‘Büyük Fikir’ önerisi
01 MAYIS 2011
Belleğimiz yakın tarihimiz konusunda sanki görünmez bir el tarafından sıfırlanmış. “Yakın Tarih” çalıştayında Mehmet Ali Birand ve ekibinin 1998 yılında hazırladıkları “12 Eylül Belgeseli”ni, izlerken başta gençler olmak üzere tüm katılımcılar bu durumu bir kez daha idrak ettiler.
Üç ay içinde sırasıyla Demirkırat (1946 – 1960), 12 Mart (1960 – 1972) ve 12 Eylül (1972 – 1983) izlendi, tartışıldı. Üç belgeselin özet mesajı şu: Türkiye’nin gelecek tasarımı ve de günlük siyaseti iki temel öğe dikkate alınmadan yapılamaz. Yapılırsa, bu hata ağır bedellere mal olur: ABD ve Türk Silahlı Kuvvetleri…
Öncelikle şu soruların yanıtını vermek gerekir:
Bir: Emekli generaller, köşke çıkma arzularından ne zaman vazgeçmişlerdir?
İki: 5 Haziran 1964 tarihli ünlü Johnson mektubundaki o kaba ve sert köşeli üslup, ne zaman, nasıl olup da yuvarlaklaşarak medeni bir diplomasi diline dönüşmek zorunda kalmıştır?
Üç: Kanlı 1 Mayıs, Kahramanmaraş, Sivas, Çorum, Fatsa olayları ile son yılların faili meçhul olmayan ancak perde arkası meçhul olan olayları arasında bir benzerlik, ortak bağ var mıdır? (Kurtlar Vadisi’ne göre vardır…)
Dört: Ülkemizde seçimle gelenin üstün iradesini kabullenme konusundaki zihinsel direncin maddi-manevi kaynaklarını ortaya çıkarmak mümkün müdür?
Beş: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bölgedeki ve Avrupa’daki örneklerle hiçbir benzerliği olmamasının siyasi çıktısı ne olmalıdır?
Her şeyi bilip, her şey hakkında konuşan ‘jeneralist’ gazeteci arkadaşlarımızın dışında, bu soruların yanıtlarına ‘derinlikli’ olarak kim kafa yoruyor acaba?
Bu sorulardan yola çıkarak siyasi iletişim yaklaşımı zenginleştirilemez mi?
‘Muhafazakâr laik’ ya da ‘vizyoner müslüman’ türünde, ‘oksimoron’ (zıt kavramların birlikteliği) gibi görünen karmaşayı hafife almadan, yakın tarihimizin med-cezirlerine bir film şeridi gibi bakıp, Türkiye’nin kendine özgü koşullarını dürüstçe değerlendirerek, Türkiye’nin ortak ruhi şekillenmesine uygun ilk “yerli Anayasa”yı savunmak...
Bu hedef ana seçim stratejileri arasına konamaz mı? Öyle, yarım ağız söylemece, yalandan “Her türlü öneriye açığız” muhabbetiyle değil… Olayı, siyasi iletişim odağı haline getirerek…
Siyasi yelpazenin her renginden herkesin ama istisnasız herkesin, Türkiye’nin İlk Yerli Anayasa’sına ihtiyacı var. “Büyük Fikir” arayanlara duyurulur…
‘Muasır Medeniyet’in evlenme töreni
Biz hangi ayran budalalığıyla Atatürk’ün ‘Muasır medeniyeti’ni ‘Batı Uygarlığı’ yapmışız… ‘Milli kültürümüz’ü ‘Türkiye’ yapmışız? Nasıl olmuş da ‘Seviyesinin üstüne çıkaracağız’,ifadesi ‘Seviyesine yükselteceğiz’ olmuş? Pek çokları gibi, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet. N. Sezer’in de ağzından Atatürk’e atfen duyduğumuz laf şuydu? “Türkiye’yi Batı uygarlığının seviyesine çıkaracağız”… Oysa Atatürk 10.Yıl nutkunda demişti ki: “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız!”
Öyle güçlü bir ‘aşağılık kompleksi’ ki, Atatürk’ü bile tahrife her an hazır…
Britanya uygarlığı salak mı acaba? Kraliyete, monarşiye neden son vermemiş? Bu sorunun yanıtı Atatürk’e yapılan o ünlü ‘tahrifatta’ gizli olabilir mi?..
Peki, gelin o Batı hayranlığı noktasından soralım soruyu: Madem bunlar bu kadar ileri, onca maliyete rağmen neden kaldırmıyorlar krallığı?
Asalet unvanlarını kimlere ve nasıl verirler? ‘Royal’ tanımını bir kurum nasıl ve neden alır? Kraliyet bir ‘benchmark’ (kıyaslama ve nirengi noktası) olarak kalite konusunda nasıl işlev görür? Bu soruların yanıtı verilmeden Kate’in ‘Cinderalla story’sini anlamak olası değildir?
Önce marka olmak gerek…
Marka genişlemesi, kapitalizmin en sofistike en entelektüel ürünü olan ‘Marka’nın bir başka karmaşık adımıdır. Özellikle iletişim yatırımlarının nemasını başka alanlarda bu kez çok daha az yatırımla tahsil etme stratejisidir. Çok büyük avantajları vardır. Örneğin, Arçelik diğer ürünlerine yaptığı marka yatırımının rüzgârı ile ‘Telve’yi fazla ‘bağırmaya’ gerek duymadan satabilmektedir.
Çok avantajlı olmasına ve kolay sanılmasına rağmen Marka Genişlemesi marka yönetiminden çok daha zordur. İletişim için harcanan paraların oluşturduğu ‘sermaye mezarlıkları’, genelde yanlış ‘Genişleme’ yaklaşımlarından kaynaklanır.
Bu ‘tuzağa’, büyük sanayi kuruluşlarından çok kendilerinin ‘Marka’ olduklarını sanan şöhretler düşer… Tişörtler, çarşaflar, kokular, losyonlar, gömlekler, gecelikler, gece kulüpleri, restoranlar, sabunlar, zeytinyağlar, otobüs işletmeleri... Dün gazetede tam sayfa İbrahim Tatlıses’in ilanı vardı. “Ben bu çiğ köfteye kefilim” diyordu, “Çiğ köfte bizim işimiz!”…
Allah İbrahim Beye sağlık, selamet versin ve bir an önce sapasağlam aramıza dönmesini ve o mükemmel sesi ve şarkılarıyla bizi mest etmesini nasip etsin… Ancak İbrahim Tatlıses’in kendisi marka değil ki, “marka genişlemesi” stratejisi tutsun… Tatlıses’in bugüne kadar yaptığı işler içinde en çok tutan hangisi? Şarkı söylemesi, TV şovları, oynadığı filmler değil mi?
Bunun dışına sıçrarken keşke biraz daha dikkatli olsa. Şunun şurasında Türkiye’den onun çapında kaç tane popüler kültür starı çıkmış ki?..
Üç ay içinde sırasıyla Demirkırat (1946 – 1960), 12 Mart (1960 – 1972) ve 12 Eylül (1972 – 1983) izlendi, tartışıldı. Üç belgeselin özet mesajı şu: Türkiye’nin gelecek tasarımı ve de günlük siyaseti iki temel öğe dikkate alınmadan yapılamaz. Yapılırsa, bu hata ağır bedellere mal olur: ABD ve Türk Silahlı Kuvvetleri…
Öncelikle şu soruların yanıtını vermek gerekir:
Bir: Emekli generaller, köşke çıkma arzularından ne zaman vazgeçmişlerdir?
İki: 5 Haziran 1964 tarihli ünlü Johnson mektubundaki o kaba ve sert köşeli üslup, ne zaman, nasıl olup da yuvarlaklaşarak medeni bir diplomasi diline dönüşmek zorunda kalmıştır?
Üç: Kanlı 1 Mayıs, Kahramanmaraş, Sivas, Çorum, Fatsa olayları ile son yılların faili meçhul olmayan ancak perde arkası meçhul olan olayları arasında bir benzerlik, ortak bağ var mıdır? (Kurtlar Vadisi’ne göre vardır…)
Dört: Ülkemizde seçimle gelenin üstün iradesini kabullenme konusundaki zihinsel direncin maddi-manevi kaynaklarını ortaya çıkarmak mümkün müdür?
Beş: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bölgedeki ve Avrupa’daki örneklerle hiçbir benzerliği olmamasının siyasi çıktısı ne olmalıdır?
Her şeyi bilip, her şey hakkında konuşan ‘jeneralist’ gazeteci arkadaşlarımızın dışında, bu soruların yanıtlarına ‘derinlikli’ olarak kim kafa yoruyor acaba?
Bu sorulardan yola çıkarak siyasi iletişim yaklaşımı zenginleştirilemez mi?
‘Muhafazakâr laik’ ya da ‘vizyoner müslüman’ türünde, ‘oksimoron’ (zıt kavramların birlikteliği) gibi görünen karmaşayı hafife almadan, yakın tarihimizin med-cezirlerine bir film şeridi gibi bakıp, Türkiye’nin kendine özgü koşullarını dürüstçe değerlendirerek, Türkiye’nin ortak ruhi şekillenmesine uygun ilk “yerli Anayasa”yı savunmak...
Bu hedef ana seçim stratejileri arasına konamaz mı? Öyle, yarım ağız söylemece, yalandan “Her türlü öneriye açığız” muhabbetiyle değil… Olayı, siyasi iletişim odağı haline getirerek…
Siyasi yelpazenin her renginden herkesin ama istisnasız herkesin, Türkiye’nin İlk Yerli Anayasa’sına ihtiyacı var. “Büyük Fikir” arayanlara duyurulur…
‘Muasır Medeniyet’in evlenme töreni
Biz hangi ayran budalalığıyla Atatürk’ün ‘Muasır medeniyeti’ni ‘Batı Uygarlığı’ yapmışız… ‘Milli kültürümüz’ü ‘Türkiye’ yapmışız? Nasıl olmuş da ‘Seviyesinin üstüne çıkaracağız’,ifadesi ‘Seviyesine yükselteceğiz’ olmuş? Pek çokları gibi, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet. N. Sezer’in de ağzından Atatürk’e atfen duyduğumuz laf şuydu? “Türkiye’yi Batı uygarlığının seviyesine çıkaracağız”… Oysa Atatürk 10.Yıl nutkunda demişti ki: “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız!”
Öyle güçlü bir ‘aşağılık kompleksi’ ki, Atatürk’ü bile tahrife her an hazır…
Britanya uygarlığı salak mı acaba? Kraliyete, monarşiye neden son vermemiş? Bu sorunun yanıtı Atatürk’e yapılan o ünlü ‘tahrifatta’ gizli olabilir mi?..
Peki, gelin o Batı hayranlığı noktasından soralım soruyu: Madem bunlar bu kadar ileri, onca maliyete rağmen neden kaldırmıyorlar krallığı?
Asalet unvanlarını kimlere ve nasıl verirler? ‘Royal’ tanımını bir kurum nasıl ve neden alır? Kraliyet bir ‘benchmark’ (kıyaslama ve nirengi noktası) olarak kalite konusunda nasıl işlev görür? Bu soruların yanıtı verilmeden Kate’in ‘Cinderalla story’sini anlamak olası değildir?
Önce marka olmak gerek…
Marka genişlemesi, kapitalizmin en sofistike en entelektüel ürünü olan ‘Marka’nın bir başka karmaşık adımıdır. Özellikle iletişim yatırımlarının nemasını başka alanlarda bu kez çok daha az yatırımla tahsil etme stratejisidir. Çok büyük avantajları vardır. Örneğin, Arçelik diğer ürünlerine yaptığı marka yatırımının rüzgârı ile ‘Telve’yi fazla ‘bağırmaya’ gerek duymadan satabilmektedir.
Çok avantajlı olmasına ve kolay sanılmasına rağmen Marka Genişlemesi marka yönetiminden çok daha zordur. İletişim için harcanan paraların oluşturduğu ‘sermaye mezarlıkları’, genelde yanlış ‘Genişleme’ yaklaşımlarından kaynaklanır.
Bu ‘tuzağa’, büyük sanayi kuruluşlarından çok kendilerinin ‘Marka’ olduklarını sanan şöhretler düşer… Tişörtler, çarşaflar, kokular, losyonlar, gömlekler, gecelikler, gece kulüpleri, restoranlar, sabunlar, zeytinyağlar, otobüs işletmeleri... Dün gazetede tam sayfa İbrahim Tatlıses’in ilanı vardı. “Ben bu çiğ köfteye kefilim” diyordu, “Çiğ köfte bizim işimiz!”…
Allah İbrahim Beye sağlık, selamet versin ve bir an önce sapasağlam aramıza dönmesini ve o mükemmel sesi ve şarkılarıyla bizi mest etmesini nasip etsin… Ancak İbrahim Tatlıses’in kendisi marka değil ki, “marka genişlemesi” stratejisi tutsun… Tatlıses’in bugüne kadar yaptığı işler içinde en çok tutan hangisi? Şarkı söylemesi, TV şovları, oynadığı filmler değil mi?
Bunun dışına sıçrarken keşke biraz daha dikkatli olsa. Şunun şurasında Türkiye’den onun çapında kaç tane popüler kültür starı çıkmış ki?..