‘Ben markayım’ deyince, marka olunmuyor
01 şUBAT 2004
Geçen hafta Tarkan’ın çıkardığı kokunun satmayacağından söz etmiştim. Ayrıca Beyaz, Mustafa Sandal ve Hülya Avşar’ın da çıkarmaya hazırlandığı kokuların da satış şansları olmadığını eklemiştim.
Diğerleriyle ilgili ciddi itirazlar almadım. Ama bu sayfada ne zaman Hülya Avşar Hanımdan ve onun marka olma serüveninden söz etsem mutlaka onu ‘fan’larından ciddi tepkiler gelir. Bu kez de öyle oldu.
Ayrıca yine geçen hafta “Marka yönetiminin 5 adımı” ile ilgili ayrıntılı bilgi almak isteyen bana yazsın, dedim. Rekor denebilecek sayıda e-posta geldi. Bu çok sevindirici. Demek ki, ‘bu topraklardan yakında marka çıkacak’... Hazırladığım iki sayfalık özet bir dokümanı bu okurlarıma gönderdim.
Keşke Hülya Hanımın ‘fan’ları da o bilgileri isteselerdi. O zaman şunu anlayacaklardı: 1. Hülya Hanımın başta sinema oyunculuğu olmak üzere, sahne ve TV performansı konusunda en önde gelen hayranlarından biri de benim. 2. Ben Hülya Avşar Hanım veya diğer herhangi bir şöhret marka olamaz demiyorum. Bunlar kendilerinin marka olduklarını iddia ediyorlar. Bu doğru değil diyorum. 3. Bu nedenle de adlarını taşıyan ürünler uzun vadede satmaz. Bunu Türkiye’de pek çok şöhret denedi. Sonuç hüsran oldu. 4. Şöhret olup adını bir şirkete ve onun çıkaracağı bir ürüne teslim edince marka olamazsın. Kendi markanı yönetmeyi bilmen lazım. 5. Şöhretin adını taşıyan bir ürün ilk 6 ay içinde çok satıyor demek, marka oldu demek değildir. Uzun vadede çok satması, diğer ürünlerle desteklenmesi ve ekonomik açıdan da başarılı olması demektir. Ayrıca günümüzde tek bir ülke sınırları içinde marka olmak demek de pek bir şey demek değildir.
Aldığım mektupların içinde en akıllısı Filiz Can hanımdan geleni idi. Bana pek çok konuda hak veriyor, fakat özetle diyor ki, “İş Hülya Avşar’a gelince size katılmıyorum. Avşar’ın t-shirtleri, dergisi satıyor, reklamını yaptığı ürünler de satıyor... Nasıl marka olmadığını iddia edebilirsiniz?..”
Türkiye’de dergi yayıncılığı sektörünün kendisi yerlerde sürünüyor. Reklam pastasından aldıkları pay dünya ile kıyaslandığında çok düşük. Tirajları iki rakamlı sayıları bulanlar bile çok az. Kısmen başarılı 3-4 tanesi dışında, tamamı ya ABD, İngiltere ve Fransa’dan direkt ithal ya da o ülkelerdeki o örneklerinin birebir taklitleri. Hülya dergisi ‘körler ülkesindeki tek gözlü’ vatandaşlardan biri olabilir. Bu, marka oldu mu demektir?..
Bunun tersi durumlarda da iş yürümez. Maltepe sigarası çok satıyor olabilir. Ama Marlboro, Dunhill, Harley Davidson gibi giyim ve aksesuar alanında Maltepe markası ile ürün çıkarın, bakın neler gelir başınıza. Markanın vaadi ve güveni tesis edilmedikçe de şöhret bir şey ifade etmez. Terörist başı Abdullah Öcalan da kendi çapında bir şöhrettir. Niye marka olamaz?
T-shirt’lere gelince. Biraz bekleyelim. Gelecek yıl bu zamanlar konuşalım. Reklamlarında ise, Türkiye’nin en büyük pop yıldızlarından biri yer alır, ajans da iyi bir kampanya yaparsa, tabii ki iş başarılı olur. Ama bu Hülya hanımın marka olduğunu hâlâ göstermez.
Bu iş için çözüm yolu çok net ve basit: 1. Bu işi bilmediğini bileceksin. 2. İşi ehline teslim edeceksin. Serdar Erener, Bülent Erkmen gibi kişiler ve/veya Türkiye’de bu işi hangi markalar başarmışsa (Ülker, Mavi Jeans, Arçelik, Vestel, Derimod, Vakko, Beymen vb) onların reklam ajansları gibi kurumlarla anlaşacaksın. 3. Ayrıca en az 25-30 kişilik bir marka yönetim ekibi kuracaksın. (Bkz. 5 adım) Bütün bu yatırımları markanın sahibi olarak sen yapacaksın. Risk alacaksın. Ona buna, ya da senin adını kiralamak isteyenlere ihale etmeyeceksin.
Esas amacım hayranı olduğum ve marka olmak için her türlü ön koşula sahip olan Hülya Hanım’dan söz etmek değil. Sözüm, iş dünyasının tamamına... Milyonlarca Doları her yıl sokağa atan iş adamlarına... Hani bizi tanısınlar, haberim çıksın yeter, iyi bir satış ve dağıtım teşkilatı kurarım olur diyenlere...
Bu arada küçük bir not: Şu sıra meslektaşlardan duydum. 300 – 400 kişilik şirket içi bayi toplantıları ya da büyük etkinlikler için Pop Star yarışmasını kazananları öneriyorlarmış. Ama hiçbir şirket kabul etmiyormuş. Hâlâ Tarkan, Sezen Aksu, Hülya Avşar, Aşkın Nur Yengi, Candan Erçetin, Seda Sayan revaçta imiş. Sizce neden?
Siz hangi tür ‘homo’sunuz?
Uzun bir zamandır şu üç kavram üzerine bilgilenmeye çalışıyorum. Homo economicus (HE), Homo sociologicus (HS) ve Homo Individualis (HI)...
Bakın çevrenize üçünden de bol miktarda var.
HE tipleri her şeye para, ekonomi ve iktidar penceresinden bakarlarmış. 80’li yıllardan 2000’lerin başına kadar ülkemize egemen olan ve hâlâ kalıntıları ciddi bir biçimde süren ‘neşeli cahiliye devrine’ damgasını vurdukları söylenebilir.
HS tipleri ise her şeye toplumsallık penceresinden bakarlarmış. Birey hiçbir şey, toplumsal hedefler her şeymiş bunlar için. Bunların da 60’larla 80’lerin başına kadar önde oldukları ve toplumdaki genel akımları etkiledikleri iddia edilebilir.
2000’ler için HI’lerin yılları denebilir. Bireysel duruş ve hedefler her şeydir, gerisi boştur. Siz hangi tür ‘homo’ sınıfına giriyorsunuz bilemem. Ben naçizane Homo Sapiens (HS) olmaya çalışıyorum. Ansiklopedi HS’yi “Mevcut olanaklara dair sahip olduğu bilgiler ışığında mümkün olan en iyi yaşam koşullarını elde etmeye çalışır” diye tanımlıyor.
İnsanın ve toplumların geleceğini, bireylerin hayatını belirleyen bu ‘duruş’larla ilgili biraz daha ayrıntılı bilgi (2 sayfalık bir doküman) istiyorsanız bana bir e-posta atın lütfen...
Yine ‘e-tebrikler’ başladı...
Oradan buradan kopyalanıp yapıştırılmış, Louis-Abdül stili ağdalı e-mesajlar başladı yine... İyi dilek çöplüğü oluşturulan günler geldi yine. Ne gönderenin adı anlaşılır; ne de gönderilene özel tek laf vardır.
Yaz mesajı. Bir klik. Gönder gitsin. Böyle gelen mesajları çöpe atmak için harcanan zamana bile yazık. Bu mudur bizim bayram geleneğimiz? Nerede kaldı büyüklerin elini, küçüklerin yanaklarını öpmek. Ya da en azından birbirimizin sesini duyarak bayramlaşmak. Bir kez daha eşe dosta buradan hatırlatayım. Bana özel yazılmamış, ya da toplu gönderim olduğu anlaşılan her mesajı bu bayramda da okumadan çöpe atacağım. Kendini gizleyen numaralara cep telefonunda cevap vermeyeceğim. Not bıraksınlar, geri ararım. Benim adımı yazsa bile internet üzerinde hazırlanmış fabrika çıkışı tebrikler de çöpe gidecek.
Bana ulaşmak için telefonum: 0212 347 00 52 / 137
Ben Sabah okurlarına inanıyorum. Nezahat sınırını aşmayacaklarına emninim...
Hepinize bu vesile ile esenlikler diliyorum.
Genç anne-babalara tavsiye
Kızıma ilk okula başladığı günden beri harçlığını haftalık olarak veririz. Birinci sınıfa ilk gittiği gün, yani altı yaşındayken kendisine demiştim ki, “18 yaşına kadar ne kadar para biriktirirsen, o yaşa geldiğinde bir o kadar da ben sana vereceğim. O para hangi marka otomobile yetiyorsa onu alırsın!”
Açıkça ifade etmeliyim ki, üç kuruş haftalığı ile ciddî bir birikim sağlayabileceğine pek ihtimal vermemiştim. Fakat bir şeyi atlamışım. Bayramlarda, dayılarının ve anneannesinin verdikleri hiç de küçümsenmeyecek miktardaki para armağanlarını...
Deniz şimdi 19 yaşında. Galatasaray Üniversitesi’ne gidiyor. 13 yılda 7 milyar lira biriktirmiş. Annesi arta kalan kısım için banka kredisi aldı. Öyle ciddi bir miktar değil. Ev giderlerinden tasarruf ederek bir yılda ödeyecek. Bu arada henüz 12 yaşında olan oğlumun da şimdiden kendi çapında önemli bir birikimi olduğunu öğrendim... 6 yıl sonra yanacağız herhalde...
İnanması zor olabilir. Ama kendimi, Deniz’in 1.2 otomatik Albea’sında, çalıştığım şirketin kullanımıma verdiği, geçen yılın ‘en iyi lüks otomobili’ seçilen Audi A8’den çok daha keyifli hissediyorum... Genç anne ve babalara duyurulur...
Çamurun izi kendi kendine gitmez
Saddam’ın destek bulmak için açıktan kâr sağlayarak milyonlarca varil halinde satış yaptığı 270 ismi, ABD’nin saygın kanallarından ABC News’de yayınlandı. Bizden de iki iş adamı var: Zeynel Abidin Erdem ve Lütfü Akdoğan.
Zeynel Abidin Erdem ABD ziyareti sırasında Başbakan Erdoğan’ın yanına yanaşmış; ‘Vallahi Billahi yalan!” demiş... İtham altında bulunan diğer iş adamımız Lütfü Akdoğan da aynı görüşte. Başbakan da, “Madem yalan; kamu oyunu bilgilendirin o zaman” demiş... Onlar da “Bu bir iftiradır” demişler...
Sizce iletişim açısından iş bitti mi? Yoksa her iki iş adamımız üzerinde şaibe kaldı mı? Bizce ikincisi. Sayın Erdem ve Akdoğan’a acil tavsiyemiz: Bu kendileri için bir kriz durumudur. “BM ve Dışişleri Bakanlığımız durumu açıklasınlar” demekle olmaz. “Biz bu işi yönetmeyi biliriz” diye düşünmekle hiç olmaz. Tek yapacakları şey derhal bir kriz iletişimi uzmanına danışmaları... Verilen bilgi yanlış da olsa, doğru da olsa bu krizde az hasarla çıkma yollarını onlara gösterirler. Yoksa çamurun izinin kalmasını engellemeleri mümkün değil.
Kısa...Kısa...Kısa...
· Prof. Dr. Osman Müftüoğlu çok hoş bir kitapçık yazmış: “İkinci Bahara Nasıl Hazırlanalım?” Garanti Emeklilik sponsor olmuş. Müftüoğlu’nun bu çerçevede hazırladığı reklam spotları tüm radyolarda geçiyor. Mesajı çok net. Bu arada hocanın Türkiye’nin çeşitli illerinde vereceği seminerlerinden ilkine katıldım. Pek çok sağlıklı ve kaliteli yaşam söyleminden daha fazla aklımda kalan en çarpıcı öğüt şu oldu: “Arada bir kendinize kırmıza ışıkta geçme konusunda hoşgörülü davranın”. Müftüoğlu’nun kitabını ücretsiz olarak edinmek için şu adrese bir e-posta göndermeniz yeterliymiş: [email protected]
· Sabancı Holding yetkilileri çok ilginç bir iletişim örneği sergilemişler. Düzenledikleri basın toplantısında basın mensuplarına gerekli bilgileri dağıtmak için özel bir gazete çıkarmışlar. Bazıları 4 sayfalı son derece profesyonelce hazırlanmış bu özel gazetenin, gazeteciler tarafından yadırganacağını iddia edenler olsa da, ben çözümü son derece yaratıcı ve işlevsel buldum. Pek çok gazetecinin de benim gibi düşündüğü belli ki, basın toplantısının yansımaları çok başarılıydı...
· Reklamın reklamı olur mu? Olur. Hem de çok iyi olur. Çok sık da baş vurulan bir yöntemdir. En güzel örneklerinden birini Doritos Alaturka veriyor. Cem Yılmaz’ın oynadığı reklamların TV’lerde hangi saatlerde geçeceğini gazeteye verdikleri reklamlarla ilan ediyorlar. Çok akıllıca bir iş.
· Marlboro Light kutularının içine konan bilgilendirme notunu gördünüz mü? Baştan sona sigara içmenin zararları üzerine bir bilgi deposu... Bana ilginç ve cesurca bir girişim gibi geldi. Ayrıca gelecekte sigara üreticilerini bekleyen çeşitli kısıtlamalara karşı akıllıca bir önlem... Sigara içen birinden edinip bir okuyun. Hayli ilginç bir iletişim stratejisi.
· Yeni Şafak gazetesi, Koç Topluluğu’nun reklamlarını yayınlamayacağını ilan etmiş. Koç’un bazı üst düzey yöneticileri, “Biz de sizi tanımıyoruz!” dememişler. Kalkıp bir zahmet gidip Yeni Şafak yöneticileriyle görüşmüşler... Eskiden böyle durumlarda kavga büyür de büyür, bundan iki taraf da zarar görürdü. Bu yaklaşım Türkiye’de ‘ilişki yönetimi’ anlayışının da evrim geçirdiğini gösteriyor.
· Haliç Rotary Türkiye ile ilgili ilginç ve çarpıcı bir sunum hazırlamış. İnternet ortamında bu sunuma ulaşmak kolay. Verilen linke girdiğinizde bir film başlıyor. Bana sorarsanız, hem konsepti iyi hem de içeriği. Bir girip bakın, beğenirseniz yabancı dostlarınıza mail’leyin. Etkili olabilir: www.halicrotary.org
Diğerleriyle ilgili ciddi itirazlar almadım. Ama bu sayfada ne zaman Hülya Avşar Hanımdan ve onun marka olma serüveninden söz etsem mutlaka onu ‘fan’larından ciddi tepkiler gelir. Bu kez de öyle oldu.
Ayrıca yine geçen hafta “Marka yönetiminin 5 adımı” ile ilgili ayrıntılı bilgi almak isteyen bana yazsın, dedim. Rekor denebilecek sayıda e-posta geldi. Bu çok sevindirici. Demek ki, ‘bu topraklardan yakında marka çıkacak’... Hazırladığım iki sayfalık özet bir dokümanı bu okurlarıma gönderdim.
Keşke Hülya Hanımın ‘fan’ları da o bilgileri isteselerdi. O zaman şunu anlayacaklardı: 1. Hülya Hanımın başta sinema oyunculuğu olmak üzere, sahne ve TV performansı konusunda en önde gelen hayranlarından biri de benim. 2. Ben Hülya Avşar Hanım veya diğer herhangi bir şöhret marka olamaz demiyorum. Bunlar kendilerinin marka olduklarını iddia ediyorlar. Bu doğru değil diyorum. 3. Bu nedenle de adlarını taşıyan ürünler uzun vadede satmaz. Bunu Türkiye’de pek çok şöhret denedi. Sonuç hüsran oldu. 4. Şöhret olup adını bir şirkete ve onun çıkaracağı bir ürüne teslim edince marka olamazsın. Kendi markanı yönetmeyi bilmen lazım. 5. Şöhretin adını taşıyan bir ürün ilk 6 ay içinde çok satıyor demek, marka oldu demek değildir. Uzun vadede çok satması, diğer ürünlerle desteklenmesi ve ekonomik açıdan da başarılı olması demektir. Ayrıca günümüzde tek bir ülke sınırları içinde marka olmak demek de pek bir şey demek değildir.
Aldığım mektupların içinde en akıllısı Filiz Can hanımdan geleni idi. Bana pek çok konuda hak veriyor, fakat özetle diyor ki, “İş Hülya Avşar’a gelince size katılmıyorum. Avşar’ın t-shirtleri, dergisi satıyor, reklamını yaptığı ürünler de satıyor... Nasıl marka olmadığını iddia edebilirsiniz?..”
Türkiye’de dergi yayıncılığı sektörünün kendisi yerlerde sürünüyor. Reklam pastasından aldıkları pay dünya ile kıyaslandığında çok düşük. Tirajları iki rakamlı sayıları bulanlar bile çok az. Kısmen başarılı 3-4 tanesi dışında, tamamı ya ABD, İngiltere ve Fransa’dan direkt ithal ya da o ülkelerdeki o örneklerinin birebir taklitleri. Hülya dergisi ‘körler ülkesindeki tek gözlü’ vatandaşlardan biri olabilir. Bu, marka oldu mu demektir?..
Bunun tersi durumlarda da iş yürümez. Maltepe sigarası çok satıyor olabilir. Ama Marlboro, Dunhill, Harley Davidson gibi giyim ve aksesuar alanında Maltepe markası ile ürün çıkarın, bakın neler gelir başınıza. Markanın vaadi ve güveni tesis edilmedikçe de şöhret bir şey ifade etmez. Terörist başı Abdullah Öcalan da kendi çapında bir şöhrettir. Niye marka olamaz?
T-shirt’lere gelince. Biraz bekleyelim. Gelecek yıl bu zamanlar konuşalım. Reklamlarında ise, Türkiye’nin en büyük pop yıldızlarından biri yer alır, ajans da iyi bir kampanya yaparsa, tabii ki iş başarılı olur. Ama bu Hülya hanımın marka olduğunu hâlâ göstermez.
Bu iş için çözüm yolu çok net ve basit: 1. Bu işi bilmediğini bileceksin. 2. İşi ehline teslim edeceksin. Serdar Erener, Bülent Erkmen gibi kişiler ve/veya Türkiye’de bu işi hangi markalar başarmışsa (Ülker, Mavi Jeans, Arçelik, Vestel, Derimod, Vakko, Beymen vb) onların reklam ajansları gibi kurumlarla anlaşacaksın. 3. Ayrıca en az 25-30 kişilik bir marka yönetim ekibi kuracaksın. (Bkz. 5 adım) Bütün bu yatırımları markanın sahibi olarak sen yapacaksın. Risk alacaksın. Ona buna, ya da senin adını kiralamak isteyenlere ihale etmeyeceksin.
Esas amacım hayranı olduğum ve marka olmak için her türlü ön koşula sahip olan Hülya Hanım’dan söz etmek değil. Sözüm, iş dünyasının tamamına... Milyonlarca Doları her yıl sokağa atan iş adamlarına... Hani bizi tanısınlar, haberim çıksın yeter, iyi bir satış ve dağıtım teşkilatı kurarım olur diyenlere...
Bu arada küçük bir not: Şu sıra meslektaşlardan duydum. 300 – 400 kişilik şirket içi bayi toplantıları ya da büyük etkinlikler için Pop Star yarışmasını kazananları öneriyorlarmış. Ama hiçbir şirket kabul etmiyormuş. Hâlâ Tarkan, Sezen Aksu, Hülya Avşar, Aşkın Nur Yengi, Candan Erçetin, Seda Sayan revaçta imiş. Sizce neden?
Siz hangi tür ‘homo’sunuz?
Uzun bir zamandır şu üç kavram üzerine bilgilenmeye çalışıyorum. Homo economicus (HE), Homo sociologicus (HS) ve Homo Individualis (HI)...
Bakın çevrenize üçünden de bol miktarda var.
HE tipleri her şeye para, ekonomi ve iktidar penceresinden bakarlarmış. 80’li yıllardan 2000’lerin başına kadar ülkemize egemen olan ve hâlâ kalıntıları ciddi bir biçimde süren ‘neşeli cahiliye devrine’ damgasını vurdukları söylenebilir.
HS tipleri ise her şeye toplumsallık penceresinden bakarlarmış. Birey hiçbir şey, toplumsal hedefler her şeymiş bunlar için. Bunların da 60’larla 80’lerin başına kadar önde oldukları ve toplumdaki genel akımları etkiledikleri iddia edilebilir.
2000’ler için HI’lerin yılları denebilir. Bireysel duruş ve hedefler her şeydir, gerisi boştur. Siz hangi tür ‘homo’ sınıfına giriyorsunuz bilemem. Ben naçizane Homo Sapiens (HS) olmaya çalışıyorum. Ansiklopedi HS’yi “Mevcut olanaklara dair sahip olduğu bilgiler ışığında mümkün olan en iyi yaşam koşullarını elde etmeye çalışır” diye tanımlıyor.
İnsanın ve toplumların geleceğini, bireylerin hayatını belirleyen bu ‘duruş’larla ilgili biraz daha ayrıntılı bilgi (2 sayfalık bir doküman) istiyorsanız bana bir e-posta atın lütfen...
Yine ‘e-tebrikler’ başladı...
Oradan buradan kopyalanıp yapıştırılmış, Louis-Abdül stili ağdalı e-mesajlar başladı yine... İyi dilek çöplüğü oluşturulan günler geldi yine. Ne gönderenin adı anlaşılır; ne de gönderilene özel tek laf vardır.
Yaz mesajı. Bir klik. Gönder gitsin. Böyle gelen mesajları çöpe atmak için harcanan zamana bile yazık. Bu mudur bizim bayram geleneğimiz? Nerede kaldı büyüklerin elini, küçüklerin yanaklarını öpmek. Ya da en azından birbirimizin sesini duyarak bayramlaşmak. Bir kez daha eşe dosta buradan hatırlatayım. Bana özel yazılmamış, ya da toplu gönderim olduğu anlaşılan her mesajı bu bayramda da okumadan çöpe atacağım. Kendini gizleyen numaralara cep telefonunda cevap vermeyeceğim. Not bıraksınlar, geri ararım. Benim adımı yazsa bile internet üzerinde hazırlanmış fabrika çıkışı tebrikler de çöpe gidecek.
Bana ulaşmak için telefonum: 0212 347 00 52 / 137
Ben Sabah okurlarına inanıyorum. Nezahat sınırını aşmayacaklarına emninim...
Hepinize bu vesile ile esenlikler diliyorum.
Genç anne-babalara tavsiye
Kızıma ilk okula başladığı günden beri harçlığını haftalık olarak veririz. Birinci sınıfa ilk gittiği gün, yani altı yaşındayken kendisine demiştim ki, “18 yaşına kadar ne kadar para biriktirirsen, o yaşa geldiğinde bir o kadar da ben sana vereceğim. O para hangi marka otomobile yetiyorsa onu alırsın!”
Açıkça ifade etmeliyim ki, üç kuruş haftalığı ile ciddî bir birikim sağlayabileceğine pek ihtimal vermemiştim. Fakat bir şeyi atlamışım. Bayramlarda, dayılarının ve anneannesinin verdikleri hiç de küçümsenmeyecek miktardaki para armağanlarını...
Deniz şimdi 19 yaşında. Galatasaray Üniversitesi’ne gidiyor. 13 yılda 7 milyar lira biriktirmiş. Annesi arta kalan kısım için banka kredisi aldı. Öyle ciddi bir miktar değil. Ev giderlerinden tasarruf ederek bir yılda ödeyecek. Bu arada henüz 12 yaşında olan oğlumun da şimdiden kendi çapında önemli bir birikimi olduğunu öğrendim... 6 yıl sonra yanacağız herhalde...
İnanması zor olabilir. Ama kendimi, Deniz’in 1.2 otomatik Albea’sında, çalıştığım şirketin kullanımıma verdiği, geçen yılın ‘en iyi lüks otomobili’ seçilen Audi A8’den çok daha keyifli hissediyorum... Genç anne ve babalara duyurulur...
Çamurun izi kendi kendine gitmez
Saddam’ın destek bulmak için açıktan kâr sağlayarak milyonlarca varil halinde satış yaptığı 270 ismi, ABD’nin saygın kanallarından ABC News’de yayınlandı. Bizden de iki iş adamı var: Zeynel Abidin Erdem ve Lütfü Akdoğan.
Zeynel Abidin Erdem ABD ziyareti sırasında Başbakan Erdoğan’ın yanına yanaşmış; ‘Vallahi Billahi yalan!” demiş... İtham altında bulunan diğer iş adamımız Lütfü Akdoğan da aynı görüşte. Başbakan da, “Madem yalan; kamu oyunu bilgilendirin o zaman” demiş... Onlar da “Bu bir iftiradır” demişler...
Sizce iletişim açısından iş bitti mi? Yoksa her iki iş adamımız üzerinde şaibe kaldı mı? Bizce ikincisi. Sayın Erdem ve Akdoğan’a acil tavsiyemiz: Bu kendileri için bir kriz durumudur. “BM ve Dışişleri Bakanlığımız durumu açıklasınlar” demekle olmaz. “Biz bu işi yönetmeyi biliriz” diye düşünmekle hiç olmaz. Tek yapacakları şey derhal bir kriz iletişimi uzmanına danışmaları... Verilen bilgi yanlış da olsa, doğru da olsa bu krizde az hasarla çıkma yollarını onlara gösterirler. Yoksa çamurun izinin kalmasını engellemeleri mümkün değil.
Kısa...Kısa...Kısa...
· Prof. Dr. Osman Müftüoğlu çok hoş bir kitapçık yazmış: “İkinci Bahara Nasıl Hazırlanalım?” Garanti Emeklilik sponsor olmuş. Müftüoğlu’nun bu çerçevede hazırladığı reklam spotları tüm radyolarda geçiyor. Mesajı çok net. Bu arada hocanın Türkiye’nin çeşitli illerinde vereceği seminerlerinden ilkine katıldım. Pek çok sağlıklı ve kaliteli yaşam söyleminden daha fazla aklımda kalan en çarpıcı öğüt şu oldu: “Arada bir kendinize kırmıza ışıkta geçme konusunda hoşgörülü davranın”. Müftüoğlu’nun kitabını ücretsiz olarak edinmek için şu adrese bir e-posta göndermeniz yeterliymiş: [email protected]
· Sabancı Holding yetkilileri çok ilginç bir iletişim örneği sergilemişler. Düzenledikleri basın toplantısında basın mensuplarına gerekli bilgileri dağıtmak için özel bir gazete çıkarmışlar. Bazıları 4 sayfalı son derece profesyonelce hazırlanmış bu özel gazetenin, gazeteciler tarafından yadırganacağını iddia edenler olsa da, ben çözümü son derece yaratıcı ve işlevsel buldum. Pek çok gazetecinin de benim gibi düşündüğü belli ki, basın toplantısının yansımaları çok başarılıydı...
· Reklamın reklamı olur mu? Olur. Hem de çok iyi olur. Çok sık da baş vurulan bir yöntemdir. En güzel örneklerinden birini Doritos Alaturka veriyor. Cem Yılmaz’ın oynadığı reklamların TV’lerde hangi saatlerde geçeceğini gazeteye verdikleri reklamlarla ilan ediyorlar. Çok akıllıca bir iş.
· Marlboro Light kutularının içine konan bilgilendirme notunu gördünüz mü? Baştan sona sigara içmenin zararları üzerine bir bilgi deposu... Bana ilginç ve cesurca bir girişim gibi geldi. Ayrıca gelecekte sigara üreticilerini bekleyen çeşitli kısıtlamalara karşı akıllıca bir önlem... Sigara içen birinden edinip bir okuyun. Hayli ilginç bir iletişim stratejisi.
· Yeni Şafak gazetesi, Koç Topluluğu’nun reklamlarını yayınlamayacağını ilan etmiş. Koç’un bazı üst düzey yöneticileri, “Biz de sizi tanımıyoruz!” dememişler. Kalkıp bir zahmet gidip Yeni Şafak yöneticileriyle görüşmüşler... Eskiden böyle durumlarda kavga büyür de büyür, bundan iki taraf da zarar görürdü. Bu yaklaşım Türkiye’de ‘ilişki yönetimi’ anlayışının da evrim geçirdiğini gösteriyor.
· Haliç Rotary Türkiye ile ilgili ilginç ve çarpıcı bir sunum hazırlamış. İnternet ortamında bu sunuma ulaşmak kolay. Verilen linke girdiğinizde bir film başlıyor. Bana sorarsanız, hem konsepti iyi hem de içeriği. Bir girip bakın, beğenirseniz yabancı dostlarınıza mail’leyin. Etkili olabilir: www.halicrotary.org