“Psikiyatrinin kör noktası”…
15 Mayıs 2011 - Marketing Turkiye
Pek çok yol alınmış, pek çok marka sorunu çoktan çözmüş olmasına rağmen, iletişimde en sık karşılaştığımız tartışmadır: Evrensel doğrular var mıdır?
Buna bağlı olarak; markaların (Kurum ya da kişilerin) iletişim stratejileri ve uygulamaları evrensel olarak düzenlenebilir ve yönetilebilir mi?
Önce şu ABD halkının deliler gibi sevindiği, çok memnun olduğu Bin Ladin olayı ile ilgili Türkiye’de halkın ne düşündüğüne bir göz atmakta yarar var.
Psikiyatrist Dr. Cemal Dindar, “10 bin yıllık Anadolu Ruhsallığı” adı çalışmasında bakın ne demiş:
“Yeryüzünün her milibahrisinde ve nerede insan varsa orada, ortak paydalarımız ayrılıklarımızdan fazladır ve bu metinde sözü edilen özgünlükler, bu ortak paydayı eksiltmez, zenginleştirir. Karşı çıktığım, ne Batı’nın uygarlık birikimi, ne de bu ortak paydadır... Karşı çıktığım; Batılı bilim adamlarının, beyaz, erkek, 175 cm boyunda ve 72 kg ağırlığındaki Batılı ‘ortalama’ insanla yaptıkları çalışmalardan elde edilen bilgilerin, tartışılmaz evrensel doğrularmış gibi, üstelik insanın ruhsallığına uygulanması, hastane koridorlarına taşınmasıdır. Bu, psikiyatrinin kör noktasıdır.”
Yedi ölümcül günah (Kibir, Cimrilik, Şehvet, Kıskançlık, Açgözlülük, Öfke, Tembellik) gibi, semavi dinlerin buyurduğu erdemler gibi, çocuk sevgisi ya da aşkın üç türü gibi, olumlu duygular dışında evrensel geçerliliği olan çeşitli ‘veçheler’ (yönler) bulmak kolay değildir…
Bu nedenle Bin Ladin öldürüldüğünde sevinen Amerikalıları ‘anlamış’ olmama rağmen bizimkilerin arasında aynı sevinci gösterenlerin gerekçesini bir türlü kavrayamamıştım. Olayın hemen ertesinde 4 Mayıs’ta yazdığımız bir yazıda demişiz ki:
“Ben ne hikmetse şu Bin Ladin’in yok edilme tarzına bir türlü herkes gibi doya doya sevinemedim… Bir şeyler eksik sanki… ABD’nin elini kolunu sallaya sallaya Pakistan içlerine dalıp bir başka(!) ‘yasa dışı şiddet’ uygulaması örneği sergilemesi mi; Hıristiyan Batı’nın Müslüman Doğu ile hiçbir meselesinin olmadığını açıklamasına bir türlü inanasımın gelmeyişi mi; yoksa ABD’nin Afganistan’da, Irak’ta ve diğer işgal ettiği ülkelerde ne aradığını bir türlü kafamda uluslararası hukukun herhangi bir zeminine oturtamayışım mı; nedenini bilemiyorum…
Ancak İslam âleminin tüm dünyada itibar kaybına uğramasına neden olmasıyla, masum insanların hayatına kastetmesiyle her türlü nefreti hak eden Bin Ladin’in ‘imha’ ediliş biçimi, bir şekilde rahatsız etti beni… Biz Abdullah Öcalan’ı böyle imha etseydik, Batı bizim ensemizde nasıl boza pişirirdi acaba?... Belki biraz da o yüzden…”
Evrensel – Lokal tartışmasında belki en sağlıklı çıkış yolu, Dr. Dindar’ın satırlarının arasında gizli olabilir…
Laf çok sonuç yok…
Kendi kendinize kaldığınızda şu soruyu sorduğunuz oluyor mu: En eski neyi hatırlıyorum?..
Ben mesela 3 yaşımdaki halimi hatırlıyorum… Feneryolu’nda Gazi Muhtar Paşa Korusu’nun tam karşısına gelen köşkü… Kocaman bahçesini... Daha ileride yakın dost olacağımız Saint Joseph’li iki oğlu ile köşkün sahibesi zarif hanımefendi, gözümün önünden gitmez. Eşi 1941 yılında Vichy Fransası'na ait bir denizaltı tarafından Kıbrıs açıklarında yanlışlıkla torpillenip batırılmış olan Ferah gemisinde şehit olmuş bir subaydı. Genç yaşında dul kalmıştı.. Köşkün bahçesindeki ahır da hafızamdadır. Ahırdaki eşek ve onu akşamları koşturan görevli, zaman zaman bize gelen Urfalı aşiret üyesi akrabalar, Antep’ten yaz tatillerine gelen Mağfure halam ve Halil Eniştem ve tabii ki bir de babamın bizim eve gelip giden dostları… Üç yaşımın belirgin resimleri… Ne kadar da çok şey hatırlarmışım…
Babamın arkadaşlarıyla sohbetlerinin odağında o zaman da aynı belirgin başlıklar vardı sanki: Kendilerin “enflasyon muhabbeti” dedikleri konular… “Biz eskiden bir liraya pazardan bir küfe yiyecek doldurur gelirdik”… Bir de tabii ki basın özgürlüğü…
Yani kendimi bildim bileli basının özgür olmadığından şikâyet edildi ve Gazi Mustafa Kemal’in 1924’de ifade ettiği çerçevede mesele ele alındı. En azından bizim evde:
“Basının tam ve geniş hürriyeti iyi kullanması ne derece nazik bir vaziyet olduğunu da beyana lüzum görmem. Her türlü kanunî kayıtlardan ziyade bir kalem sahibinin ilme, ihtiyaca ve kendi siyasî telâkkilerine olduğu kadar vatandaşların hukukuna ve memleketin her türlü hususî telâkkilerin üstünde olan, yüksek menfaatlerine de dikkat ve hürmet etmek manevî mecburiyeti, asıl bu mecburiyettir ki, umumi düzeni temin edebilir. Ancak, bu yolda yanılma ve kusur olsa bile bu kusuru düzeltecek tesirli vasıta, asla mâzide sanıldığı gibi basını kayıtlar altına alan rabıtalar değildir. Bilâkis basın hürriyetinden doğacak mahzurların izale vasıtası da, yine bizzat basın hürriyetidir.”
Bizim evde durum öyleydi de Türkiye’de nasıldı? Basın özgürlüğü Türkiye’de ne kadar konuşuluyordu? Az mı, çok mu? Yeterince mi?
Bu sorunun cevabını merak edenler için MTM Medya Takip Merkezi bir medya araştırması yapmış. Çıkan sonuç diyor ki, 2 bine yakın gazete, dergi, TV kanalı ve haber sitesinin takipçileri 2006 yılından beri basın özgürlüğüyle ilgili toplam 304 bin 718 haber okumuş. Aynı dönem içinde köşe yazarları da basın özgürlüğü konusunu 24 bin 376 kez kaleme almışlar.
Diğer yandan konunun gündemi bu kadar meşgul etmesi çözüm yolunda adımlar atıldığı anlamına da gelmiyor. En azından uluslararası platformlarda Türkiye’nin basın özgürlüğü konusundaki algısı pek de olumlu gözükmüyor.
3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü kutlamaları çerçevesinde, Washington'da düzenlenen konferansta Freedom House’un (merkezi ABD'de bulunan insan hakları ve özgürlükleri izleme örgütü) açıkladığı “2011 Basın Özgürlükleri Raporu” sonuçlarında 196 ülke değerlendirilmiş ve Türkiye 54 puan almış.
Rapora baktım. Puanlama sisteminde 0 ‘en iyi’, 100 ise ‘en kötü’yü ifade ediyor. Türkiye aldığı 112'nci sırada, "Yarı özgür" ülkeler kategorisinde kalıyor. Rapora göre değerlendirmeye tabi tutulan ülkelerin yalnızca yüzde 35’i "Özgür" ülke kategorisine girebilirken yüzde 33’ü "Yarı özgür", ve yüzde 32’si "Özgür olmayan" ülkeler olarak niteleniyor.
Bu türden Batı kaynaklı raporları küçümseyerek ya da kulağımızın üzerine yatarak bir yere varmak mümkün değil. Türkiye’nin yabancı ülkelerdeki algısının ve marka değerinin yönetilmesi amacıyla geçen yıl kurulmuş olan Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü olaya “Bunlar Türkiye düşmanlığı yapıyor; bizde aslında basın aslanlar gibi özgür!” gibi veciz akıl yürütmelerle bakamaz. Bakmayacaktır… O hızla kendi görevini yapmaya hazırlanıyor…
Benim daha çok üstünde durulmasının gerektiğine inandığım husus, basın özgürlüğüne basının sahip çıkması ve bu konuda etkili olma çabasıyla ilgili olarak durumun ne olduğu...
“Ağlamayan çocuğa mama yok” diyerek meseleye bakılacak olursa, basının daha çok ‘konuşmayı’ tercih ettiğini söyleyebiliriz. Çok ancak boş ve etkisiz ‘konuşmayı’… En azından rakamlar öyle diyor…
Herkes sadece bildiği işi mi yapmalı?
Dergi yayınlanmadan bir hafta önce, 8 Mayıs Pazar günü Showmax’de bir magazin programına gözüm takıldı. Takılma nedenim Beyaz… Yani Beyazıt Öztürk… Programın adı “Paletin Rengi”… Beyaz’ı hem özel dostluğumuzda çok severim, hem de yaptığı işlere popüler kültür adına müthiş saygı duyarım, başarılarını takdirle izlerim. Bu yüzden, ekranda röportaj verdiğini görüp de bakmamam pek olası değildir.
Takıldığım yerde bir muhabir, Kıbrıs’taki gösterisinden görüntülere geçmeden önce Beyazıt Öztürk’le söyleşiyor… Muhabbetin bir yerinde Beyazıt diyor ki:
“Herkes bildiğin işi yapsın…”
İşte bence zurnanın zırt dediği yerlerden biri de bu…
İlk bakışta Beyaz çok haklı… Söylediği doğru mu? Doğru… İslami inançta bile karşılığı var… Her şey tamam da bir şey eksik…
Nedir o?
Olaya kapitalizmin en sofistike ürünü olan ‘marka’ mimarisinden bakış ve de tabii ki kapitalizmin bizatihi kendisinin oyun kurallarını çizdiği çerçeve…
Hemen soralım. Bir sürü bireysel marka odaklı ürün var. Jennifer Lopez kimyager ya da koku uzmanı mı, J.Lo diye parfüm çıkarmış… Ya David Beckham? O da uzman parfümerici, “Instinct After Dark by David Beckham Eau de Toilette” son derece başarılı olmuş… Roger Federer de herhalde tekstil perakende işini biliyor. Son derece şık spor giyim tasarımları ile yıkıyor ortalığı… Gelirini vakfına bırakıyormuş bu arada…
Listeye onlarca başarılı örnek eklemek mümkün. Tabii Türkiye’den de onlarca başarısız örnek…
Bireysel marka yönetimini beceremeyecekseniz, o zaman Beyaz’ın dediği gibi bir ‘maceraya’ (çünkü o zaman yapacağınız iş macera olacaktır) hiç kalkışmadan sadece kendi bildiğiniz iş yapmanız en sağlıklısıdır. Aksi takdirde sizin de alın terinizle kazandığınız serveti sermaye mezarlığına gömmeniz an meselesidir…
Yani çözüm, ya marka olup risk almak, ya da kendi yağınla kavrulup kalmak. En kötüsü iki arada bir derede durmak…
Buna bağlı olarak; markaların (Kurum ya da kişilerin) iletişim stratejileri ve uygulamaları evrensel olarak düzenlenebilir ve yönetilebilir mi?
Önce şu ABD halkının deliler gibi sevindiği, çok memnun olduğu Bin Ladin olayı ile ilgili Türkiye’de halkın ne düşündüğüne bir göz atmakta yarar var.
- MetroPOLL araştırma şirketinin, 7 Mayıs günü yayınladığı araştırma sonuçları şöyle:
- 11 Eylül Saldırıları’nın Bin Ladin’in emriyle yapılmış olduğunu düşünenler: 25,2
- “Bu saldırıları Bin Ladin yapmamıştır, Amerika’nın komplosudur” diyenler: 49,5
- “Silahsız yakalanan Usame Bin Ladin'in öldürülmesini nasıl karşıladınız?” sorusunu “Doğru bulmadım” diye yanıtlayanlar: %61,7
- “Bin Ladin operasyonla öldürülmek yerine yargılanmalıydı” diyenler: %78,3
- “Usame Bin Ladin’in İslam dünyasını temsil ettiğini düşünüyor musunuz?” sorusuna “Hayır!” diye yanıt verenlerin oranı: %78
- “Bin Ladin'in öldürülmesi, terör eylemlerini azaltacak mı, yoksa artıracak mı?” şeklindeki sorunun yanıtında da Türkler çok net. “Artıracaktır” yanıtını verenlerin oranı: %71,1
Psikiyatrist Dr. Cemal Dindar, “10 bin yıllık Anadolu Ruhsallığı” adı çalışmasında bakın ne demiş:
“Yeryüzünün her milibahrisinde ve nerede insan varsa orada, ortak paydalarımız ayrılıklarımızdan fazladır ve bu metinde sözü edilen özgünlükler, bu ortak paydayı eksiltmez, zenginleştirir. Karşı çıktığım, ne Batı’nın uygarlık birikimi, ne de bu ortak paydadır... Karşı çıktığım; Batılı bilim adamlarının, beyaz, erkek, 175 cm boyunda ve 72 kg ağırlığındaki Batılı ‘ortalama’ insanla yaptıkları çalışmalardan elde edilen bilgilerin, tartışılmaz evrensel doğrularmış gibi, üstelik insanın ruhsallığına uygulanması, hastane koridorlarına taşınmasıdır. Bu, psikiyatrinin kör noktasıdır.”
Yedi ölümcül günah (Kibir, Cimrilik, Şehvet, Kıskançlık, Açgözlülük, Öfke, Tembellik) gibi, semavi dinlerin buyurduğu erdemler gibi, çocuk sevgisi ya da aşkın üç türü gibi, olumlu duygular dışında evrensel geçerliliği olan çeşitli ‘veçheler’ (yönler) bulmak kolay değildir…
Bu nedenle Bin Ladin öldürüldüğünde sevinen Amerikalıları ‘anlamış’ olmama rağmen bizimkilerin arasında aynı sevinci gösterenlerin gerekçesini bir türlü kavrayamamıştım. Olayın hemen ertesinde 4 Mayıs’ta yazdığımız bir yazıda demişiz ki:
“Ben ne hikmetse şu Bin Ladin’in yok edilme tarzına bir türlü herkes gibi doya doya sevinemedim… Bir şeyler eksik sanki… ABD’nin elini kolunu sallaya sallaya Pakistan içlerine dalıp bir başka(!) ‘yasa dışı şiddet’ uygulaması örneği sergilemesi mi; Hıristiyan Batı’nın Müslüman Doğu ile hiçbir meselesinin olmadığını açıklamasına bir türlü inanasımın gelmeyişi mi; yoksa ABD’nin Afganistan’da, Irak’ta ve diğer işgal ettiği ülkelerde ne aradığını bir türlü kafamda uluslararası hukukun herhangi bir zeminine oturtamayışım mı; nedenini bilemiyorum…
Ancak İslam âleminin tüm dünyada itibar kaybına uğramasına neden olmasıyla, masum insanların hayatına kastetmesiyle her türlü nefreti hak eden Bin Ladin’in ‘imha’ ediliş biçimi, bir şekilde rahatsız etti beni… Biz Abdullah Öcalan’ı böyle imha etseydik, Batı bizim ensemizde nasıl boza pişirirdi acaba?... Belki biraz da o yüzden…”
Evrensel – Lokal tartışmasında belki en sağlıklı çıkış yolu, Dr. Dindar’ın satırlarının arasında gizli olabilir…
Laf çok sonuç yok…
Kendi kendinize kaldığınızda şu soruyu sorduğunuz oluyor mu: En eski neyi hatırlıyorum?..
Ben mesela 3 yaşımdaki halimi hatırlıyorum… Feneryolu’nda Gazi Muhtar Paşa Korusu’nun tam karşısına gelen köşkü… Kocaman bahçesini... Daha ileride yakın dost olacağımız Saint Joseph’li iki oğlu ile köşkün sahibesi zarif hanımefendi, gözümün önünden gitmez. Eşi 1941 yılında Vichy Fransası'na ait bir denizaltı tarafından Kıbrıs açıklarında yanlışlıkla torpillenip batırılmış olan Ferah gemisinde şehit olmuş bir subaydı. Genç yaşında dul kalmıştı.. Köşkün bahçesindeki ahır da hafızamdadır. Ahırdaki eşek ve onu akşamları koşturan görevli, zaman zaman bize gelen Urfalı aşiret üyesi akrabalar, Antep’ten yaz tatillerine gelen Mağfure halam ve Halil Eniştem ve tabii ki bir de babamın bizim eve gelip giden dostları… Üç yaşımın belirgin resimleri… Ne kadar da çok şey hatırlarmışım…
Babamın arkadaşlarıyla sohbetlerinin odağında o zaman da aynı belirgin başlıklar vardı sanki: Kendilerin “enflasyon muhabbeti” dedikleri konular… “Biz eskiden bir liraya pazardan bir küfe yiyecek doldurur gelirdik”… Bir de tabii ki basın özgürlüğü…
Yani kendimi bildim bileli basının özgür olmadığından şikâyet edildi ve Gazi Mustafa Kemal’in 1924’de ifade ettiği çerçevede mesele ele alındı. En azından bizim evde:
“Basının tam ve geniş hürriyeti iyi kullanması ne derece nazik bir vaziyet olduğunu da beyana lüzum görmem. Her türlü kanunî kayıtlardan ziyade bir kalem sahibinin ilme, ihtiyaca ve kendi siyasî telâkkilerine olduğu kadar vatandaşların hukukuna ve memleketin her türlü hususî telâkkilerin üstünde olan, yüksek menfaatlerine de dikkat ve hürmet etmek manevî mecburiyeti, asıl bu mecburiyettir ki, umumi düzeni temin edebilir. Ancak, bu yolda yanılma ve kusur olsa bile bu kusuru düzeltecek tesirli vasıta, asla mâzide sanıldığı gibi basını kayıtlar altına alan rabıtalar değildir. Bilâkis basın hürriyetinden doğacak mahzurların izale vasıtası da, yine bizzat basın hürriyetidir.”
Bizim evde durum öyleydi de Türkiye’de nasıldı? Basın özgürlüğü Türkiye’de ne kadar konuşuluyordu? Az mı, çok mu? Yeterince mi?
Bu sorunun cevabını merak edenler için MTM Medya Takip Merkezi bir medya araştırması yapmış. Çıkan sonuç diyor ki, 2 bine yakın gazete, dergi, TV kanalı ve haber sitesinin takipçileri 2006 yılından beri basın özgürlüğüyle ilgili toplam 304 bin 718 haber okumuş. Aynı dönem içinde köşe yazarları da basın özgürlüğü konusunu 24 bin 376 kez kaleme almışlar.
Diğer yandan konunun gündemi bu kadar meşgul etmesi çözüm yolunda adımlar atıldığı anlamına da gelmiyor. En azından uluslararası platformlarda Türkiye’nin basın özgürlüğü konusundaki algısı pek de olumlu gözükmüyor.
3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü kutlamaları çerçevesinde, Washington'da düzenlenen konferansta Freedom House’un (merkezi ABD'de bulunan insan hakları ve özgürlükleri izleme örgütü) açıkladığı “2011 Basın Özgürlükleri Raporu” sonuçlarında 196 ülke değerlendirilmiş ve Türkiye 54 puan almış.
Rapora baktım. Puanlama sisteminde 0 ‘en iyi’, 100 ise ‘en kötü’yü ifade ediyor. Türkiye aldığı 112'nci sırada, "Yarı özgür" ülkeler kategorisinde kalıyor. Rapora göre değerlendirmeye tabi tutulan ülkelerin yalnızca yüzde 35’i "Özgür" ülke kategorisine girebilirken yüzde 33’ü "Yarı özgür", ve yüzde 32’si "Özgür olmayan" ülkeler olarak niteleniyor.
Bu türden Batı kaynaklı raporları küçümseyerek ya da kulağımızın üzerine yatarak bir yere varmak mümkün değil. Türkiye’nin yabancı ülkelerdeki algısının ve marka değerinin yönetilmesi amacıyla geçen yıl kurulmuş olan Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü olaya “Bunlar Türkiye düşmanlığı yapıyor; bizde aslında basın aslanlar gibi özgür!” gibi veciz akıl yürütmelerle bakamaz. Bakmayacaktır… O hızla kendi görevini yapmaya hazırlanıyor…
Benim daha çok üstünde durulmasının gerektiğine inandığım husus, basın özgürlüğüne basının sahip çıkması ve bu konuda etkili olma çabasıyla ilgili olarak durumun ne olduğu...
“Ağlamayan çocuğa mama yok” diyerek meseleye bakılacak olursa, basının daha çok ‘konuşmayı’ tercih ettiğini söyleyebiliriz. Çok ancak boş ve etkisiz ‘konuşmayı’… En azından rakamlar öyle diyor…
Herkes sadece bildiği işi mi yapmalı?
Dergi yayınlanmadan bir hafta önce, 8 Mayıs Pazar günü Showmax’de bir magazin programına gözüm takıldı. Takılma nedenim Beyaz… Yani Beyazıt Öztürk… Programın adı “Paletin Rengi”… Beyaz’ı hem özel dostluğumuzda çok severim, hem de yaptığı işlere popüler kültür adına müthiş saygı duyarım, başarılarını takdirle izlerim. Bu yüzden, ekranda röportaj verdiğini görüp de bakmamam pek olası değildir.
Takıldığım yerde bir muhabir, Kıbrıs’taki gösterisinden görüntülere geçmeden önce Beyazıt Öztürk’le söyleşiyor… Muhabbetin bir yerinde Beyazıt diyor ki:
“Herkes bildiğin işi yapsın…”
İşte bence zurnanın zırt dediği yerlerden biri de bu…
İlk bakışta Beyaz çok haklı… Söylediği doğru mu? Doğru… İslami inançta bile karşılığı var… Her şey tamam da bir şey eksik…
Nedir o?
Olaya kapitalizmin en sofistike ürünü olan ‘marka’ mimarisinden bakış ve de tabii ki kapitalizmin bizatihi kendisinin oyun kurallarını çizdiği çerçeve…
Hemen soralım. Bir sürü bireysel marka odaklı ürün var. Jennifer Lopez kimyager ya da koku uzmanı mı, J.Lo diye parfüm çıkarmış… Ya David Beckham? O da uzman parfümerici, “Instinct After Dark by David Beckham Eau de Toilette” son derece başarılı olmuş… Roger Federer de herhalde tekstil perakende işini biliyor. Son derece şık spor giyim tasarımları ile yıkıyor ortalığı… Gelirini vakfına bırakıyormuş bu arada…
Listeye onlarca başarılı örnek eklemek mümkün. Tabii Türkiye’den de onlarca başarısız örnek…
Bireysel marka yönetimini beceremeyecekseniz, o zaman Beyaz’ın dediği gibi bir ‘maceraya’ (çünkü o zaman yapacağınız iş macera olacaktır) hiç kalkışmadan sadece kendi bildiğiniz iş yapmanız en sağlıklısıdır. Aksi takdirde sizin de alın terinizle kazandığınız serveti sermaye mezarlığına gömmeniz an meselesidir…
Yani çözüm, ya marka olup risk almak, ya da kendi yağınla kavrulup kalmak. En kötüsü iki arada bir derede durmak…