‘Biz kulübün arkasındayız!’
11 TEMMUZ 2011
Fenerbahçe Yönetim Kurulu ve onu temsilen Nihat Özdemir, nihayet iletişime geçtiler… Biraz geç… Ancak yine de nitelik olarak kabul edilebilir sınırların ötesinde… Yönetimin dizilişi mükemmeldi. “Biz kulübün arkasındayız” diyorlardı…
Göz altına almaların başladığı ilk saatlerde yazdık. Kriz iletişiminde üç şey çok önemlidir: 1. Zaman kaybetmemek, hızlı reaksiyon, 2. Hasar tespiti ve bu hasara orantılı dozajda tepki, 3. Eğer suçlamalar gerçekse, gereken kabullerin hemen yapılıp, ödenmesi gereken diyetlerin hepsinin ödenmesi, özürlerin direnmesi… İtibar ancak böyle kurtulur ve/veya yeniden tesis edilir…
Nihat Ödemir ver arkadaşlarını kutluyorum… Ancak başlatılan iletişimin devamının gelmesi şart… Bir kulüp sözcüsünün yönetimin talimatı doğrultusunda, gereken sıklıkta basını bilgi ve yorumla beslemesi gerekir. Yoksa basın doğal olarak kendi kafasına göre takılır, kamuoyunun bilgilenme talebini karşılamak zorundadır. Beslenmedi diye, yerinde oturamaz…
Bir ruh ancak böyle ‘çağırılır’
Son dönemlerde izlediğim en iyi canlı performanslardan biriydi (bizim Alinihat’ın acıkınca tutturduğu ağlama seanslarını saymazsak)… Marcus Miller, Herbie Hancock, Wayne Shorter…
Konserin adını bu üçlü şöyle koymuş: Tribute to Miles Davis… (Miles Davis’e Saygıyla)
Orkestrayı sunup konsepti anlatırken mükemmel ve ona yakışan kısalıkta bir konuşma yaptı Marcus Miller… Orada olmayan / olamayanlara bu konuşmadan en azından bir bölüm aktarmalıyım…
Miller dedi ki: “Miles’ın 20’ci yılında onu anmamız gerektiğini düşündüm. Hemen bir iki dahi aradım. Bu arada tabii ki Wayne Shorter’a sordum ve de Herbie Hancock’a… İkisi de ikiletmediler. Ben de lafı uzatmadan projeyi anlattım. Üçümüz de Miles’la çalmıştık… Onun müziğini değil, ruhunu canlandırmalıydık. Bu onun hayatının bir ‘soundtrack’i (orijinal film müziği) olacaktı. Bizden onun parçalarını bire bir çalmamızı beklemeyin. Onun duygularıyla çalmamızı bekleyin!”…
Müthiş bir sunuş. Miles Davis’i eşim de ben de izlemişiz. Birbirimizden habersiz tabii. Yıllar önce… Dün gece de ruhunu diledik… Üç dâhiden ve en az onlar kadar başarılı trompetçi Sean Jones ve davulcu Sean Rickman’den…
Keşke Miller’e yıllar önce Miles’ın da aynı sahnede çalmış olduğunu hatırlatsalardı… Miller iki çift laf da onun için ederdi mutlaka…
Kaçırdınız ise, You Tube’da bir tur atın… Biri ki hoş görüntü ve müzik yakalayabilirsiniz…
Tekgül de bir pop klasiğiydi
Nasıl da atlamışım… Sevgili Savaş Ay yazmış… Üstad Hasan Pulur Ağabey de yazmış… Şöyle girmiş yazıya: “1950’li, 1960’lı yılları hatırlayanlar, O’nu mutlaka hayallerinde canlandırırlar. Zarif bir kızdı Özcan Tekgül... Akranlarıyla onu ayıran, fark inceliğiydi, öyle kalın kalçalı bir dansöz değildi. Şöhretse şöhret, güzellikse güzellik, oyunsa oyun... Bugün, siyasi tartışmalarda bile kullanılan “dansöz gibi kıvırma!” deyimi, belki de onun ustalığından geliyordu...”
‘Daimi yatılı’ okuduğumuz lise yıllarında özellikle Çarşamba geceleri Çemberlitaş’taki Şafak, Alemdar ya da Marmara Sineması’nda onu filmlerini izlerdik…
Sonra izini 1970’lerin sonlarında Hey dergisinde çalışmaya başladığım günlerde sürdüm… Haberlerini ben yapmadım ancak Turhan Aksoy veya Erman Şener ağabeylerimizin onun ile ilgili anlattıklarına birinci ağızdan tanık olduk…
Daha sonra, 1980’lerin ortasında Attilâ İlhan ve Ülkü ile birlikte Karacan Yayınlarında çıkardığımız Sanat Olayı dergisinde Özcan Tekgül'ü "Dansözlüğün Gizli Tarihi" konulu bir dosya nedeniyle kapak yapmıştık. O günkü tartışmaları ve bize karşı çıkan kıskançları unutamam… Popüler kültür ikonlarına sahip çıkılması meselesini her zaman reddetmiş olan süper ‘aydınlarımızı’ nasıl unuturum… Oların pek çoğu sonradan hidayete erdiler (!)… Ancak biz o noktayı çoktan terk etmiştik… Tekgül de pop klasiği haline gelmiş bir stardı… Ruhu şad olsun…
Göz altına almaların başladığı ilk saatlerde yazdık. Kriz iletişiminde üç şey çok önemlidir: 1. Zaman kaybetmemek, hızlı reaksiyon, 2. Hasar tespiti ve bu hasara orantılı dozajda tepki, 3. Eğer suçlamalar gerçekse, gereken kabullerin hemen yapılıp, ödenmesi gereken diyetlerin hepsinin ödenmesi, özürlerin direnmesi… İtibar ancak böyle kurtulur ve/veya yeniden tesis edilir…
Nihat Ödemir ver arkadaşlarını kutluyorum… Ancak başlatılan iletişimin devamının gelmesi şart… Bir kulüp sözcüsünün yönetimin talimatı doğrultusunda, gereken sıklıkta basını bilgi ve yorumla beslemesi gerekir. Yoksa basın doğal olarak kendi kafasına göre takılır, kamuoyunun bilgilenme talebini karşılamak zorundadır. Beslenmedi diye, yerinde oturamaz…
Bir ruh ancak böyle ‘çağırılır’
Son dönemlerde izlediğim en iyi canlı performanslardan biriydi (bizim Alinihat’ın acıkınca tutturduğu ağlama seanslarını saymazsak)… Marcus Miller, Herbie Hancock, Wayne Shorter…
Konserin adını bu üçlü şöyle koymuş: Tribute to Miles Davis… (Miles Davis’e Saygıyla)
Orkestrayı sunup konsepti anlatırken mükemmel ve ona yakışan kısalıkta bir konuşma yaptı Marcus Miller… Orada olmayan / olamayanlara bu konuşmadan en azından bir bölüm aktarmalıyım…
Miller dedi ki: “Miles’ın 20’ci yılında onu anmamız gerektiğini düşündüm. Hemen bir iki dahi aradım. Bu arada tabii ki Wayne Shorter’a sordum ve de Herbie Hancock’a… İkisi de ikiletmediler. Ben de lafı uzatmadan projeyi anlattım. Üçümüz de Miles’la çalmıştık… Onun müziğini değil, ruhunu canlandırmalıydık. Bu onun hayatının bir ‘soundtrack’i (orijinal film müziği) olacaktı. Bizden onun parçalarını bire bir çalmamızı beklemeyin. Onun duygularıyla çalmamızı bekleyin!”…
Müthiş bir sunuş. Miles Davis’i eşim de ben de izlemişiz. Birbirimizden habersiz tabii. Yıllar önce… Dün gece de ruhunu diledik… Üç dâhiden ve en az onlar kadar başarılı trompetçi Sean Jones ve davulcu Sean Rickman’den…
Keşke Miller’e yıllar önce Miles’ın da aynı sahnede çalmış olduğunu hatırlatsalardı… Miller iki çift laf da onun için ederdi mutlaka…
Kaçırdınız ise, You Tube’da bir tur atın… Biri ki hoş görüntü ve müzik yakalayabilirsiniz…
Tekgül de bir pop klasiğiydi
Nasıl da atlamışım… Sevgili Savaş Ay yazmış… Üstad Hasan Pulur Ağabey de yazmış… Şöyle girmiş yazıya: “1950’li, 1960’lı yılları hatırlayanlar, O’nu mutlaka hayallerinde canlandırırlar. Zarif bir kızdı Özcan Tekgül... Akranlarıyla onu ayıran, fark inceliğiydi, öyle kalın kalçalı bir dansöz değildi. Şöhretse şöhret, güzellikse güzellik, oyunsa oyun... Bugün, siyasi tartışmalarda bile kullanılan “dansöz gibi kıvırma!” deyimi, belki de onun ustalığından geliyordu...”
‘Daimi yatılı’ okuduğumuz lise yıllarında özellikle Çarşamba geceleri Çemberlitaş’taki Şafak, Alemdar ya da Marmara Sineması’nda onu filmlerini izlerdik…
Sonra izini 1970’lerin sonlarında Hey dergisinde çalışmaya başladığım günlerde sürdüm… Haberlerini ben yapmadım ancak Turhan Aksoy veya Erman Şener ağabeylerimizin onun ile ilgili anlattıklarına birinci ağızdan tanık olduk…
Daha sonra, 1980’lerin ortasında Attilâ İlhan ve Ülkü ile birlikte Karacan Yayınlarında çıkardığımız Sanat Olayı dergisinde Özcan Tekgül'ü "Dansözlüğün Gizli Tarihi" konulu bir dosya nedeniyle kapak yapmıştık. O günkü tartışmaları ve bize karşı çıkan kıskançları unutamam… Popüler kültür ikonlarına sahip çıkılması meselesini her zaman reddetmiş olan süper ‘aydınlarımızı’ nasıl unuturum… Oların pek çoğu sonradan hidayete erdiler (!)… Ancak biz o noktayı çoktan terk etmiştik… Tekgül de pop klasiği haline gelmiş bir stardı… Ruhu şad olsun…