“Oh ne iyi, herkes dalga geçiyor!”..
01 AĞUSTOS 2014
Karşılaştığım pek çok eş dost aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ serzenişte bulunur: “Özlem Gürses Hanım’la uzunca bir süre yaptığınız TV programlarını ilgiyle izlerdik. Yazık oldu artık yapmıyorsunuz?”
Özlem Gürses hanım, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’na İletişim Danışmanlığı hizmeti veren hanımefendi…
O TV programlarının, daha doğrusu ‘formatın’, belli bir hedef kitlede ilgi uyandırmasının bana sorarsanız üç nedeni vardı.
1. Pek çok konuda anlaşamadığımız hususunda aramızda yüzde yüz mutabakat oluşmasına rağmen, birbirimize olan sevgi ve daha da önemlisi saygıda en ufak bir kusur etmiyorduk. Bu farklılık, programa katılan konuklara kendilerini daha da özgürce ifade etme olanağı sağlıyordu.
2. Programın sunucusu, yılların TV tecrübesini arkasına almış olan Özlem Hanım idi. Ben onun işine karışmıyordum. O da programın ‘daimi konuğu’ olarak benim iletişim konusundaki ‘hasbelkader’ yılların içinde oluşmuş –en azından yayınlanmış 4 kitapla küçük de olsa kendi çapında bir iddia sahipliğine işaret eden- uzmanlığıma saygı duyuyordu.
3. Kültür meselelerinde anlaşamasak da ‘Değerler’ konusunda aramızda hiçbir çelişki yoktu… Bu da ancak ret ve kabulün, sevmeyle beğenmenin, ilişkiyle iletişimin, malumatla bilginin zıtlığı ve birliğinde görülebileceği gibi, diyalektik, zımni bir uyum sağlıyordu.
Bazıları ona kıl oluyordu, bazıları da bana… Ama zannediyoruz ki herkes bizi bir şekilde kendine yakın buluyordu…
Yazının girişindeki bu notu şunun için geçtim. Aradan yıllar geçti. Biz hâlâ anlaşamayız. Elbette onu ve ailesini hâlâ severim. Aşağıda yazacaklarımı bu çerçevede okumakta yarar vardır…
Özlem Gürses her zaman ‘doğrudan siyasete’ yakın durmuştu. Gerçek talebi miydi bilemem ama, bir ara İstanbul’da Anadolu yakasında bir belediye başkanlığını hedeflediğine tanık olmuştuk… Yani son yıllardaki siyasi angajmanı yeni değildi. Bu nedenle de Ekmeleddin Bey’in iletişim danışmanlığını severek kabullenişine hiç şaşırmadım…
Beni şaşırtan, bir röportajında ‘iletişim sistematiği’ bilgisi gerektiren sularda seyretmesiydi… Vatan gazetesinden Murat Çelik’in kendisiyle yaptığı, www.diken.com.tr sitesinde de yayınlanmış röportajda Özlem hanım ‘Ekmek için Ekmeleddin’ sloganının ortaya çıkış öyküsünü anlatıyor: (http://goo.gl/DpHEdg):
“Söz konusu slogan kampanya gönüllülerinden oluşan ekibin beyin fırtınası sonucu bulundu. Ekmeleddin Bey’in ismiyle ilgili oluşan gündem bize esin kaynağı oldu. Bir arkadaşımız önerdi; üzerinde konuştuk, tartıştık, geliştirdik, çeşitlendirdik ve Sayın İhsanoğlu’nun da onayıyla hayata geçirdik.
Sloganın 10 Temmuz’da Çırağan Sarayı’nda gerçekleştirilen kampanya tanıtım toplantısında duyurulmasının hemen ardından sosyal medyada yarattığı etkiyi takip ettik. Ekmeleddin Bey de çok memnun durumdan. Zekâ ürünü esprilerden hepimiz çok keyif alıyoruz.
Sosyal medyanın ‘Ekmek İçin Ekmeleddin’ sloganına böylesi bir reaksiyon göstereceğini tahmin etmiştik. Bu kadar çok konuşulması, sosyal medyada bu denli yer bulması, üzerinde espriler yapılması… Tanınırlığın, farkındalığın artması demek bu durum. Bunların hepsi de sloganın başarılı olduğunu gösteriyor. Ve tabii kampanya stratejimizin…”
Son cümleler olmasa, tartışılacak, ders çıkarılacak bir durum olmayacaktı… Ancak son üç cümledeki iddia çok net ve bütün bildiklerimizi unutturacak türden…
“Tanınırlığı artırdık, bu da farkındalığı artırdı. O halde slogan ve kampanya stratejisi doğruydu…” İddia yaklaşık olarak bu…
Bazı reklam ajanslarının “Olayda bizim adımız geçiyor; Vallahi de billahi de bizim bu kampanya ile bir alakamız” yok diye peşpeşe açıklamalar yolladığı, Türkiye sanayi toplumundan çıkıp bilgi toplumuna doğru koşmaya çalışırken, kalkıp tarım toplumunu çağrıştıracak vaat ve sembol kültürüne sahip çıkmak, savunmak ve de bundan bir başarı öyküsü türetme iddiasında bulunmak, ciddi cesaret işiydi aslında…
Bilindiği üzere, tanınma ve farkındalık, hedef kitlede ikna ve davranış değişikliği sürecini tetiklemek için yeterli değildir. Öyle olsaydı bir zamanlar milletin ekranlara kilitlendiği yarışma ve eğlence programlarında boy gösteren Bayhan, ‘Biri Bizi Gözetliyor’dan sonradan intihar etmiş olan Ata Türk’ün annesi ‘ulusal kaynana’ Semra Hanım, ya da Ciguli, bu ülkeye Başbakan olurdu… Bu bir…
İkincisi; iletişim meseleleri reklamın güzeli - çirkini, iyisi – kötüsü, konuşulanı - konuşulmayanı ekseninde tartışılmaz. Esas olarak iletişim hedefine bakılır; yani kampanya ve sloganın Ekmeleddin Bey’e oy verilmesi konusunda ikna edici olup olmadığına, nihai işlevini yerine getirip getirmediğine…
Bu bağlamda “Oh, ne güzel herkes eleştiriyor, dalga geçiyor; o halde stratejimiz doğruymuş” şeklinde akıl yürütmeyi anlamamız, pek kolay olamamaktadır…
İletişimde uzmanlaşmak zor iş…
Bir süre önce yayınlanmış bir yazımız üzerine Sayın Ahmet Gülüm beyin göndermiş olduğu yanıtı ancak bugün yayınlayabiliyorum… Hatırlatmak için belirtelim; bizim vurgulamak istediğimiz mesele özetle şuydu: Pazarı belirleyen hizmet görenlerin, iletişim sektörünün zaafları yüzünden hizmet verenler için aynı sektörde birden fazla müşteriye servis vermelerine şiddetle karşı çıkarak uzmanlaşmayı engelledikleri hususuydu. Sayın Gülüm sanırız ilginç bir istisnadan söz ediyor. Katma değerini önemsediğimiz mektubunun tamamını aşağıya alıyorum…
“Sayın Ali Saydam,
Öncelikle yazılarınızı keyifle okuyan ve takip eden bir okurunuz olduğumu belirterek mektubuma başlamak isterim. Bundan bir kaç ay önce Marketing Türkiye dergisindeki köşenizde yazmış olduğunuz bir yazınızı okumuş ve çok üzülmüştüm. Size yazmak istedim; ancak konu ve içeriği dikkate aldığımda, bizim kurum olarak kendimizi yeterince anlatamamış ve iyi tanıtamamış olmamızdan kaynaklı olabilir düşüncesiyle vazgeçmiş, kitabımın yayınlanması sonrasına bırakma kararı almıştım.
Bahse konu yazınızda özetle; ülkemizde reklam endüstrisinin uzmanlaşmaya değer vermediğinden, bu anlamda uzmanlaşmış ajanslar kurma konusunda cesaret gösterilmediğinden bahsediyor, bugüne kadar böyle bir ajans kurmaya kimsenin cesaret edemediğini söylüyordunuz.
Oysa kuruluşumuz Sportsnet 2001 yılı gibi ülke ekonomisi adına son derece sorunlu bir dönem olan kriz yılında kurulmuş ve bütün odağını spor ve spor mecrasını kullanıp iletişim yapma arzusunda olan markalara hizmet verme cesareti göstermiş belki de yegâne kuruluştur. Türkiye'nin ilk ve tek spor odaklı reklam ajansı olarak kurulan şirketimiz bugüne kadar bu felsefesinden hiç sapmadan ülkemizde ‘Spor odaklı pazarlama iletişimi’ diye bir kavramın ortaya çıkarılmasına ve bu felsefe ile markalara birbirinden özgün fikirler üreterek 350 Milyon USD üzerinde bir kaynağın spor mecrası etrafında kullanımına katkıda bulundu.
Bünyesinde çalışan 100'ün üzerinde insan kaynağı ile etkinlik ajansı Ali Sports'u, Türkiye'nin ilk spor odaklı dijital ajansı V02'yu ve son olarak da kendi spor kanalı SportsTV’yi kurarak bir şirketler grubu oldu ve markalara dünyanın bu en güçlü iletişim platformunda hizmet vermeye devam ediyor. Vermiş olduğu hizmetlerin yanı sıra, işin teorisine katkıda bulunabilmek adına pazarlama iletişimi biliminin disiplinleri ile spor mecrası arasında teorik ilişkilendirme kurmaya çalışarak oluşturduğu felsefeyi ‘Bir Top Yeter’ isimli kitabıyla da sektöre aktarmaya çalıştı.
Bugün mektubumun ekinde yollamış olduğum ‘Panoda Yer Yok’ isimli kitabımda da, bu teorik yaklaşımın detaylarını küresel ölçekte yaşananlar ve kavramlarla açıklamaya çalışarak, spor endüstrisi lie pazarlama iletişiminin kesişmiş olduğu büyük alanda geleceğe dönük bir bakış açışı oluşturmaya çaba sarf ettim.
Samimiyetinize güvenerek kaleme aldığım mektubumda, bahsetmiş olduğunuz yaklaşımın ne denli önemli olduğuna ve ülkemiz pazarlama iletişimi sektörünün bu tür girişimlere olan ihtiyacına inancımı belirtmek ve bu anlamda hayata geçen girişimlerin nasıl sonuçlar verdiğini kısa da olsa betimlemek istedim.”uzmanlaşma
Ahmet Gülüm Bey’e kitabını yazım sürecinde başarılar diliyor ve bu çalışmasının iletişim disiplininin pratiğinde aynı sektörde rakip şirketlere hizmet vererek çok büyük bir ihtiyaç olarak karşımıza dikilen gecikmiş uzmanlaşmaya katkı sağlayacağına olan inancımı ifade ediyorum.
Spiritüel yaşam koçlarına neden dikkat etmeliyiz?
Dergimiz Marketing Türkiye’nin geçen sayısında istemeden bir arkadaşımızın kalbini kırmışım. ‘Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir?’ adlı kitabımızda pot kırma ya da aklımdakileri en iyi biçimde ifade edebilme arzusuyla göz ardı ettiğim bazı hassasiyetler nedeniyle çok bedel ödediğimizi ayrıntılarıyla ve ister istemez espriyle anlatmaya çalışmıştım.
“Size bir ‘Spiritüel Yaşam Koçu’ versem?..” başlıklı yazımızda PRoaktif İletişim’den gelen bir basın bültenine dikkat çekmiş ve bu bültenden kendisini tanımaya çalıştığımız ve internet kaynaklarında 24 yaşında olduğu yazan Gülnur Ünal Hanım’ın yaşına göre çok iddialı bulduğumuz unvanından başlayarak (Spiritüel Gelişim Danışmanı) herhangi bir otokontrolü bulunmayan sektörde bu konudaki aşırı ‘özgürlük ve cesarete’ dikkat çekmeye çalışmıştık. Doğrusu Gülnur Hanım’ın faaliyet alanı içinde belirtilen ve bize hayli ‘uçuk’ gelen şu başlıklar da, o yazıyı yazmamızın nedenlerinden olmuştu: “Aşk ve Bilinçaltı”, “Reiki ve Kuantum Terapi”, “Sağlık ve Bilinçaltı”, “Sezgiler”, “Cesaret”, “Korku”…
Gülnur Hanım’dan gelen mail’i, örnek bir üslup harikası olarak dikkatinize sunmak isterim:
“Sayın Ali Saydam,
Benim şahsım, çalışmalarım ve eğitimim hakkında kaleme aldığınız yazıyı okudum. Öncelikle bu zamana kadarki tecrübenizle hem kendi çevrenize hem de gençlere aktardığınız bilgileri her zaman yakından takip etmişimdir. Bu nedenle her “bilgili” insana olduğu gibi size de saygım çoktur.
Çok uzun yazıp kendimi savunma çabası içine girmeyeceğim. Söylemek istediğim 31 yaşındayım ve bu yaşıma kadar hiç boş vakit geçirmedim. Önemli olan yılları neyle doldurduğunuz ve nasıl yaşadığınızdır. Bu zamana kadar insanların hayatlarına bir damla olumlu katkıda bulunabiliyorsak hepimize ne mutlu.
Saygı ve sevgilerimle
Gülnur Ünal
Spiritüel Gelişim Danışmanı”
Ben de kendisine özürlerimi şöyle ifade ettim:
Gülnur Hanım,
E-mail cevabınız için teşekkürler. Yaşınız ile ilgili maddi hata için özür dilerim. Ancak keşke internet ortamındaki sizinle ilgili bilgileri düzeltseydiniz. Yine de istemeyerek vesile olduğum hatayı ilk fırsatta düzeltmeye çalışacağım.
Benim değerlendirmem sizin şahsınızdan çok basın bültenindeki 'ses tonu' ile ilgiliydi.
Başarılarınızın devamını dilerim.”
Benzer bir açıklamayı da PRoaktif İletişim’den Sayın Taşdemir’e gönderdim.
Her şey benim ön yargımdan kaynaklanmış olmalı. ‘Yaşam Koçu’ deyince aklıma 24 yaşında –hatta 31 yaşında- biri değil, durmuş oturmuş, yaşını başını almış, saçlarını değirmende ağırtmamış, ‘bilge bir’ olgunluk geliyor herhalde…
Özlem Gürses hanım, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’na İletişim Danışmanlığı hizmeti veren hanımefendi…
O TV programlarının, daha doğrusu ‘formatın’, belli bir hedef kitlede ilgi uyandırmasının bana sorarsanız üç nedeni vardı.
1. Pek çok konuda anlaşamadığımız hususunda aramızda yüzde yüz mutabakat oluşmasına rağmen, birbirimize olan sevgi ve daha da önemlisi saygıda en ufak bir kusur etmiyorduk. Bu farklılık, programa katılan konuklara kendilerini daha da özgürce ifade etme olanağı sağlıyordu.
2. Programın sunucusu, yılların TV tecrübesini arkasına almış olan Özlem Hanım idi. Ben onun işine karışmıyordum. O da programın ‘daimi konuğu’ olarak benim iletişim konusundaki ‘hasbelkader’ yılların içinde oluşmuş –en azından yayınlanmış 4 kitapla küçük de olsa kendi çapında bir iddia sahipliğine işaret eden- uzmanlığıma saygı duyuyordu.
3. Kültür meselelerinde anlaşamasak da ‘Değerler’ konusunda aramızda hiçbir çelişki yoktu… Bu da ancak ret ve kabulün, sevmeyle beğenmenin, ilişkiyle iletişimin, malumatla bilginin zıtlığı ve birliğinde görülebileceği gibi, diyalektik, zımni bir uyum sağlıyordu.
Bazıları ona kıl oluyordu, bazıları da bana… Ama zannediyoruz ki herkes bizi bir şekilde kendine yakın buluyordu…
Yazının girişindeki bu notu şunun için geçtim. Aradan yıllar geçti. Biz hâlâ anlaşamayız. Elbette onu ve ailesini hâlâ severim. Aşağıda yazacaklarımı bu çerçevede okumakta yarar vardır…
Özlem Gürses her zaman ‘doğrudan siyasete’ yakın durmuştu. Gerçek talebi miydi bilemem ama, bir ara İstanbul’da Anadolu yakasında bir belediye başkanlığını hedeflediğine tanık olmuştuk… Yani son yıllardaki siyasi angajmanı yeni değildi. Bu nedenle de Ekmeleddin Bey’in iletişim danışmanlığını severek kabullenişine hiç şaşırmadım…
Beni şaşırtan, bir röportajında ‘iletişim sistematiği’ bilgisi gerektiren sularda seyretmesiydi… Vatan gazetesinden Murat Çelik’in kendisiyle yaptığı, www.diken.com.tr sitesinde de yayınlanmış röportajda Özlem hanım ‘Ekmek için Ekmeleddin’ sloganının ortaya çıkış öyküsünü anlatıyor: (http://goo.gl/DpHEdg):
“Söz konusu slogan kampanya gönüllülerinden oluşan ekibin beyin fırtınası sonucu bulundu. Ekmeleddin Bey’in ismiyle ilgili oluşan gündem bize esin kaynağı oldu. Bir arkadaşımız önerdi; üzerinde konuştuk, tartıştık, geliştirdik, çeşitlendirdik ve Sayın İhsanoğlu’nun da onayıyla hayata geçirdik.
Sloganın 10 Temmuz’da Çırağan Sarayı’nda gerçekleştirilen kampanya tanıtım toplantısında duyurulmasının hemen ardından sosyal medyada yarattığı etkiyi takip ettik. Ekmeleddin Bey de çok memnun durumdan. Zekâ ürünü esprilerden hepimiz çok keyif alıyoruz.
Sosyal medyanın ‘Ekmek İçin Ekmeleddin’ sloganına böylesi bir reaksiyon göstereceğini tahmin etmiştik. Bu kadar çok konuşulması, sosyal medyada bu denli yer bulması, üzerinde espriler yapılması… Tanınırlığın, farkındalığın artması demek bu durum. Bunların hepsi de sloganın başarılı olduğunu gösteriyor. Ve tabii kampanya stratejimizin…”
Son cümleler olmasa, tartışılacak, ders çıkarılacak bir durum olmayacaktı… Ancak son üç cümledeki iddia çok net ve bütün bildiklerimizi unutturacak türden…
“Tanınırlığı artırdık, bu da farkındalığı artırdı. O halde slogan ve kampanya stratejisi doğruydu…” İddia yaklaşık olarak bu…
Bazı reklam ajanslarının “Olayda bizim adımız geçiyor; Vallahi de billahi de bizim bu kampanya ile bir alakamız” yok diye peşpeşe açıklamalar yolladığı, Türkiye sanayi toplumundan çıkıp bilgi toplumuna doğru koşmaya çalışırken, kalkıp tarım toplumunu çağrıştıracak vaat ve sembol kültürüne sahip çıkmak, savunmak ve de bundan bir başarı öyküsü türetme iddiasında bulunmak, ciddi cesaret işiydi aslında…
Bilindiği üzere, tanınma ve farkındalık, hedef kitlede ikna ve davranış değişikliği sürecini tetiklemek için yeterli değildir. Öyle olsaydı bir zamanlar milletin ekranlara kilitlendiği yarışma ve eğlence programlarında boy gösteren Bayhan, ‘Biri Bizi Gözetliyor’dan sonradan intihar etmiş olan Ata Türk’ün annesi ‘ulusal kaynana’ Semra Hanım, ya da Ciguli, bu ülkeye Başbakan olurdu… Bu bir…
İkincisi; iletişim meseleleri reklamın güzeli - çirkini, iyisi – kötüsü, konuşulanı - konuşulmayanı ekseninde tartışılmaz. Esas olarak iletişim hedefine bakılır; yani kampanya ve sloganın Ekmeleddin Bey’e oy verilmesi konusunda ikna edici olup olmadığına, nihai işlevini yerine getirip getirmediğine…
Bu bağlamda “Oh, ne güzel herkes eleştiriyor, dalga geçiyor; o halde stratejimiz doğruymuş” şeklinde akıl yürütmeyi anlamamız, pek kolay olamamaktadır…
İletişimde uzmanlaşmak zor iş…
Bir süre önce yayınlanmış bir yazımız üzerine Sayın Ahmet Gülüm beyin göndermiş olduğu yanıtı ancak bugün yayınlayabiliyorum… Hatırlatmak için belirtelim; bizim vurgulamak istediğimiz mesele özetle şuydu: Pazarı belirleyen hizmet görenlerin, iletişim sektörünün zaafları yüzünden hizmet verenler için aynı sektörde birden fazla müşteriye servis vermelerine şiddetle karşı çıkarak uzmanlaşmayı engelledikleri hususuydu. Sayın Gülüm sanırız ilginç bir istisnadan söz ediyor. Katma değerini önemsediğimiz mektubunun tamamını aşağıya alıyorum…
“Sayın Ali Saydam,
Öncelikle yazılarınızı keyifle okuyan ve takip eden bir okurunuz olduğumu belirterek mektubuma başlamak isterim. Bundan bir kaç ay önce Marketing Türkiye dergisindeki köşenizde yazmış olduğunuz bir yazınızı okumuş ve çok üzülmüştüm. Size yazmak istedim; ancak konu ve içeriği dikkate aldığımda, bizim kurum olarak kendimizi yeterince anlatamamış ve iyi tanıtamamış olmamızdan kaynaklı olabilir düşüncesiyle vazgeçmiş, kitabımın yayınlanması sonrasına bırakma kararı almıştım.
Bahse konu yazınızda özetle; ülkemizde reklam endüstrisinin uzmanlaşmaya değer vermediğinden, bu anlamda uzmanlaşmış ajanslar kurma konusunda cesaret gösterilmediğinden bahsediyor, bugüne kadar böyle bir ajans kurmaya kimsenin cesaret edemediğini söylüyordunuz.
Oysa kuruluşumuz Sportsnet 2001 yılı gibi ülke ekonomisi adına son derece sorunlu bir dönem olan kriz yılında kurulmuş ve bütün odağını spor ve spor mecrasını kullanıp iletişim yapma arzusunda olan markalara hizmet verme cesareti göstermiş belki de yegâne kuruluştur. Türkiye'nin ilk ve tek spor odaklı reklam ajansı olarak kurulan şirketimiz bugüne kadar bu felsefesinden hiç sapmadan ülkemizde ‘Spor odaklı pazarlama iletişimi’ diye bir kavramın ortaya çıkarılmasına ve bu felsefe ile markalara birbirinden özgün fikirler üreterek 350 Milyon USD üzerinde bir kaynağın spor mecrası etrafında kullanımına katkıda bulundu.
Bünyesinde çalışan 100'ün üzerinde insan kaynağı ile etkinlik ajansı Ali Sports'u, Türkiye'nin ilk spor odaklı dijital ajansı V02'yu ve son olarak da kendi spor kanalı SportsTV’yi kurarak bir şirketler grubu oldu ve markalara dünyanın bu en güçlü iletişim platformunda hizmet vermeye devam ediyor. Vermiş olduğu hizmetlerin yanı sıra, işin teorisine katkıda bulunabilmek adına pazarlama iletişimi biliminin disiplinleri ile spor mecrası arasında teorik ilişkilendirme kurmaya çalışarak oluşturduğu felsefeyi ‘Bir Top Yeter’ isimli kitabıyla da sektöre aktarmaya çalıştı.
Bugün mektubumun ekinde yollamış olduğum ‘Panoda Yer Yok’ isimli kitabımda da, bu teorik yaklaşımın detaylarını küresel ölçekte yaşananlar ve kavramlarla açıklamaya çalışarak, spor endüstrisi lie pazarlama iletişiminin kesişmiş olduğu büyük alanda geleceğe dönük bir bakış açışı oluşturmaya çaba sarf ettim.
Samimiyetinize güvenerek kaleme aldığım mektubumda, bahsetmiş olduğunuz yaklaşımın ne denli önemli olduğuna ve ülkemiz pazarlama iletişimi sektörünün bu tür girişimlere olan ihtiyacına inancımı belirtmek ve bu anlamda hayata geçen girişimlerin nasıl sonuçlar verdiğini kısa da olsa betimlemek istedim.”uzmanlaşma
Ahmet Gülüm Bey’e kitabını yazım sürecinde başarılar diliyor ve bu çalışmasının iletişim disiplininin pratiğinde aynı sektörde rakip şirketlere hizmet vererek çok büyük bir ihtiyaç olarak karşımıza dikilen gecikmiş uzmanlaşmaya katkı sağlayacağına olan inancımı ifade ediyorum.
Spiritüel yaşam koçlarına neden dikkat etmeliyiz?
Dergimiz Marketing Türkiye’nin geçen sayısında istemeden bir arkadaşımızın kalbini kırmışım. ‘Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir?’ adlı kitabımızda pot kırma ya da aklımdakileri en iyi biçimde ifade edebilme arzusuyla göz ardı ettiğim bazı hassasiyetler nedeniyle çok bedel ödediğimizi ayrıntılarıyla ve ister istemez espriyle anlatmaya çalışmıştım.
“Size bir ‘Spiritüel Yaşam Koçu’ versem?..” başlıklı yazımızda PRoaktif İletişim’den gelen bir basın bültenine dikkat çekmiş ve bu bültenden kendisini tanımaya çalıştığımız ve internet kaynaklarında 24 yaşında olduğu yazan Gülnur Ünal Hanım’ın yaşına göre çok iddialı bulduğumuz unvanından başlayarak (Spiritüel Gelişim Danışmanı) herhangi bir otokontrolü bulunmayan sektörde bu konudaki aşırı ‘özgürlük ve cesarete’ dikkat çekmeye çalışmıştık. Doğrusu Gülnur Hanım’ın faaliyet alanı içinde belirtilen ve bize hayli ‘uçuk’ gelen şu başlıklar da, o yazıyı yazmamızın nedenlerinden olmuştu: “Aşk ve Bilinçaltı”, “Reiki ve Kuantum Terapi”, “Sağlık ve Bilinçaltı”, “Sezgiler”, “Cesaret”, “Korku”…
Gülnur Hanım’dan gelen mail’i, örnek bir üslup harikası olarak dikkatinize sunmak isterim:
“Sayın Ali Saydam,
Benim şahsım, çalışmalarım ve eğitimim hakkında kaleme aldığınız yazıyı okudum. Öncelikle bu zamana kadarki tecrübenizle hem kendi çevrenize hem de gençlere aktardığınız bilgileri her zaman yakından takip etmişimdir. Bu nedenle her “bilgili” insana olduğu gibi size de saygım çoktur.
Çok uzun yazıp kendimi savunma çabası içine girmeyeceğim. Söylemek istediğim 31 yaşındayım ve bu yaşıma kadar hiç boş vakit geçirmedim. Önemli olan yılları neyle doldurduğunuz ve nasıl yaşadığınızdır. Bu zamana kadar insanların hayatlarına bir damla olumlu katkıda bulunabiliyorsak hepimize ne mutlu.
Saygı ve sevgilerimle
Gülnur Ünal
Spiritüel Gelişim Danışmanı”
Ben de kendisine özürlerimi şöyle ifade ettim:
Gülnur Hanım,
E-mail cevabınız için teşekkürler. Yaşınız ile ilgili maddi hata için özür dilerim. Ancak keşke internet ortamındaki sizinle ilgili bilgileri düzeltseydiniz. Yine de istemeyerek vesile olduğum hatayı ilk fırsatta düzeltmeye çalışacağım.
Benim değerlendirmem sizin şahsınızdan çok basın bültenindeki 'ses tonu' ile ilgiliydi.
Başarılarınızın devamını dilerim.”
Benzer bir açıklamayı da PRoaktif İletişim’den Sayın Taşdemir’e gönderdim.
Her şey benim ön yargımdan kaynaklanmış olmalı. ‘Yaşam Koçu’ deyince aklıma 24 yaşında –hatta 31 yaşında- biri değil, durmuş oturmuş, yaşını başını almış, saçlarını değirmende ağırtmamış, ‘bilge bir’ olgunluk geliyor herhalde…