“Sancı”yı anlamadan “hizmetçi” olunmaz...
15 MAYIS 2013
Hitler ve Goebbels merakımı bilen Alman meslektaşım Christian Langer bir gelişinde bana Alman TV’si ZDF’nin 1990’larda yayınladığı muhteşem bir Hitler belgeseli DVD’si getirdi. Bugünden bakıldığından ‘çılgın’, ‘ruh hastası’, ‘sosyopat’ ‘kadın düşmanı’ (ilk iki sevgilisi intihar etmiş), ‘faşist cani’ gibi sıfatlarla anılan, yeteneksizliği yüzünden akademiye alınmamış, askeri olarak sıfır numara cahil bir erbaşın, nasıl olup da aralarında ‘ağır’ entelektüellerin de bulunduğu milyonlarca Almanı etkileyip akıl almaz hedefler doğrultusunda muma çevirebildiği hep dikkatimi çekmiştir.
O belgeselde özellikle vurgulanan bir husus vardı. Hitler çocukluk yıllarından beri ne zaman çuvallasa, kabahati hep başkalarında ararmış. Hep başkalarını cezalandırarak rahatlarmış…
Etkisi altında büyülenen milyonlarca Alman’a pek tanıdık gelmiş olmalı bu, hatayı ya da suçu başkalarında arama özelliği, diye düşünürüm. O, aramakla yetinmeyip cezalandıran ve adaletin yerini bulduğu zannıyla da kendini kandıranlar tarafından takdir edilen bir lider olmuş. Hitler’i bu özelliğiyle eleştirirken biz sütten çıkmış ak kaşık mıyız dersiniz?
İş, siyaset, eğitim ya da şu anda aklımıza gelmeyen herhangi bir alanda, ister bireysel ister kurumsal bir girişimin, atağın, başarısızlıkla sonuçlandığı hallerde biz ne yapıyoruz peki? Örneğin ‘Neden?’ sorusunun samimi yanıtını alma konusunda ısrarlı mı oluruz; yoksa biz zaten her daim haklı ve mağdur muyuz? Sorunun yanıtı basittir. Her zaman olaya taş koyan ya kötü kalpli kurumsal iletişim direktörüdür ya da bizi anlamayan reklam veren…
Peki, bize “Kusura bakmayın, kaybettiniz” diyen kişi ya da kurum sözcüsünün, ‘yenilgiyi’ öğrendikten sonra arayı soğutmadan “Sizi ikna edemeyişimizin nedenlerini bizzat sizden öğrenmek istiyoruz” diye kapısını çalıyor muyuz?
Yanıt yine basit: Hayır.
Çünkü sorgulayıcı bir iş kültürümüz yok. Çünkü o kadar kibirliyiz ki… Hizmet satan herkes ‘hizmetçidir’. Hizmetçilik de ne kibir kaldırır, ne gurur…
Gururumuz, neden kaybettiğimizi bilirsek bir sonraki denemede kazanma şansımızın artabileceğimizi aklımıza getirmemizi engelliyor.
“Yönetim Kurulu Üyesinin El Kitabı” ve “Yönetim Kurulu Başkanının El Kitabı” adlı kitapların yazarı M. Sait Gözüm üstadın “Büyüme”ye dair verdiği Bersay Seminerleri dizisinde sözünü ettiği, kilit nokta konumundaki ‘sancı’ meselesini anlamak, hayata dair nasıl da muhteşem bir ipucu aslında.
Ne diyordu Sait Gözüm?..
İkna etmeniz gerekenleri aklınızdan geçirin... Siyasetçi iseniz halk, iş başvurusu yapıyorsanız görüştüğünüz makam, konkura katılmışsanız sunum yaptığınız heyet, bir ürün tasarlıyorsanız alıcısı olacak hedef kitle... İstediğiniz kadar çoğaltın size kulak verenleri ya da verecek olanları...
Eğer hitap ettiğiniz kişi ya da makam ya da kitlelerin; kısacası muhatabınızın ‘sancı’sını bilmiyor, anlamıyor ve kendinizi o ‘sancı’ bağlamında onun yerine koyamıyorsanız işiniz bitik demektir. Çünkü bu konuda bilgisizliğiniz, bu nedenle anlayamamanız, sizden beklenen vaadi yerine getirebilecek, sancıyı, problemi çözebilecek potansiyele de sahip olmadığınız anlamına gelir…
Sadece bu cümleyi bile sindirebilmek aslında ‘Hizmet sektöründe’ başarıyı getirebilir. Tabiî her başarısızlıkta topu dışarı atma refleksinden kurtulabilirsek…
Diğer yandan tüm kaybedenlerin ve belki de tüm ‘tutunamayanlar’ın, ‘Beni anlamıyorlar’ diyerek zamanla kendi içine kapandıklarını düşünecek olursanız (Adolf Hitler de aynısını yapıyormuş), bu yalıtılmışlık sürecinde o güçlü hassasiyetin, nasıl olup da muhataplarının sancısına kayıtsız kalabildiğini sorgulamakta da yarar var.
Muhatabımızın ‘sancısını’ hissedemiyorsak iletişimsizliğe mahkumuz demektir. Kaybediyorsak, nedenini araştırmak ve öncelikle kendi sancımızın şiddetini ölçmek bize şu şansı getirebilir: Yenilgimizin nedenini muhatabımızdan dinleyebiliyorsak, tedavi olabilme ve sonrasında muhatabımızın sancısını iyileştirebilme vaadini gerçek kılma ihtimalimiz artar.
Sağlıklı iletişim iyileştirir. ‘Sancıyı’ anlayabildiğiniz müddetçe...
1 Mayıs’ı resmi tatil ilan ettiği halde beklediği haklı takdiri göremeyen iktidarın, Taksim’e çıkmak isteyen işçilerin, eşiyle aynı şehirde öğretmenlik yapmak isteyen eğitimcinin, iktidar yolunu bir türlü bulamayan CHP’nin, Başbakan’dan randevu almakta zorlanan iş adamlarının, iş hedeflerini tutturamayan yöneticilerin... Bu listeyi tamamlamaya çalışırsak derginin tüm sayfalarını doldurmak gerekebilir. Hepsinin sancısından söz etmek mümkün... Dairenin merkezine doğru çekildiğimizde ailemize, eşe, sevgiliye, arkadaşlarımıza, bireye doğru yaklaşarak ‘sancı’ merceğinden bakmaya çalışırsak neler görürüz kim bilir.
İletişimin gücü ya da güçsüzlüğü, sancılarımıza dokunabilme cesaretiyle ‘yakından’ değil, ‘birebir’ ilgilidir.
Shopping Fest’e destek mantıklıdır 4 Mayıs’taki köşesinde Vahap Munyar “TRT, Shopping Fest’i tanıtır mı?” başlıklı yazısında, tanık olduğu bir diyalogtan söz etmiş. İstanbul’daki Shopping Fest’in İcra Kuurlu Başkanı Vahap Küçük (LCWaikiki) ile projede birlikte çalıştıkları Hüseyin Doğan Bey (Ramsey) TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’e sormuşlar: “Shopping Fest’in tanıtım filmini TRT’de göstererek bize destek verir misiniz?” “RTÜK izin vermeyebilir” demiş Şahin, “Onlarla yazışalım. Onlar itiraz etmezse yayınlarız”… Küçük – Doğan ikilisi çözüm için direnmişler: “Markaların hiç görünmediği bir film hazırladık. Onun yayınlanması da bize yeter. Belki kamu spotu kapsamında değerlendirilebilir”… İbrahim Şahin kesin söz vermeden topu orta sahada dolaştırmış: “Elimden geleni yaparım!..” Bu diyalog bana bir ara Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nu tüm dünyaya canlı yayınlayan TRT’nin, sporcuların üstünü başını mozaiklemesini çağrıştırdı. Utanç verici bir tabloydu. Neredeyse triko ve şortlarının her santimetre karesi firmalarca parsellenmiş olan bisikletçilere sponsor olan firmalar, markaları iki saniye gözüksün diye bu desteği veriyorlardı. Bisiklet yarışları, Formula 1 başta olmak üzere tüm sponsor dallarının temel gelir kaynağı idi sponsorlar. Bunları mozaiklemek, sponsorluğu ve dolayısıyla o sponsorlukla yaşayan spor dallarını öldürmek demekti. Markalar görünürse iki ürün fazla satarlar, haksız rekabet olur, o sponsorluklardan ben RTÜK olarak yüzde almadım, gibi akıl almaz mantıklarla bu mozaikleme tuhaflığını yaşayıp duruyorduk. Allah’tan sonra birileri uyandı. Dediler ki, o zaman futbolcuların da göğüslerini, şortlarının yanlarını, kollarını mozaikleyin… Vazgeçtiler… TRT ve tabii ki diğer kanallar, ülkenin sahil kesimlerinin güzelliklerini ortaya koyan bisiklet turu gibi İstanbul ve Ankara’da başarıyla düzenlenen ve ülkenin en önemli sektörlerinden biri olan perakendenin canlanmasını, yabancı müşterileri çekmesini sağlayan alışveriş festivallerinin tanıtım filmlerini sadece göstermekle kalmamalı, kent markalarına büyük katma değer getiren bu organizasyonlara destek veren tüm markaları ‘bilhassa’ göstermelidir… Tabii kendi ayaklarına ateş etmek istemiyorlarsa… Bu markaları göstermek, ‘iş’in canlanmasını sağlar, o da rekabeti ve reklam gelirlerinin artmasını beraberinde getirir. Tersi de aynı sürecin tersine çalışmasına hizmet eder… Aslında bu kadar basit… Avkıran’larla ‘Sabahlar Olmasın’! İstanbul, mekân bazında eğlence kültürü açısından ciddi sıkıntı yaşanan bir kent. En azından burjuva (ya da küçük burjuvazinin üst kesimi) kültürü bağlamında hafta sonu bir akşam gidip müzik dinleyip eş dost keyfini çıkaracağınız eğlenceli bir ortam bulmak ne kadar zor. Erol Evgin bu boşluğu dolduruyordu. Plaza otelinin tepesindeki mekânın Cuma, Cumartesi geceleri tıka basa dolu olması, bir ihtiyaca işaret ediyordu. Bir iki sanatçı daha denedi bu olayı. Ancak tutmadı bir türlü. Bence üç eksikten: “1. İçerik… 2. İstikrar ve sebat… 3. Tanıtım…” Şu sıra tiyatro dünyasının iki başarılı yıldızı Övül ve Mustafa Avkıran çifti yepyeni bir konseptle işlettikleri Garaj İstanbul’a mükemmel bir kabare denemesi yapıyorlar… Mustafa Avkıran bir ses ustası değil. Ancak bütün samimiyeti ve tutarlı kurgusu ile öyle güzel söylüyor ve anlatıyor ki… “Sabahlar Olmasın!” adını verdiği şovu bitmesin istiyor insan. Bir de bizim gittiğimiz gece olduğu gibi Yeşim Salkım, Erhan Yazıcıoğlu türü belli bir kaliteyi tutturan starlar sahne alıp geceyi bütünledi mi, farklı ve İstanbul’un, bu derginin de okurunu içine alan kesimine hitap eden eğlence kültürüne ayrı zenginlik katılıyor. ‘Sabahlar Olmasın’ın bir sonraki gösterisi 17 Mayıs’taymış… Seversiniz… Chanel 5, marka kültürünün kokusudur Anneannem kullanırdı… Annem de… Şimdi de eşim kullanıyor… Haberi duyunca iki kere heyecanlandım doğrusu. Paris’te Palais de Tokyo’da, ‘ikon’ gibi algılanan parfüm Chanel 5 sergisi açmış. Chanel 5 tarihini anlatıyormuş. Projein adı, “Chanel Kültürü”… Haziran ayına kadar açık kalacak sergide, markanın yaratıcısı Coco Chanel’in kişisel arşivinden parçalar da varmış. Bunların arasında Pablo Picasso, Dali, Warhol gibi ünlü ressamların eserlerinin yanısıra Fransız yazarlar ve Rus müzisyenlerin eserleri de yer alıyormuş. Marilyn Monroe gibi birçok film starının reklam filmlerinde oynadığı parfüm, 1921 yılında Gabrielle Chanel tarafından ortaya çıkarılmış. Sonraki yıllarda Chanel’in, Salvador Dali, Andy Warhol gibi yakın sanatçı dostlarının çizimleri Chanel 5’in şişesini süslemiş. Hatırlanacağı üzere son olarak da Brad Pitt bu parfümün reklam yüzü olmuştu. Biz Türkiye’de 50’inci 80’inci yıllarını kutlayan pek çok şirketin patron ve yöneticilerine ‘kültürel miras’ (Heritage) meselesi ve itibara onun da satışa katkısını anlatana kadar kırk takla atıyoruz. O nedenle Chanel sergi ve kutlaması, kalıcılık ve sürdürülebilirlik meselesine biraz önem verenler için incelenmesi, analiz edilmesi gereken ideal bir ‘vaka’ olabilir…
O belgeselde özellikle vurgulanan bir husus vardı. Hitler çocukluk yıllarından beri ne zaman çuvallasa, kabahati hep başkalarında ararmış. Hep başkalarını cezalandırarak rahatlarmış…
Etkisi altında büyülenen milyonlarca Alman’a pek tanıdık gelmiş olmalı bu, hatayı ya da suçu başkalarında arama özelliği, diye düşünürüm. O, aramakla yetinmeyip cezalandıran ve adaletin yerini bulduğu zannıyla da kendini kandıranlar tarafından takdir edilen bir lider olmuş. Hitler’i bu özelliğiyle eleştirirken biz sütten çıkmış ak kaşık mıyız dersiniz?
İş, siyaset, eğitim ya da şu anda aklımıza gelmeyen herhangi bir alanda, ister bireysel ister kurumsal bir girişimin, atağın, başarısızlıkla sonuçlandığı hallerde biz ne yapıyoruz peki? Örneğin ‘Neden?’ sorusunun samimi yanıtını alma konusunda ısrarlı mı oluruz; yoksa biz zaten her daim haklı ve mağdur muyuz? Sorunun yanıtı basittir. Her zaman olaya taş koyan ya kötü kalpli kurumsal iletişim direktörüdür ya da bizi anlamayan reklam veren…
Peki, bize “Kusura bakmayın, kaybettiniz” diyen kişi ya da kurum sözcüsünün, ‘yenilgiyi’ öğrendikten sonra arayı soğutmadan “Sizi ikna edemeyişimizin nedenlerini bizzat sizden öğrenmek istiyoruz” diye kapısını çalıyor muyuz?
Yanıt yine basit: Hayır.
Çünkü sorgulayıcı bir iş kültürümüz yok. Çünkü o kadar kibirliyiz ki… Hizmet satan herkes ‘hizmetçidir’. Hizmetçilik de ne kibir kaldırır, ne gurur…
Gururumuz, neden kaybettiğimizi bilirsek bir sonraki denemede kazanma şansımızın artabileceğimizi aklımıza getirmemizi engelliyor.
“Yönetim Kurulu Üyesinin El Kitabı” ve “Yönetim Kurulu Başkanının El Kitabı” adlı kitapların yazarı M. Sait Gözüm üstadın “Büyüme”ye dair verdiği Bersay Seminerleri dizisinde sözünü ettiği, kilit nokta konumundaki ‘sancı’ meselesini anlamak, hayata dair nasıl da muhteşem bir ipucu aslında.
Ne diyordu Sait Gözüm?..
İkna etmeniz gerekenleri aklınızdan geçirin... Siyasetçi iseniz halk, iş başvurusu yapıyorsanız görüştüğünüz makam, konkura katılmışsanız sunum yaptığınız heyet, bir ürün tasarlıyorsanız alıcısı olacak hedef kitle... İstediğiniz kadar çoğaltın size kulak verenleri ya da verecek olanları...
Eğer hitap ettiğiniz kişi ya da makam ya da kitlelerin; kısacası muhatabınızın ‘sancı’sını bilmiyor, anlamıyor ve kendinizi o ‘sancı’ bağlamında onun yerine koyamıyorsanız işiniz bitik demektir. Çünkü bu konuda bilgisizliğiniz, bu nedenle anlayamamanız, sizden beklenen vaadi yerine getirebilecek, sancıyı, problemi çözebilecek potansiyele de sahip olmadığınız anlamına gelir…
Sadece bu cümleyi bile sindirebilmek aslında ‘Hizmet sektöründe’ başarıyı getirebilir. Tabiî her başarısızlıkta topu dışarı atma refleksinden kurtulabilirsek…
Diğer yandan tüm kaybedenlerin ve belki de tüm ‘tutunamayanlar’ın, ‘Beni anlamıyorlar’ diyerek zamanla kendi içine kapandıklarını düşünecek olursanız (Adolf Hitler de aynısını yapıyormuş), bu yalıtılmışlık sürecinde o güçlü hassasiyetin, nasıl olup da muhataplarının sancısına kayıtsız kalabildiğini sorgulamakta da yarar var.
Muhatabımızın ‘sancısını’ hissedemiyorsak iletişimsizliğe mahkumuz demektir. Kaybediyorsak, nedenini araştırmak ve öncelikle kendi sancımızın şiddetini ölçmek bize şu şansı getirebilir: Yenilgimizin nedenini muhatabımızdan dinleyebiliyorsak, tedavi olabilme ve sonrasında muhatabımızın sancısını iyileştirebilme vaadini gerçek kılma ihtimalimiz artar.
Sağlıklı iletişim iyileştirir. ‘Sancıyı’ anlayabildiğiniz müddetçe...
1 Mayıs’ı resmi tatil ilan ettiği halde beklediği haklı takdiri göremeyen iktidarın, Taksim’e çıkmak isteyen işçilerin, eşiyle aynı şehirde öğretmenlik yapmak isteyen eğitimcinin, iktidar yolunu bir türlü bulamayan CHP’nin, Başbakan’dan randevu almakta zorlanan iş adamlarının, iş hedeflerini tutturamayan yöneticilerin... Bu listeyi tamamlamaya çalışırsak derginin tüm sayfalarını doldurmak gerekebilir. Hepsinin sancısından söz etmek mümkün... Dairenin merkezine doğru çekildiğimizde ailemize, eşe, sevgiliye, arkadaşlarımıza, bireye doğru yaklaşarak ‘sancı’ merceğinden bakmaya çalışırsak neler görürüz kim bilir.
İletişimin gücü ya da güçsüzlüğü, sancılarımıza dokunabilme cesaretiyle ‘yakından’ değil, ‘birebir’ ilgilidir.
Shopping Fest’e destek mantıklıdır 4 Mayıs’taki köşesinde Vahap Munyar “TRT, Shopping Fest’i tanıtır mı?” başlıklı yazısında, tanık olduğu bir diyalogtan söz etmiş. İstanbul’daki Shopping Fest’in İcra Kuurlu Başkanı Vahap Küçük (LCWaikiki) ile projede birlikte çalıştıkları Hüseyin Doğan Bey (Ramsey) TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’e sormuşlar: “Shopping Fest’in tanıtım filmini TRT’de göstererek bize destek verir misiniz?” “RTÜK izin vermeyebilir” demiş Şahin, “Onlarla yazışalım. Onlar itiraz etmezse yayınlarız”… Küçük – Doğan ikilisi çözüm için direnmişler: “Markaların hiç görünmediği bir film hazırladık. Onun yayınlanması da bize yeter. Belki kamu spotu kapsamında değerlendirilebilir”… İbrahim Şahin kesin söz vermeden topu orta sahada dolaştırmış: “Elimden geleni yaparım!..” Bu diyalog bana bir ara Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nu tüm dünyaya canlı yayınlayan TRT’nin, sporcuların üstünü başını mozaiklemesini çağrıştırdı. Utanç verici bir tabloydu. Neredeyse triko ve şortlarının her santimetre karesi firmalarca parsellenmiş olan bisikletçilere sponsor olan firmalar, markaları iki saniye gözüksün diye bu desteği veriyorlardı. Bisiklet yarışları, Formula 1 başta olmak üzere tüm sponsor dallarının temel gelir kaynağı idi sponsorlar. Bunları mozaiklemek, sponsorluğu ve dolayısıyla o sponsorlukla yaşayan spor dallarını öldürmek demekti. Markalar görünürse iki ürün fazla satarlar, haksız rekabet olur, o sponsorluklardan ben RTÜK olarak yüzde almadım, gibi akıl almaz mantıklarla bu mozaikleme tuhaflığını yaşayıp duruyorduk. Allah’tan sonra birileri uyandı. Dediler ki, o zaman futbolcuların da göğüslerini, şortlarının yanlarını, kollarını mozaikleyin… Vazgeçtiler… TRT ve tabii ki diğer kanallar, ülkenin sahil kesimlerinin güzelliklerini ortaya koyan bisiklet turu gibi İstanbul ve Ankara’da başarıyla düzenlenen ve ülkenin en önemli sektörlerinden biri olan perakendenin canlanmasını, yabancı müşterileri çekmesini sağlayan alışveriş festivallerinin tanıtım filmlerini sadece göstermekle kalmamalı, kent markalarına büyük katma değer getiren bu organizasyonlara destek veren tüm markaları ‘bilhassa’ göstermelidir… Tabii kendi ayaklarına ateş etmek istemiyorlarsa… Bu markaları göstermek, ‘iş’in canlanmasını sağlar, o da rekabeti ve reklam gelirlerinin artmasını beraberinde getirir. Tersi de aynı sürecin tersine çalışmasına hizmet eder… Aslında bu kadar basit… Avkıran’larla ‘Sabahlar Olmasın’! İstanbul, mekân bazında eğlence kültürü açısından ciddi sıkıntı yaşanan bir kent. En azından burjuva (ya da küçük burjuvazinin üst kesimi) kültürü bağlamında hafta sonu bir akşam gidip müzik dinleyip eş dost keyfini çıkaracağınız eğlenceli bir ortam bulmak ne kadar zor. Erol Evgin bu boşluğu dolduruyordu. Plaza otelinin tepesindeki mekânın Cuma, Cumartesi geceleri tıka basa dolu olması, bir ihtiyaca işaret ediyordu. Bir iki sanatçı daha denedi bu olayı. Ancak tutmadı bir türlü. Bence üç eksikten: “1. İçerik… 2. İstikrar ve sebat… 3. Tanıtım…” Şu sıra tiyatro dünyasının iki başarılı yıldızı Övül ve Mustafa Avkıran çifti yepyeni bir konseptle işlettikleri Garaj İstanbul’a mükemmel bir kabare denemesi yapıyorlar… Mustafa Avkıran bir ses ustası değil. Ancak bütün samimiyeti ve tutarlı kurgusu ile öyle güzel söylüyor ve anlatıyor ki… “Sabahlar Olmasın!” adını verdiği şovu bitmesin istiyor insan. Bir de bizim gittiğimiz gece olduğu gibi Yeşim Salkım, Erhan Yazıcıoğlu türü belli bir kaliteyi tutturan starlar sahne alıp geceyi bütünledi mi, farklı ve İstanbul’un, bu derginin de okurunu içine alan kesimine hitap eden eğlence kültürüne ayrı zenginlik katılıyor. ‘Sabahlar Olmasın’ın bir sonraki gösterisi 17 Mayıs’taymış… Seversiniz… Chanel 5, marka kültürünün kokusudur Anneannem kullanırdı… Annem de… Şimdi de eşim kullanıyor… Haberi duyunca iki kere heyecanlandım doğrusu. Paris’te Palais de Tokyo’da, ‘ikon’ gibi algılanan parfüm Chanel 5 sergisi açmış. Chanel 5 tarihini anlatıyormuş. Projein adı, “Chanel Kültürü”… Haziran ayına kadar açık kalacak sergide, markanın yaratıcısı Coco Chanel’in kişisel arşivinden parçalar da varmış. Bunların arasında Pablo Picasso, Dali, Warhol gibi ünlü ressamların eserlerinin yanısıra Fransız yazarlar ve Rus müzisyenlerin eserleri de yer alıyormuş. Marilyn Monroe gibi birçok film starının reklam filmlerinde oynadığı parfüm, 1921 yılında Gabrielle Chanel tarafından ortaya çıkarılmış. Sonraki yıllarda Chanel’in, Salvador Dali, Andy Warhol gibi yakın sanatçı dostlarının çizimleri Chanel 5’in şişesini süslemiş. Hatırlanacağı üzere son olarak da Brad Pitt bu parfümün reklam yüzü olmuştu. Biz Türkiye’de 50’inci 80’inci yıllarını kutlayan pek çok şirketin patron ve yöneticilerine ‘kültürel miras’ (Heritage) meselesi ve itibara onun da satışa katkısını anlatana kadar kırk takla atıyoruz. O nedenle Chanel sergi ve kutlaması, kalıcılık ve sürdürülebilirlik meselesine biraz önem verenler için incelenmesi, analiz edilmesi gereken ideal bir ‘vaka’ olabilir…