‘Belalı tercihler’…
13 OCAK 2012
Cem Boyner, CEO&Life dergisinde yayımlanan ‘Aşil’in topuğu’ başlıklı yazısında bir bufaloyu kalbinden nasıl vurduğunu ‘avcı heyecanı’ ile anlattığı yazısını eleştiren Melis Alphan’a yanıt verirken özetle şöyle demiş:
“Sizi avlanmanın doğruluğu konusunda ikna etmeye çalışmayacağım. (...) Avı öven, teşvik eden, savunan bir yazı değil... Denizcilerin hikâyeleri deniz ile ilgilidir, kimisinin askerlikle ilgilidir, kimisinin seyahat ile ilgilidir. Benden yazı istendiğinde diğer uğraşlarımın yerine av anekdotu seçmemin belalı bir tercih olduğunu şimdi çok iyi anlıyorum. (...) Medyada herkesin gözüne, üstelik hiç ağzımdan çıkmamış sözleri manşet yaparak sokmak gibi bir niyetim hiç olmadı. Yani, filmin sadece seçilmiş karelerini izlerseniz, algı da, tepki de böyle olur, olağan karşılıyorum. (...) Aslında dünya kurulduğundan beri hayat başka canlılar pahasına sürüyor. Bu duymak istemediğimiz bir gerçek; yüzleşmekte zorluk çektiğimiz bir gerçek. (...) Tüm bunların zor ve çelişkili bir tartışma olduğunun farkındayım. Ancak vahşet veya hayvanseverliğin ölçüsü gerçeklerden ne kadar mesafeli durduğumuzla ölçülmemeli diye inanıyorum.”
Evet, Cem Boyner’in ‘belalı tercih’ diye ifade ettiği söz konusu yazısını okuyunca kendinizi yazarın değil birebir bufalonun yerine koyuyorsunuz:
“Tetiği çektim, sol omuzbaşına isabet. Omzu kırıldığı için üzerine basamıyor sol ön bacağının. Mermi omzu kırıp mutlaka kalbine isabet etti ama hemen düşmeyecek. Zaten ikircikliydi, kanı bitse de adrenalinle devam eder. Bir anda bizi görüyor ve üzerimize dönüyor. İsa (profesyonel avcımız) ‘Shoot again!’ (Tekrar ateş et!) diye bağırıyor ensemde. Bufalo traktör gibi geliyor üzerimize. Bu kez tam göğsünün ortasına atıyorum.
Tam isabet. Hâlâ geliyor. Artık aramızda 20-25 metre var. Mekanizmayı kurup bir tane daha atıyorum. Bu da tam hedefte. Kalbi, ciğerleri; mutlaka! Birer mermi daha yolluyoruz. Sarsılıyor, ama devam ediyor üzerimize gelmeye. Son kurşunumu da kalbine yapıştırıyorum. Ama bufalo artık kanla değil, adrenalinle koşuyor. Bitecek pili elbette düşecek, ama bizi temize havale ettikten sonra. Çoktan düşmesi gerekirdi. Çalışan bir kalbi kalmadığına eminim.”
Belalı tercihler, ‘Algılama gerçektir’ ifadesini kanıtlamaktan başka bir işe yaramaz. En az ‘algılama gerçektir’ kadar etkileyici bir cümleyi de, ‘Ronin’ adlı filmde Robert de Niro’dan duymuştum:
“Şüphe varsa gerçektir”…
Olayın tün dramatik yapısına rağmen Cem Boyner’in bu mini krizi Osmanlı deyişiyle ‘usulü veçhile’ yönettiğini söyleyebiliriz. Kısmî algı tortusu oluşsa da hasar büyük değil…
Fransızlar yüzleşmeye bayılır....
Renault markası ile Naziler arasında uzaktan yakından bir alaka kurmanın ihtimal dahilinde olduğunu biri bana söyleseydi ‘Palavradır’ der geçerdim…
Dünya basınına yansıyan haber sayesinde Renault markası ile Naziler arasında irtibat kurulabilecek bir mesele olduğunu artık herkes biliyor. Kimin sayesinde? Bizzat markanın sahibinin sayesinde... Kim markanın sahibi? Fransız devleti...
Bir fotoğraf ve resimaltı bilgisi şöyle: “Louis Renault, 1937 yılında Berlin'de bir otomobil fuarında çekilen bu fotoğrafta, Nazi lideri Adolf Hitler ve Hermann Göring'e bir aracın prototipini gösterirken görülüyor.”
Ne var bunda?
Hitler’in önünde poz verdiği veya kullandığı her ürünün markasının faşizmle bir ilgisi olduğunu mu düşüneceğiz?
“Olay o kadar basit değil”, diyenler Fransa’nın dev markası Renault’nun kurucusu Louis Renault’nun İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler’le işbirliği yaptığı gerekçesiyle fabrikasının elinden alındığını hatırlatacaklardır. Dün Daily Telegraph’da ailenin son kuşak torunlarının açtığı tazminat davasıyla haber şüphe bulutlarını dağıtıverdi… Torunların, dedelerinin elinden alınan fabrikasındaki hisseleri karşılığında açığı tazminat davası reddedilmiş! Paris Mahkemesi 8 torunun talebini haksız bulmuş. Avukatının açıklaması da tam ‘teğelleri görünüyor’ dedirten türden:
Meğerse mirasçılar, paradan çok dedelerinin Nazi işgali sırasında işbirlikçi olmadığını ispat etmek istemişler.
Savaş sırasında Almanlara 30 bin kamyon üreten ve Alman tanklarını onaran dede Louis Renault, tutuklanmasından bir ay sonra vefat etmiş. Yargılanamamış bile... Yıl 1945. Fabrika da hemen Meclis kararıyla kamulaştırılmış.
Demek ki, Fransızlar ilk hatayı o yıl yapmışlar. Madem kamulaştırdın; o zaman adını niye değiştirmedin?
İkinci büyük iletişim hatasını da şimdi yapıyorlar...
Torunlar davayı açar açmaz, ‘konu yönetimi’ yaparak, Louis Renault adlı şahsın, şu sıra ürettikleri otomobil ile hiçbir ilişkisinin olmadığını anlatmaları gerekirdi belki. Marka itibarı açısından bir tür tsunami sayılabilecek bu tehlikeyi savuşturmanın en doğru yolu, kriz iletişimine ihtiyaç duyurmayacak ön hazırlıkla, iri dalgaların önünü kesmek ve etkisiz halde kıyıya vurmalarını sağlamaktı.
Fransızlar ‘yüzleşme’ye bayılır. Şimdi ‘yüzleşerek’ korusunlar bakalım markalarını...
“Sizi avlanmanın doğruluğu konusunda ikna etmeye çalışmayacağım. (...) Avı öven, teşvik eden, savunan bir yazı değil... Denizcilerin hikâyeleri deniz ile ilgilidir, kimisinin askerlikle ilgilidir, kimisinin seyahat ile ilgilidir. Benden yazı istendiğinde diğer uğraşlarımın yerine av anekdotu seçmemin belalı bir tercih olduğunu şimdi çok iyi anlıyorum. (...) Medyada herkesin gözüne, üstelik hiç ağzımdan çıkmamış sözleri manşet yaparak sokmak gibi bir niyetim hiç olmadı. Yani, filmin sadece seçilmiş karelerini izlerseniz, algı da, tepki de böyle olur, olağan karşılıyorum. (...) Aslında dünya kurulduğundan beri hayat başka canlılar pahasına sürüyor. Bu duymak istemediğimiz bir gerçek; yüzleşmekte zorluk çektiğimiz bir gerçek. (...) Tüm bunların zor ve çelişkili bir tartışma olduğunun farkındayım. Ancak vahşet veya hayvanseverliğin ölçüsü gerçeklerden ne kadar mesafeli durduğumuzla ölçülmemeli diye inanıyorum.”
Evet, Cem Boyner’in ‘belalı tercih’ diye ifade ettiği söz konusu yazısını okuyunca kendinizi yazarın değil birebir bufalonun yerine koyuyorsunuz:
“Tetiği çektim, sol omuzbaşına isabet. Omzu kırıldığı için üzerine basamıyor sol ön bacağının. Mermi omzu kırıp mutlaka kalbine isabet etti ama hemen düşmeyecek. Zaten ikircikliydi, kanı bitse de adrenalinle devam eder. Bir anda bizi görüyor ve üzerimize dönüyor. İsa (profesyonel avcımız) ‘Shoot again!’ (Tekrar ateş et!) diye bağırıyor ensemde. Bufalo traktör gibi geliyor üzerimize. Bu kez tam göğsünün ortasına atıyorum.
Tam isabet. Hâlâ geliyor. Artık aramızda 20-25 metre var. Mekanizmayı kurup bir tane daha atıyorum. Bu da tam hedefte. Kalbi, ciğerleri; mutlaka! Birer mermi daha yolluyoruz. Sarsılıyor, ama devam ediyor üzerimize gelmeye. Son kurşunumu da kalbine yapıştırıyorum. Ama bufalo artık kanla değil, adrenalinle koşuyor. Bitecek pili elbette düşecek, ama bizi temize havale ettikten sonra. Çoktan düşmesi gerekirdi. Çalışan bir kalbi kalmadığına eminim.”
Belalı tercihler, ‘Algılama gerçektir’ ifadesini kanıtlamaktan başka bir işe yaramaz. En az ‘algılama gerçektir’ kadar etkileyici bir cümleyi de, ‘Ronin’ adlı filmde Robert de Niro’dan duymuştum:
“Şüphe varsa gerçektir”…
Olayın tün dramatik yapısına rağmen Cem Boyner’in bu mini krizi Osmanlı deyişiyle ‘usulü veçhile’ yönettiğini söyleyebiliriz. Kısmî algı tortusu oluşsa da hasar büyük değil…
Fransızlar yüzleşmeye bayılır....
Renault markası ile Naziler arasında uzaktan yakından bir alaka kurmanın ihtimal dahilinde olduğunu biri bana söyleseydi ‘Palavradır’ der geçerdim…
Dünya basınına yansıyan haber sayesinde Renault markası ile Naziler arasında irtibat kurulabilecek bir mesele olduğunu artık herkes biliyor. Kimin sayesinde? Bizzat markanın sahibinin sayesinde... Kim markanın sahibi? Fransız devleti...
Bir fotoğraf ve resimaltı bilgisi şöyle: “Louis Renault, 1937 yılında Berlin'de bir otomobil fuarında çekilen bu fotoğrafta, Nazi lideri Adolf Hitler ve Hermann Göring'e bir aracın prototipini gösterirken görülüyor.”
Ne var bunda?
Hitler’in önünde poz verdiği veya kullandığı her ürünün markasının faşizmle bir ilgisi olduğunu mu düşüneceğiz?
“Olay o kadar basit değil”, diyenler Fransa’nın dev markası Renault’nun kurucusu Louis Renault’nun İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler’le işbirliği yaptığı gerekçesiyle fabrikasının elinden alındığını hatırlatacaklardır. Dün Daily Telegraph’da ailenin son kuşak torunlarının açtığı tazminat davasıyla haber şüphe bulutlarını dağıtıverdi… Torunların, dedelerinin elinden alınan fabrikasındaki hisseleri karşılığında açığı tazminat davası reddedilmiş! Paris Mahkemesi 8 torunun talebini haksız bulmuş. Avukatının açıklaması da tam ‘teğelleri görünüyor’ dedirten türden:
Meğerse mirasçılar, paradan çok dedelerinin Nazi işgali sırasında işbirlikçi olmadığını ispat etmek istemişler.
Savaş sırasında Almanlara 30 bin kamyon üreten ve Alman tanklarını onaran dede Louis Renault, tutuklanmasından bir ay sonra vefat etmiş. Yargılanamamış bile... Yıl 1945. Fabrika da hemen Meclis kararıyla kamulaştırılmış.
Demek ki, Fransızlar ilk hatayı o yıl yapmışlar. Madem kamulaştırdın; o zaman adını niye değiştirmedin?
İkinci büyük iletişim hatasını da şimdi yapıyorlar...
Torunlar davayı açar açmaz, ‘konu yönetimi’ yaparak, Louis Renault adlı şahsın, şu sıra ürettikleri otomobil ile hiçbir ilişkisinin olmadığını anlatmaları gerekirdi belki. Marka itibarı açısından bir tür tsunami sayılabilecek bu tehlikeyi savuşturmanın en doğru yolu, kriz iletişimine ihtiyaç duyurmayacak ön hazırlıkla, iri dalgaların önünü kesmek ve etkisiz halde kıyıya vurmalarını sağlamaktı.
Fransızlar ‘yüzleşme’ye bayılır. Şimdi ‘yüzleşerek’ korusunlar bakalım markalarını...