“Yerse!”, diyerek hazmettirmek olmaz
09 EKİM 2005
Avrupa bizi alır mı almaz mı; bu aşamada önemi yok. 20 yıl sonra kim öle kim kala... Belki AB bile kalmaya... Ama Türkiye halkının ezici çoğunluğu bu işi ille de istiyorsa, bu süreci memleket hayrına görüyorsa, bu süreci AB’ye sırnaşma değil, bir gelişim süreci olarak görüyorsa; bize de ‘durumdan en iyi vaziyeti’ çıkarmak düşer. Neyin nasıl olmayacağını kurcalamak değil.
Müzakere Çerçeve Belgesi belki Türkçe’ye değil ama iletişim terminolojisine yeni bir kavram ekledi: Hazmetme... “Absorption”ı hazmetme diye karşılamış bizimkiler. Redhouse’a göre, “sindirme, soğurma, emme, içine alma, kendine katma, sönümleme, emilim” diye de karşılanabilirmiş...
Biz buna iletişim terminolojisinde "iç satın alma", "algılama yönetimi", "ikna yönetimi" falan diyorduk. "Hazmetme" hiç de fena gelmedi bana. Yalnız “ability”yi kapasite diye çevirmişler, olmamış. “Yetenek, kabiliyet, yatkınlık”tan birini kullansalar daha iyi olurmuş. Yani “hazmetme kapasitesi” yerine “hazmetme kabiliyeti” gibi...
Şimdi soralım kim hazmedecek? AB’li siyasiler değil herhalde. Onların çoğunun hazım sorunu olmadığı anlaşılıyor. O halde Avrupa kamuoyu hazmedecek değil mi? "Hazmetme" eylemi olduğuna göre, bir de "hazmettirme" eylemi olmalı... Onlar hazmedecek de kim hazmettirecek? Herhalde biz... Pekiyi, Avrupalılar neyi, nasıl hazmedecekler? Biz onlara neyi, nasıl hazmettireceğiz ki, onlar hazmedecekler?..
Herhalde ekonomik göstergelerimizi değil. Konu rakamlarla ifade edildiği zaman iş kolay... Balık, pişmiş sebze gibi hazmı kolay yiyecekler misali.
Avrupa, ekonomik göstergeleri, istatistik bilgileri Boğaz'ın taze balıkları gibi kolayca hazmedecektir. Yerken hazım sıkıntısı çekeceği şeyler ise daha çok soyut konularda karşısına çıkacaktır. Yani kültür ve değerlerimizle ilgili konuların hazmı zor olacaktır. Kırmızı et, kepekli besin maddeleri gibi hazmı zor yiyecekler.
Hazmettirme bir iletişim işidir. Stratejik iletişimin işi. Reklam ve PR’ı entegre ederek. Üzerine bir tutam da ‘kamu ilişkileri’ koyarak. “Ben buyum, yerse!” diyerek hiçbir şey hazmettirilemez. Aynen yeni bir markayı hedef kitlesine hazmettirmek gibi. Ya da bir ürünü. Ya da bir fikri; bir hizmeti... Ya da bir şirkette başlattığınız değişimi... Kökünden farklı kültür ve değerlerimiz Avrupa kamuoyunun midesinde taş gibi oturmuş. Araştırmalar öyle diyor. Sadece yasaları değiştirerek, ekonomiyi düzelterek o taşı eritemeyiz. Bir de AB’yi Türkiye’ye hazmettirmek gerek. Yani ortada ciddi bir iletişim sorunu var. Ülke güzelliğini sergileyen bir iki reklam filmiyle halledilemeyecek bir sorun. Pekiyi bu sorunu çözecek bir oluşumdan haberiniz var mı? Benim yok. Bir tek TÜSİAD çevresinde gönüllülerden oluşmuş, 1,5 milyon Avro toplamış bir girişim grubunu biliyoruz. Devede kulak... Korkarım, bu hazım işi sonunda Kızılay maden suyuna kalacak; ya da ‘yerse’ durumuna...
Hulusu Derici yaptı yine yapacağını
Cuma günü Atlas Jet’in gazetelerde tam sayfa ilanı çıkınca e-postama onlarca mesaj düşmeye başladı: Reklamdaki yaklaşım, Avis’in yıllar önceki kampanyasının neredeyse birebir aynısıydı... Baktım ki reklamın kenarında MARKA yazıyor; ajansın sahibi Hulusi Derici’yi aradım.
Bu sayfayı izleyenler bilir. Hulusi Derici’yi Türkiye’nin en dikkat çekici üç reklamcısından biri olarak görürüm. Bir diğeri Serdar Erener’dir; üçüncüsü ise Ali Taran...
Üçünün de eleştirdiğim işleri olmuştur. Ama sıradan değillerdir. Risk alırlar. Bazen reklam vereni de riske atarlar. Ama risk almadan kazanmak mümkün değildir ki zaten. Üçü de dahilik derecesinde yenilikçi ve buluşçudur. (Özellikle ‘yaratıcıdırlar’ demiyorum; çünkü reklam, sanat ve yaratıcılıktan yararlanır ama esas alanı bu değildir. Tek alan vardır reklam için: Ticari başarı...) Üçü de para kazanmayı bilir; para harcamayı da; para kazandırmayı da... “Hiçbir başarı cezasız kalmaz” sözünü doğrularcasına üçü de eleştiri oklarına sık sık hedef olurlar.
Şu sıra Hulusi Derici’nin olduğu gibi. Derici bunu ilk kez yapmıyor. Son kez yapmadığını da ifade ediyor. “Bu esinlenme falan değil” diyor, “60 yıl önce ABD’de uygulanmış bir konumlanma ve iletişim stratejisidir bu. Otomobillerin de bir direksiyonu üç pedalı var. Bunlardan da mı söz etmeyeceğiz yani. Reklamı sanat zannedenlerin haset dolu hezeyanlarıdır bunlar başka bir şey değil. Siz sonuca bakın!..”
Derici MARKA’nın web sitesinde koskocaman“Dünya çapındaki yaratıcılığımızı bunun için kullanırız” diye bir ifade kullanmasa, söylediklerini hazmetmek (!) daha kolay olacak. Her ne kadar internette uçuşan mail’ler MARKA’yı suçlasa da; her ne kadar Hasan Engin Erhan gibi bize e-posta gönderen onlarca okur protesto etse de; her ne kadar Kanal D’nin Avrupa’daki bir sigorta şirketinin reklam görselini birebir kullanıp “Elma içi karpuz ve karpuz içi kivi” benzetmesinin hemen arkasından gelmiş olsa da; son tahlilde Hulusi Derici haklı gibi duruyor. Atlas Jet mesajını hedef kitlesine net bir şekilde ulaştırmış mı? Ulaştırmış... Reklamda buluşçuluk ne kadar fikir eseridir ve koruma altındadır; ne kadar herkesin kullanabileceği genel bir strateji olarak ele alınmalıdır? Bakalım buna meslek kuruluşları ne zaman ‘racon’ kesecekler?..
Markanın ruhuna giden yol
Tarih de bir hayli anlamlı. 10 Kasım 2005. Atatürk’ün ölüm yıldönümü. Aynı gün çok sıkı bir konferans var: Brandsense... Türkçe’ye Duyumsal Markalaşma gibi daha çok kuşdiline yakışır bir yaklaşımla tercüme edilmiş. Ben olsam Marka Duygusu derdim... Adı ne olursa olsun tarih anlamlı. Bunun için şu web adresine bir göz atmanızda yarar var: http://www.milliyet.com.tr/2005/07/03/yazar/dundar.html. Orada Can Dündar, Marka Tasarımcısı Olarak Atatürk başlıklı yazısında Atatürk’ün Türkiye markasına getirdiği olağanüstü katma değeri birbirinden çarpıcı örneklerle anlatıyor.
Duyumsal Markalaşma Türkiye’de hayli ilginç konferanslara imza atmış olan PDR Conferences tarafından düzenleniyor. Konuşmacı Martin Lindstrom bu konu üzerine uzun yıllar çalıştıktan sonra bütün dünyada aynı anda lanse ettiği kitabı ile bir anda tartışmaların odağına oturdu. Şimdi konu Türkiye’de tartışılmaya başlanacak. Guru ticaretini pek sevmem. Ama bazı kavramlar da bu gurular tarafından atılıyor ortaya. İş dünyasının hayatını kolaylaştıracak bir fikrî üretim mi, yoksa yeni bir hokkabazlık mı 10 Kasım’da göreceğiz.
Deriye ulusal kampanya
Şu Nihat Odabaşı âlem bir fotoğraf ustasıdır. Pek çok işine tanık oldum. İnsan kolaylıkla şöyle bir düşünceye kapılabiliyor: “Bu adam benim resimlerimi çekse, ben de star olurum!..” Algılamanın %65’i görsellik değil mi? İşte o görselliğe katılan büyü, algılamada çok ciddi bir çarpan etkisi yapabiliyor. Nihat Odabaşı şimdi de ünlülerin gönüllü olarak katıldıkları bir kampanyanın fotoğraflarını çekmeye hazırlanıyormuş...
Kampanya dericilerin. Türk derisini marka haline getirmeyi amaçlayan çok ciddi bir girişimin ikinci ayağı. İTKİB’in (İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı
Birlikleri) şemsiyesi altında deri sanayicileri Deri Tanıtım Grubu’nu kurmuşlar. Başına da Derimod’un patronu Ümit Zaim’i getirmişler. Birbirlerini yemeyip böyle bir iş çıkarmaları bile kutlanacak olay. Birinci aşamada hava alanlarını donatmışlar. Rus’un havyarı, Fransız’ın şarabı, İtalyan’ın pizzası karşısına bizim derimizi koymuşlar. İkinci aşamada ise Nihat Odabaşı ve ünlüler devreye giriyor: Kimler yok ki: Ata Demirer, Ercan Saatçi, Gülben Ergen, Hıncal Uluç, Kenan Doğulu, Kürşat Tüzmen, Sertab Erener... Ayşe Arman ve İbrahim Kutluay ile de görüşmeler sürüyormuş. Zirilyon versen bu kadroyu toplayamazsın. Ama gönülle oluyor işte...
Türkiye’ye örnek bir iletişim işi çıkardıkları için taşın altına elini koyan herkesi kutluyorum. Bu arada Nihat Odabaşı’nın bu kez nasıl bir kuş konduracağını da merakla bekliyorum.
Ufuk turu...
· Ankara’dan Nazan Sultan Şener yazmış: “Son günlerde televizyonlarda dönen bir reklam var, bir epilasyon cihazının reklamında slogan olarak ‘Kısalar hiç çekilmez, kısalarla uğraşılmaz’ ifadeleri seçilmiş, arka planda bir bayan kısa boylu erkek arkadaşıyla kavga ediyor. Merak ettiğim konu niye bir Allah’ın kulu kalkıp da kısa boylu insanlara hakaret ediliyor diye ortaya çıkmıyor, niye kimse bu reklamı protesto etmiyor?” Algılama yönetimin birinci kuralı: Hedef kitlenin değerleriyle ters düşmeyeceksin.
· Avea'nın sosyal sorumluluk kampanyası "Avea Bilişim Teknolojileri Sınıfı" Projesi çerçevesinde ilk uygulama 12 Eylül’de Başbakan’ın da katıldığı törenle başladı. İki yıl içinde MEB tarafından belirlenecek 100 okulda bilgisayar sınıfları kurulacakmış. Bu sınıflarda 2.100 adet bilgisayar yer alacakmış. Büyük iş. Bu büyük işe yakışır bir iletişim planı yapmazsa Avea kendine de projeye de yazık eder.
· Büyük şehirlerdeki yaşam maratonunu konu alan Akbank kurumsal reklamları beni bir an gerilere götürdü. Çok gerilere değil. Önce elleriyle sonra para makinesiyle insanların sürekli para saydıkları banka reklamlarından nereye geldik. Kodlanmış mesajı, şiir gibi çekimiyle Akbank reklamı düşündürüyor: Benim bu maraton içinde hayatım ne âlemde? Arada bir bu soruyu kendimize sormakta yarar var.
· Bizi Duru Bulgur’la tanıştıran reklam filmi süper. Üslubu bir yerlerden hatırlıyorum ama önemli değil. Çok cana yakın bir dil kullanılmış. Ama ille de çok tanınmış bir sabun markasının adını bir yiyeceğe koymak şart mıydı? Bulunamaz mıydı daha uygun bir isim. İnsan ister istemez çağrışım yapıyor. Duru Bulgur A.Ş.’nin 1935 yılında Ziya Duru tarafından kurulmuş olması bu gerçeği değiştirmiyor. Bu arada web siteleri de çok iyi.
· Sadece ben anlamıyorum sanıyordum. Ama benim gibisi çokmuş. Arzum’un 40’ıncı yıl reklamının ne dediğini ve kilit mesajını kaçıncı seyredişte anladıklarını sağdan soldan test ettikten sonra biraz moralim düzeldi.
Müzakere Çerçeve Belgesi belki Türkçe’ye değil ama iletişim terminolojisine yeni bir kavram ekledi: Hazmetme... “Absorption”ı hazmetme diye karşılamış bizimkiler. Redhouse’a göre, “sindirme, soğurma, emme, içine alma, kendine katma, sönümleme, emilim” diye de karşılanabilirmiş...
Biz buna iletişim terminolojisinde "iç satın alma", "algılama yönetimi", "ikna yönetimi" falan diyorduk. "Hazmetme" hiç de fena gelmedi bana. Yalnız “ability”yi kapasite diye çevirmişler, olmamış. “Yetenek, kabiliyet, yatkınlık”tan birini kullansalar daha iyi olurmuş. Yani “hazmetme kapasitesi” yerine “hazmetme kabiliyeti” gibi...
Şimdi soralım kim hazmedecek? AB’li siyasiler değil herhalde. Onların çoğunun hazım sorunu olmadığı anlaşılıyor. O halde Avrupa kamuoyu hazmedecek değil mi? "Hazmetme" eylemi olduğuna göre, bir de "hazmettirme" eylemi olmalı... Onlar hazmedecek de kim hazmettirecek? Herhalde biz... Pekiyi, Avrupalılar neyi, nasıl hazmedecekler? Biz onlara neyi, nasıl hazmettireceğiz ki, onlar hazmedecekler?..
Herhalde ekonomik göstergelerimizi değil. Konu rakamlarla ifade edildiği zaman iş kolay... Balık, pişmiş sebze gibi hazmı kolay yiyecekler misali.
Avrupa, ekonomik göstergeleri, istatistik bilgileri Boğaz'ın taze balıkları gibi kolayca hazmedecektir. Yerken hazım sıkıntısı çekeceği şeyler ise daha çok soyut konularda karşısına çıkacaktır. Yani kültür ve değerlerimizle ilgili konuların hazmı zor olacaktır. Kırmızı et, kepekli besin maddeleri gibi hazmı zor yiyecekler.
Hazmettirme bir iletişim işidir. Stratejik iletişimin işi. Reklam ve PR’ı entegre ederek. Üzerine bir tutam da ‘kamu ilişkileri’ koyarak. “Ben buyum, yerse!” diyerek hiçbir şey hazmettirilemez. Aynen yeni bir markayı hedef kitlesine hazmettirmek gibi. Ya da bir ürünü. Ya da bir fikri; bir hizmeti... Ya da bir şirkette başlattığınız değişimi... Kökünden farklı kültür ve değerlerimiz Avrupa kamuoyunun midesinde taş gibi oturmuş. Araştırmalar öyle diyor. Sadece yasaları değiştirerek, ekonomiyi düzelterek o taşı eritemeyiz. Bir de AB’yi Türkiye’ye hazmettirmek gerek. Yani ortada ciddi bir iletişim sorunu var. Ülke güzelliğini sergileyen bir iki reklam filmiyle halledilemeyecek bir sorun. Pekiyi bu sorunu çözecek bir oluşumdan haberiniz var mı? Benim yok. Bir tek TÜSİAD çevresinde gönüllülerden oluşmuş, 1,5 milyon Avro toplamış bir girişim grubunu biliyoruz. Devede kulak... Korkarım, bu hazım işi sonunda Kızılay maden suyuna kalacak; ya da ‘yerse’ durumuna...
Hulusu Derici yaptı yine yapacağını
Cuma günü Atlas Jet’in gazetelerde tam sayfa ilanı çıkınca e-postama onlarca mesaj düşmeye başladı: Reklamdaki yaklaşım, Avis’in yıllar önceki kampanyasının neredeyse birebir aynısıydı... Baktım ki reklamın kenarında MARKA yazıyor; ajansın sahibi Hulusi Derici’yi aradım.
Bu sayfayı izleyenler bilir. Hulusi Derici’yi Türkiye’nin en dikkat çekici üç reklamcısından biri olarak görürüm. Bir diğeri Serdar Erener’dir; üçüncüsü ise Ali Taran...
Üçünün de eleştirdiğim işleri olmuştur. Ama sıradan değillerdir. Risk alırlar. Bazen reklam vereni de riske atarlar. Ama risk almadan kazanmak mümkün değildir ki zaten. Üçü de dahilik derecesinde yenilikçi ve buluşçudur. (Özellikle ‘yaratıcıdırlar’ demiyorum; çünkü reklam, sanat ve yaratıcılıktan yararlanır ama esas alanı bu değildir. Tek alan vardır reklam için: Ticari başarı...) Üçü de para kazanmayı bilir; para harcamayı da; para kazandırmayı da... “Hiçbir başarı cezasız kalmaz” sözünü doğrularcasına üçü de eleştiri oklarına sık sık hedef olurlar.
Şu sıra Hulusi Derici’nin olduğu gibi. Derici bunu ilk kez yapmıyor. Son kez yapmadığını da ifade ediyor. “Bu esinlenme falan değil” diyor, “60 yıl önce ABD’de uygulanmış bir konumlanma ve iletişim stratejisidir bu. Otomobillerin de bir direksiyonu üç pedalı var. Bunlardan da mı söz etmeyeceğiz yani. Reklamı sanat zannedenlerin haset dolu hezeyanlarıdır bunlar başka bir şey değil. Siz sonuca bakın!..”
Derici MARKA’nın web sitesinde koskocaman“Dünya çapındaki yaratıcılığımızı bunun için kullanırız” diye bir ifade kullanmasa, söylediklerini hazmetmek (!) daha kolay olacak. Her ne kadar internette uçuşan mail’ler MARKA’yı suçlasa da; her ne kadar Hasan Engin Erhan gibi bize e-posta gönderen onlarca okur protesto etse de; her ne kadar Kanal D’nin Avrupa’daki bir sigorta şirketinin reklam görselini birebir kullanıp “Elma içi karpuz ve karpuz içi kivi” benzetmesinin hemen arkasından gelmiş olsa da; son tahlilde Hulusi Derici haklı gibi duruyor. Atlas Jet mesajını hedef kitlesine net bir şekilde ulaştırmış mı? Ulaştırmış... Reklamda buluşçuluk ne kadar fikir eseridir ve koruma altındadır; ne kadar herkesin kullanabileceği genel bir strateji olarak ele alınmalıdır? Bakalım buna meslek kuruluşları ne zaman ‘racon’ kesecekler?..
Markanın ruhuna giden yol
Tarih de bir hayli anlamlı. 10 Kasım 2005. Atatürk’ün ölüm yıldönümü. Aynı gün çok sıkı bir konferans var: Brandsense... Türkçe’ye Duyumsal Markalaşma gibi daha çok kuşdiline yakışır bir yaklaşımla tercüme edilmiş. Ben olsam Marka Duygusu derdim... Adı ne olursa olsun tarih anlamlı. Bunun için şu web adresine bir göz atmanızda yarar var: http://www.milliyet.com.tr/2005/07/03/yazar/dundar.html. Orada Can Dündar, Marka Tasarımcısı Olarak Atatürk başlıklı yazısında Atatürk’ün Türkiye markasına getirdiği olağanüstü katma değeri birbirinden çarpıcı örneklerle anlatıyor.
Duyumsal Markalaşma Türkiye’de hayli ilginç konferanslara imza atmış olan PDR Conferences tarafından düzenleniyor. Konuşmacı Martin Lindstrom bu konu üzerine uzun yıllar çalıştıktan sonra bütün dünyada aynı anda lanse ettiği kitabı ile bir anda tartışmaların odağına oturdu. Şimdi konu Türkiye’de tartışılmaya başlanacak. Guru ticaretini pek sevmem. Ama bazı kavramlar da bu gurular tarafından atılıyor ortaya. İş dünyasının hayatını kolaylaştıracak bir fikrî üretim mi, yoksa yeni bir hokkabazlık mı 10 Kasım’da göreceğiz.
Deriye ulusal kampanya
Şu Nihat Odabaşı âlem bir fotoğraf ustasıdır. Pek çok işine tanık oldum. İnsan kolaylıkla şöyle bir düşünceye kapılabiliyor: “Bu adam benim resimlerimi çekse, ben de star olurum!..” Algılamanın %65’i görsellik değil mi? İşte o görselliğe katılan büyü, algılamada çok ciddi bir çarpan etkisi yapabiliyor. Nihat Odabaşı şimdi de ünlülerin gönüllü olarak katıldıkları bir kampanyanın fotoğraflarını çekmeye hazırlanıyormuş...
Kampanya dericilerin. Türk derisini marka haline getirmeyi amaçlayan çok ciddi bir girişimin ikinci ayağı. İTKİB’in (İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı
Birlikleri) şemsiyesi altında deri sanayicileri Deri Tanıtım Grubu’nu kurmuşlar. Başına da Derimod’un patronu Ümit Zaim’i getirmişler. Birbirlerini yemeyip böyle bir iş çıkarmaları bile kutlanacak olay. Birinci aşamada hava alanlarını donatmışlar. Rus’un havyarı, Fransız’ın şarabı, İtalyan’ın pizzası karşısına bizim derimizi koymuşlar. İkinci aşamada ise Nihat Odabaşı ve ünlüler devreye giriyor: Kimler yok ki: Ata Demirer, Ercan Saatçi, Gülben Ergen, Hıncal Uluç, Kenan Doğulu, Kürşat Tüzmen, Sertab Erener... Ayşe Arman ve İbrahim Kutluay ile de görüşmeler sürüyormuş. Zirilyon versen bu kadroyu toplayamazsın. Ama gönülle oluyor işte...
Türkiye’ye örnek bir iletişim işi çıkardıkları için taşın altına elini koyan herkesi kutluyorum. Bu arada Nihat Odabaşı’nın bu kez nasıl bir kuş konduracağını da merakla bekliyorum.
Ufuk turu...
· Ankara’dan Nazan Sultan Şener yazmış: “Son günlerde televizyonlarda dönen bir reklam var, bir epilasyon cihazının reklamında slogan olarak ‘Kısalar hiç çekilmez, kısalarla uğraşılmaz’ ifadeleri seçilmiş, arka planda bir bayan kısa boylu erkek arkadaşıyla kavga ediyor. Merak ettiğim konu niye bir Allah’ın kulu kalkıp da kısa boylu insanlara hakaret ediliyor diye ortaya çıkmıyor, niye kimse bu reklamı protesto etmiyor?” Algılama yönetimin birinci kuralı: Hedef kitlenin değerleriyle ters düşmeyeceksin.
· Avea'nın sosyal sorumluluk kampanyası "Avea Bilişim Teknolojileri Sınıfı" Projesi çerçevesinde ilk uygulama 12 Eylül’de Başbakan’ın da katıldığı törenle başladı. İki yıl içinde MEB tarafından belirlenecek 100 okulda bilgisayar sınıfları kurulacakmış. Bu sınıflarda 2.100 adet bilgisayar yer alacakmış. Büyük iş. Bu büyük işe yakışır bir iletişim planı yapmazsa Avea kendine de projeye de yazık eder.
· Büyük şehirlerdeki yaşam maratonunu konu alan Akbank kurumsal reklamları beni bir an gerilere götürdü. Çok gerilere değil. Önce elleriyle sonra para makinesiyle insanların sürekli para saydıkları banka reklamlarından nereye geldik. Kodlanmış mesajı, şiir gibi çekimiyle Akbank reklamı düşündürüyor: Benim bu maraton içinde hayatım ne âlemde? Arada bir bu soruyu kendimize sormakta yarar var.
· Bizi Duru Bulgur’la tanıştıran reklam filmi süper. Üslubu bir yerlerden hatırlıyorum ama önemli değil. Çok cana yakın bir dil kullanılmış. Ama ille de çok tanınmış bir sabun markasının adını bir yiyeceğe koymak şart mıydı? Bulunamaz mıydı daha uygun bir isim. İnsan ister istemez çağrışım yapıyor. Duru Bulgur A.Ş.’nin 1935 yılında Ziya Duru tarafından kurulmuş olması bu gerçeği değiştirmiyor. Bu arada web siteleri de çok iyi.
· Sadece ben anlamıyorum sanıyordum. Ama benim gibisi çokmuş. Arzum’un 40’ıncı yıl reklamının ne dediğini ve kilit mesajını kaçıncı seyredişte anladıklarını sağdan soldan test ettikten sonra biraz moralim düzeldi.