuluyor. Sonra kalp birden “Ergo’latmak Başka” cıngılının bestesine uygun atmaya başlıyor. Ya da eve bir teslimatta bulunan görevli ile ona kapıyı açan ev sahibi hanımı gösteren sahnede kapı zili cıngıl gibi çalıyor…
Anlatırken yavan belki; ancak izlerken çok keyifli. Her iki filmdeki oyuncunun o kısacık rollerdeki olağanüstü başarısı bu duyguyu verdiriyor olabilir mi?
Bu oyuncu ilerde çok iş yapar. Aynen Avea’nın şöhret yollarını açtığı genç gibi… O da son ‘Tüketici Hakkı’ filminde (Bu arada o film hak hukuk, yasa masa kaynaklı pazarlama karmaşasına son noktayı koydu) yine müthişti… Şöhret oynatmak mı, kendi şöhretini yaratmak mı?.. Ne zor karar!..
Şöhret yaratma her zaman daha ekonomik ve geleceğe müthiş bir yatırımdır. Sözünü ettiğimiz iki yaklaşımda da tutmuş. Her zaman tutmayabilir. Aman dikkat…