‘Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!”...
08 OCAK 2012
Malum, ünlü bir roman ve filmin adıdır başlıktaki deyiş…
MetroPOLL Stratejik ve Sosyal Araştırmalar’dan Prof. Dr. Özer Sencar’ın gönderdiği 2011 sonunda gerçekleştirilen bir araştırmanın başlığı şöyle: ‘Liderlerin İmajı ve Kurumlara Güven’... Özer Hocaya hemen itiraz edeyim: ‘İmaj’ sözcüğü tedavülden kalkalı çok oldu. Diğer alanlarda, örneğin sanatta, resimde, psikolojide, sosyolojide kullanılmasında elbette bir sakınca olamaz... İletişimde ‘imaj’ ifadesi, ‘mış gibi yapmak’, James Grunig’in tespit ettiği üzere ‘imitare’ (taklit) sözcüğünden gelmesiyle ‘sahtecilik’ gibi algılanabilir. Onun yerine en iyisi itibar ya da algı sözcüklerini kullanmaktır.
MetroPOLL’ün araştırmasında sormuşlar: “Cumhurbaşkanı’na ilişkin olarak ‘Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı görevini yapış tarzını onaylıyor musunuz?”
Yanıtlar şöyle: Evet: %81.1, Hayır: %17.0 ve Fikrim Yok: %1.9 (Aralık 2007’de bu soruya %73.9 evet, %22.3 hayır yanıtı gelmiş.)
Aynı şeyi Başbakan Erdoğan için sormuşlar. “Evet” diyenler %71.1, “Hayır” diyenler %26.9... (Aralık 2007’deki durum da şöyleymiş: Evet: %73.7, Hayır: %24.7) İlginç olan şu: Davos’daki “One minute” etkisini görebileceğimiz 30 Ocak 2009 sonuçlarında rakamlar şaşırtmıyor: Evet: %74, Hayır: %22.2
Sayın Kılıçdaroğlu’nda durum şöyle: Evet: %23.1, Hayır: %73.0
Sayın Bahçeli’nin özeti: Evet:%33.0, Hayır: %63.0
Kurumlara duyulan güvene ilişkin 10 üzerinden verilen ortalama puanların önce Aralık 2007’deki, sonra Aralık 2011 sonuçlarını özetleyelim:
Cumhurbaşkanlığı: 8.2 / 8.0, Ordu: 9.1 / 7.7, Polis: 8.3 / 7.6, Başbakanlık: 7.9 / 7.4, TBMM: 7.8 / 7.1, Hükümet: 7.9 / 7.0, Yargı (mahkemeler): 8.1 / 6.4, Medya: 6.6 / 5.2, Politikacılar: 6.3 / 4.7
Silahlı Kuvvetler’e güvendeki dramatik azalmanın nedenini tartışmaya gerek yok. Biliyoruz. Algılama Yönetimi kuramı bize durumu izah ediyor… Ancak hâlâ tüm kurumlar arasında ikinci sırada… Silahlı Kuvvetler’e duyulan güvenin azalmasından kimin çıkarı olabilir? TSK’nın itibarı, sadece TSK’nın meselesi midir? Yoksa bulunduğumuz coğrafyada hepimizin mi?.. Medya ve Siyasetçilere ise sakın şaşmayın. Ben araştırma okumaya başladığımdan bu yana sonuç değişmez… Medya ve siyaset dünyası “Bu durumu nasıl düzeltirim?” diye sormadıkça, “Vah vah” deyip iç çekmekten başka yapacak bir şey yok…
‘Herkese dokunulmasına’ kimsenin itirazı yok, ama…
‘Mesleki yeterlilik’ diye akıllarımıza getirmeye üşendiğimiz bir kavram var. ‘Liyakat sahibi’ olabilmenin anlamını kaç gencimiz biliyor? Bir işe ‘layık’ olabilmeye sebep oluşturabilecek ‘kifayete’ sahip olabilmek ve olanları da koruyabilmek... İşin ehli olanlarla, sadece konuşanların ayırt edilemediği karmaşa anlarında Hazreti Mevlana’nın ‘Binlerce düğüm atsan da ip aynıdır’ diyen muhteşem sözlerini akla getirip sadede gelmekte yarar var.
“Dokunulmazlık imtiyazına kimse sahip değildir” cümlesi gayet oturaklı ve liyakat sahibi olsun olmasın, sadece soluk alıp veren herkesin altına imza atabileceği bir cümle.
Evet; yargı karşısında herkes eşittir.
Çok hoşumuza gitmiş olmalı ki, ‘temas’a dair bu muhabbet, ‘dokunan yanar’dan, ‘herkese dokunulabilir’ mertebesine yükseltildi ve şıkır şıkır oynayan oynayana... Dokunulmaya hasret kalmışız sanki. Herkes şefkat yoksunudur anladık ama bu kadarı da biraz fazla kaçmıyor mu? Ya da bir tür aşk/nefret ilişkisi... ‘Bana dokundular, şimdi sıra sende. Oh olsun!’ dercesine...
Sisli, puslu ortamlar, sağlıklı iletişimin yapılabilmesinin en büyük engellerinden biridir. Cuma akşamı M. Ali Birand’ın Eylül ayında İlker Başbuğ ile yaptığı söyleşi tekrar yayınlandı. İçim de tekrar ‘cız’ etti… Hiçbir şey söyleyemedi Başbuğ Paşa. Ne söyleyecekti ki?..
Herhalde kamu diplomasimizi yürüten ve özel olarak değer verdiğim düşünce adamlarımız, ülkemizde nelerin olup bittiğini değerlendirmekte zorluk çeken ve bir dönemin bazı Latin Amerika ya da Afrika ülkelerini akla getirircesine bir ‘muz cumhuriyeti’ olmadığımızı açık seçik anlatacaklardır. Batılıların ‘So what?’ dediği, bizim ise ‘Eee?’ diye karşıladığımız basit, alfabenin a’sı kıvamındaki ‘dokunulmazlık’ gerçekliğini bir an önce aşıp, Dışişleri Bakanımız Sayın Davutoğlu’nun önceki gün vurguladığı ‘hukuki süreç kısa sürede tamamlanmalı’ cümlesinin gereğinin hızla yapılacağına inanmaktan vazgeçmemeye çalışalım.
Yine okullu olduk…
Dün Boğaziçi Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim Merkezi’nde tam gün ‘Operayı Anlamak’ eğitiminden geçtik… Hoca BÜ’den Ufuk Çakmak’tı… Uzun bir sertifika programının Güzel Sanatlar Modülünün ilk dersiydi; görsel ve işitsel öğelerle dolu bir ziyafet ve akıl yolculuğu… Gelecek hafta Dücane Cündioğlu var: Osmanlı Etiğinin Felsefi Temelleri…
Sonra her cumartesi sırasıyla Evin İlyasoğlu: Zaman İçinde Müzik; Prof. Gülper Refiğ: Doğuda ve Batıda Müziğin Ruhu ve Etkileşimi; Yrd. Doç. Dr. Barış Büyükokutan: Toplum ve Sanat; Prof. Devrim Erbil: Çağdaş Resim ve Heykel; Aylin Alıveren: Tiyatroda Büyük Eserler…
Güzel Sanatlar modülünü kısmetse bitireceğiz. Sonra her biri 7’şer hafta sürecek olan 6 modül daha var: Psikoloji, Tarih, Sosyoloji, Felsefe, Edebiyat…
Bu emek zahmet ne diye?.. Dünya görüşünü ve bu dünyadaki rekabetçi gücü pekiştirmek… Ben 5-6 kişi oluruz sanmıştım… Zahmetli iş çünkü. “Takılmak” gerekiyor… Vallahi tam 9 kişiydik. Gökten başımıza taş mı yağacak ne?…
MetroPOLL Stratejik ve Sosyal Araştırmalar’dan Prof. Dr. Özer Sencar’ın gönderdiği 2011 sonunda gerçekleştirilen bir araştırmanın başlığı şöyle: ‘Liderlerin İmajı ve Kurumlara Güven’... Özer Hocaya hemen itiraz edeyim: ‘İmaj’ sözcüğü tedavülden kalkalı çok oldu. Diğer alanlarda, örneğin sanatta, resimde, psikolojide, sosyolojide kullanılmasında elbette bir sakınca olamaz... İletişimde ‘imaj’ ifadesi, ‘mış gibi yapmak’, James Grunig’in tespit ettiği üzere ‘imitare’ (taklit) sözcüğünden gelmesiyle ‘sahtecilik’ gibi algılanabilir. Onun yerine en iyisi itibar ya da algı sözcüklerini kullanmaktır.
MetroPOLL’ün araştırmasında sormuşlar: “Cumhurbaşkanı’na ilişkin olarak ‘Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı görevini yapış tarzını onaylıyor musunuz?”
Yanıtlar şöyle: Evet: %81.1, Hayır: %17.0 ve Fikrim Yok: %1.9 (Aralık 2007’de bu soruya %73.9 evet, %22.3 hayır yanıtı gelmiş.)
Aynı şeyi Başbakan Erdoğan için sormuşlar. “Evet” diyenler %71.1, “Hayır” diyenler %26.9... (Aralık 2007’deki durum da şöyleymiş: Evet: %73.7, Hayır: %24.7) İlginç olan şu: Davos’daki “One minute” etkisini görebileceğimiz 30 Ocak 2009 sonuçlarında rakamlar şaşırtmıyor: Evet: %74, Hayır: %22.2
Sayın Kılıçdaroğlu’nda durum şöyle: Evet: %23.1, Hayır: %73.0
Sayın Bahçeli’nin özeti: Evet:%33.0, Hayır: %63.0
Kurumlara duyulan güvene ilişkin 10 üzerinden verilen ortalama puanların önce Aralık 2007’deki, sonra Aralık 2011 sonuçlarını özetleyelim:
Cumhurbaşkanlığı: 8.2 / 8.0, Ordu: 9.1 / 7.7, Polis: 8.3 / 7.6, Başbakanlık: 7.9 / 7.4, TBMM: 7.8 / 7.1, Hükümet: 7.9 / 7.0, Yargı (mahkemeler): 8.1 / 6.4, Medya: 6.6 / 5.2, Politikacılar: 6.3 / 4.7
Silahlı Kuvvetler’e güvendeki dramatik azalmanın nedenini tartışmaya gerek yok. Biliyoruz. Algılama Yönetimi kuramı bize durumu izah ediyor… Ancak hâlâ tüm kurumlar arasında ikinci sırada… Silahlı Kuvvetler’e duyulan güvenin azalmasından kimin çıkarı olabilir? TSK’nın itibarı, sadece TSK’nın meselesi midir? Yoksa bulunduğumuz coğrafyada hepimizin mi?.. Medya ve Siyasetçilere ise sakın şaşmayın. Ben araştırma okumaya başladığımdan bu yana sonuç değişmez… Medya ve siyaset dünyası “Bu durumu nasıl düzeltirim?” diye sormadıkça, “Vah vah” deyip iç çekmekten başka yapacak bir şey yok…
‘Herkese dokunulmasına’ kimsenin itirazı yok, ama…
‘Mesleki yeterlilik’ diye akıllarımıza getirmeye üşendiğimiz bir kavram var. ‘Liyakat sahibi’ olabilmenin anlamını kaç gencimiz biliyor? Bir işe ‘layık’ olabilmeye sebep oluşturabilecek ‘kifayete’ sahip olabilmek ve olanları da koruyabilmek... İşin ehli olanlarla, sadece konuşanların ayırt edilemediği karmaşa anlarında Hazreti Mevlana’nın ‘Binlerce düğüm atsan da ip aynıdır’ diyen muhteşem sözlerini akla getirip sadede gelmekte yarar var.
“Dokunulmazlık imtiyazına kimse sahip değildir” cümlesi gayet oturaklı ve liyakat sahibi olsun olmasın, sadece soluk alıp veren herkesin altına imza atabileceği bir cümle.
Evet; yargı karşısında herkes eşittir.
Çok hoşumuza gitmiş olmalı ki, ‘temas’a dair bu muhabbet, ‘dokunan yanar’dan, ‘herkese dokunulabilir’ mertebesine yükseltildi ve şıkır şıkır oynayan oynayana... Dokunulmaya hasret kalmışız sanki. Herkes şefkat yoksunudur anladık ama bu kadarı da biraz fazla kaçmıyor mu? Ya da bir tür aşk/nefret ilişkisi... ‘Bana dokundular, şimdi sıra sende. Oh olsun!’ dercesine...
Sisli, puslu ortamlar, sağlıklı iletişimin yapılabilmesinin en büyük engellerinden biridir. Cuma akşamı M. Ali Birand’ın Eylül ayında İlker Başbuğ ile yaptığı söyleşi tekrar yayınlandı. İçim de tekrar ‘cız’ etti… Hiçbir şey söyleyemedi Başbuğ Paşa. Ne söyleyecekti ki?..
Herhalde kamu diplomasimizi yürüten ve özel olarak değer verdiğim düşünce adamlarımız, ülkemizde nelerin olup bittiğini değerlendirmekte zorluk çeken ve bir dönemin bazı Latin Amerika ya da Afrika ülkelerini akla getirircesine bir ‘muz cumhuriyeti’ olmadığımızı açık seçik anlatacaklardır. Batılıların ‘So what?’ dediği, bizim ise ‘Eee?’ diye karşıladığımız basit, alfabenin a’sı kıvamındaki ‘dokunulmazlık’ gerçekliğini bir an önce aşıp, Dışişleri Bakanımız Sayın Davutoğlu’nun önceki gün vurguladığı ‘hukuki süreç kısa sürede tamamlanmalı’ cümlesinin gereğinin hızla yapılacağına inanmaktan vazgeçmemeye çalışalım.
Yine okullu olduk…
Dün Boğaziçi Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim Merkezi’nde tam gün ‘Operayı Anlamak’ eğitiminden geçtik… Hoca BÜ’den Ufuk Çakmak’tı… Uzun bir sertifika programının Güzel Sanatlar Modülünün ilk dersiydi; görsel ve işitsel öğelerle dolu bir ziyafet ve akıl yolculuğu… Gelecek hafta Dücane Cündioğlu var: Osmanlı Etiğinin Felsefi Temelleri…
Sonra her cumartesi sırasıyla Evin İlyasoğlu: Zaman İçinde Müzik; Prof. Gülper Refiğ: Doğuda ve Batıda Müziğin Ruhu ve Etkileşimi; Yrd. Doç. Dr. Barış Büyükokutan: Toplum ve Sanat; Prof. Devrim Erbil: Çağdaş Resim ve Heykel; Aylin Alıveren: Tiyatroda Büyük Eserler…
Güzel Sanatlar modülünü kısmetse bitireceğiz. Sonra her biri 7’şer hafta sürecek olan 6 modül daha var: Psikoloji, Tarih, Sosyoloji, Felsefe, Edebiyat…
Bu emek zahmet ne diye?.. Dünya görüşünü ve bu dünyadaki rekabetçi gücü pekiştirmek… Ben 5-6 kişi oluruz sanmıştım… Zahmetli iş çünkü. “Takılmak” gerekiyor… Vallahi tam 9 kişiydik. Gökten başımıza taş mı yağacak ne?…