“Tarih bizi savurup attı”...
16 ocak 2012
Theo Angelopoulos’un izlediğimiz son filmi Zamanın Tozu’nda Sovyetler Birliği iktidarı’nın Sibirya’sında sürgün hayatı yaşayan ve Stalin’in ölümünden sonra, özgürlüğüne kavuşanlardan biri olan Sypros rolündeki yaşlı Michel Piccoli şöyle der:
“Tarih bizi savurup attı.”
Tarihi kaybedenlerin yazmadığı kesin.
Merhum Rauf Denktaş, KKTC mücadelesinde yenik düşseydi bugün gördüğü saygının ne kadarını görürdü bilemeyiz.
Hangi dünya görüşünün içinden gelirse gelsin, halkı tarafından onay görerek tarihin savurduğu değil, tarihi yazabilen tüm liderler peşinen saygıyı hak ederler.
Merhuma Allah’tan rahmet diliyorum. Huzur içinde yatın Rauf Bey!
Ama ne mektup!
Salı akşamı TRT Türk’te ‘Kentler ve Gölgeler’ adlı rastladıkça mutlaka izlediğimiz programa takıldık. Bu sefer Berlin’i Dolunay Soysert’le birlikte geziyorlardı. Sinema Müzesi’ne bir girdiler ve Marlene Dietrich’e ayrılmış salondan bir türlü çıkamadılar. Haklılar. Bu rüzgarın etkisiyle olmalı, ertesi gün aziz dostum Ülkü Karaosmanoğlu ile yemek sohbetimizde Marlene Dietrich’den konuştuk. ‘Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ adlı romanıyla tanıdığımız Erich Maria Remarque’la yaşadığı büyük aşktan... Ülkü dedi ki: “Marlene Dietrich’in Remarque’dan aldığı muhteşem bir mektup var. Otuzlu yıllarda yazılmış bu mektubu ben bile saklıyorum.”
Dün yollamış. İşte o mektup:
‘Hayatımın önemi – Bu gece kaya mahzenden en iyi şarabı çıkarttım; 1911 Steinberg Cabinet, Prusya bölgesinden, en iyisinden, tatlı çilek aromalı. Şişeyi ve köpekleri alarak dalgalı azgın gölün kıyısına indim ve göle ve rüzgâra sadece bir kaç kelimeden oluşan bir nutuk çektim; -sonra köpekler havlamaya başladı- göl, beyaz bir dalga savurdu üzerlerine, rüzgâr hızlandı ve sonra bizi bir uğultu sardı, Orion, bakire Meryem’in broşu gibi parladı ve şişe, bana seni gönderen Tanrılara bir armağan olarak, gecenin içinden göle doğru bir kavis çizerek uçtu.
Belki aşağıda yumuşak ağızlarıyla onunla oynayacak olan yayın balıklarının yanında kalır, -belki de yaşlı yosun tutmuş dev bir turnabalığının sığınağı olur,- belki alabalık kafiyeleri ve hareketli alabalık filmleri düşlemek isteyen cinsi bozuk kırmızı benekli ensiz bir alabalığın yuvası olur,- ama belki de yıllar geçip biz çoktan toprak olduktan sonra bir balıkçının ağına takılır ve balıkçı şaşkınlıkla onu yukarı çekip üzerindeki eski mührü gördüğünde kaba ceketinin cebine sokar.
Ve akşam sebze çorbası içilip, servi ağaçlarının yanındaki evin bahçesindeki taş masaya keçi peyniri ve ekmek getirildiğinde, yavaşça ayağa kalkar, açacağı alıp, mührü kazır ve şişeyi bacaklarının arasına sıkıştırıp açar. Ve aniden kokular yayılır –altın sarısı şarap parlamaya ve çiçeklenmeye başlar, sonbahar, Ren tepelerinin sonbaharı gibi, ceviz ve güneş gibi, hayat, bizim hayatımız gibi kokar, işte sevgili, yıllarımız, bizim uzun yaşanmış hayatımız akşamın o saatinde bir rahiya, bir yankı olarak geri gelir,- ve yabancı balıkçı onu böyle duygulandıranın ne olduğunu bilemez, sadece bir soluk alır, susar ve içer-
Ama akşamın geç saatlerinde, balıkçı çoktan uyumuşken, karanlıkla birlikte, gecenin içinden siyah oklar gibi iki kelebek fırlar, bir zamanlar mutlu olan ölmüşlerin ruhu olduğu söylenen iki tane koyu renk tavus kelebeği oraya uçup bütün gece, hâlâ şarabın kokusunu taşıyan bardağın kenarına asılırlar, bütün gece orada kalırlar ve vücutları titrer, ancak sabah olduğunda bardağı bırakıp uçarlar ve oltalarıyla kapıda dikilen balıkçı şaşkınlıkla arkalarından bakar çünkü bu yörede hiç böyle kelebek görmemiştir.” / Erich Maria Remarque (Marlene Dietrich’e Aşk Mektuplarından)
Sağol Ülkü… Sayende haftaya daha iyi başlayacağım.
“Tarih bizi savurup attı.”
Tarihi kaybedenlerin yazmadığı kesin.
Merhum Rauf Denktaş, KKTC mücadelesinde yenik düşseydi bugün gördüğü saygının ne kadarını görürdü bilemeyiz.
Hangi dünya görüşünün içinden gelirse gelsin, halkı tarafından onay görerek tarihin savurduğu değil, tarihi yazabilen tüm liderler peşinen saygıyı hak ederler.
Merhuma Allah’tan rahmet diliyorum. Huzur içinde yatın Rauf Bey!
Ama ne mektup!
Salı akşamı TRT Türk’te ‘Kentler ve Gölgeler’ adlı rastladıkça mutlaka izlediğimiz programa takıldık. Bu sefer Berlin’i Dolunay Soysert’le birlikte geziyorlardı. Sinema Müzesi’ne bir girdiler ve Marlene Dietrich’e ayrılmış salondan bir türlü çıkamadılar. Haklılar. Bu rüzgarın etkisiyle olmalı, ertesi gün aziz dostum Ülkü Karaosmanoğlu ile yemek sohbetimizde Marlene Dietrich’den konuştuk. ‘Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ adlı romanıyla tanıdığımız Erich Maria Remarque’la yaşadığı büyük aşktan... Ülkü dedi ki: “Marlene Dietrich’in Remarque’dan aldığı muhteşem bir mektup var. Otuzlu yıllarda yazılmış bu mektubu ben bile saklıyorum.”
Dün yollamış. İşte o mektup:
‘Hayatımın önemi – Bu gece kaya mahzenden en iyi şarabı çıkarttım; 1911 Steinberg Cabinet, Prusya bölgesinden, en iyisinden, tatlı çilek aromalı. Şişeyi ve köpekleri alarak dalgalı azgın gölün kıyısına indim ve göle ve rüzgâra sadece bir kaç kelimeden oluşan bir nutuk çektim; -sonra köpekler havlamaya başladı- göl, beyaz bir dalga savurdu üzerlerine, rüzgâr hızlandı ve sonra bizi bir uğultu sardı, Orion, bakire Meryem’in broşu gibi parladı ve şişe, bana seni gönderen Tanrılara bir armağan olarak, gecenin içinden göle doğru bir kavis çizerek uçtu.
Belki aşağıda yumuşak ağızlarıyla onunla oynayacak olan yayın balıklarının yanında kalır, -belki de yaşlı yosun tutmuş dev bir turnabalığının sığınağı olur,- belki alabalık kafiyeleri ve hareketli alabalık filmleri düşlemek isteyen cinsi bozuk kırmızı benekli ensiz bir alabalığın yuvası olur,- ama belki de yıllar geçip biz çoktan toprak olduktan sonra bir balıkçının ağına takılır ve balıkçı şaşkınlıkla onu yukarı çekip üzerindeki eski mührü gördüğünde kaba ceketinin cebine sokar.
Ve akşam sebze çorbası içilip, servi ağaçlarının yanındaki evin bahçesindeki taş masaya keçi peyniri ve ekmek getirildiğinde, yavaşça ayağa kalkar, açacağı alıp, mührü kazır ve şişeyi bacaklarının arasına sıkıştırıp açar. Ve aniden kokular yayılır –altın sarısı şarap parlamaya ve çiçeklenmeye başlar, sonbahar, Ren tepelerinin sonbaharı gibi, ceviz ve güneş gibi, hayat, bizim hayatımız gibi kokar, işte sevgili, yıllarımız, bizim uzun yaşanmış hayatımız akşamın o saatinde bir rahiya, bir yankı olarak geri gelir,- ve yabancı balıkçı onu böyle duygulandıranın ne olduğunu bilemez, sadece bir soluk alır, susar ve içer-
Ama akşamın geç saatlerinde, balıkçı çoktan uyumuşken, karanlıkla birlikte, gecenin içinden siyah oklar gibi iki kelebek fırlar, bir zamanlar mutlu olan ölmüşlerin ruhu olduğu söylenen iki tane koyu renk tavus kelebeği oraya uçup bütün gece, hâlâ şarabın kokusunu taşıyan bardağın kenarına asılırlar, bütün gece orada kalırlar ve vücutları titrer, ancak sabah olduğunda bardağı bırakıp uçarlar ve oltalarıyla kapıda dikilen balıkçı şaşkınlıkla arkalarından bakar çünkü bu yörede hiç böyle kelebek görmemiştir.” / Erich Maria Remarque (Marlene Dietrich’e Aşk Mektuplarından)
Sağol Ülkü… Sayende haftaya daha iyi başlayacağım.